27 Mayıs 2020 Çarşamba

BİZE AYRILAN SÜRE \ DİSTOPİK FİLMLER

Değerli dostum ile "Bize Ayrılan Süre" adını verdiğimiz bir youtube programı yapmaya karar verdik. Bize Ayrılan Süre kadar dilediğimiz konu başlıklarında konuşup internet aleminin sonsuzluğuna bir içerik daha yollayacağız. Amaç güzel anılar biriktirmekten öte değil.

İlk programın günahı olmaz derler. Bu ilk programda Distopik Fimler'i konuştuk. Türünün en iyisi denebilecek filmlere dair detaylar ve ilgi çekebilecek film önerileri...Sinemada distopyayı önemseyenleri ve bugünlerde ne izlesem diye düşünenleri bekleriz...

20 Nisan 2020 Pazartesi

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ VE MİTLER

Hobbit neden yazılmıştı ? Orta Dünya, Tolkien'in salt hayal dünyasının ürünü mü ? Ekskalibur ve Sting, Odin ve Gandalf. Goblinler, orklar, cüceler ve troller... Bunlara ilişkin kısa bir araştırmanın sonuçlarını 10 dakikalık bir videoda birleştirdim. Fantastik edebiyatın kutsal kitabı sayılabilecek Yüzüklerin Efendisi serisine ilgi duyanlar buyursunlar:


16 Nisan 2020 Perşembe

VİRÜS SONRASI YENİ DÜNYA DÜZENİ


Virüs sonrası yeni dünya düzeniyle ilgili öngörülerde bulunabilmek için öncelikle virüsün yayılımı esnasında dünyada neler olduğuna bakmamız gerekir. Gelişmelere baktığımızda dünyanın artık tek kutuplu olmadığını iddia edenlerin haklı çıktığını görüyoruz. Virüsle mücadelede Amerika Birleşik Devletleri’nin bırakın dünyaya liderlik yapmayı kendi ülkesindeki gelişmeleri dahi kontrol etmekte zorlandığını izliyoruz. Sadece ABD mi , Batı kapitalizminin tüm kurumları bu yayılım karşısında çaresiz. İtalya’nın yardım çığlığına Avrupa Birliği kulak tıkarken yardıma koşan ülkelerin Çin, Küba, Rusya gibi ülkeler olması dikkat çekici. Çin, yeni merkez olmaya oynasa da ülkelerin kendi sınırları içinde önlem geliştirmeye çalıştığı, ulus devlet mekanizmalarının önem kazandığı bir dönem bu. Peki, gözlediğimiz bu durum küresel kapitalizmin çöküşü, ulus devletlerin yükselişine mi işaret etmektedir? Henüz böyle bir çıkarım için erken ayrıca virüs küresel bir pandemi, küresel bir sorunun sadece yerel önlemlerle çözülmesi mümkün gözükmüyor. Yaşadığımız süreç bu anlamda bir ara dönem ve çözümü yine küresel bir mekanizmayla olacaktır. Peki, nasıl bir küreselleşme? Bu sorunun cevabını insanlığın ihtiyaçlarına yönelik soruların cevapları verecek.

Şu dönemde öne çıkan üç temel ihtiyaç söz konusu: Sağlık, beslenme, güvenlik. Bu ihtiyaçların ulus devletler tarafından bir yere kadar karşılanması söz konusu. Bölgesel eşitsizlikler, iklim felaketleri vb. durumlar ise her sorunun yerelde çözümüne imkan tanımıyor. Önümüzdeki dönem sınıfların, bölgelerin çatışma riskini barındırıyor. Küresel kapitalizm işe kaldığı yerden devam edebilir. Virüse karşı şirketlerin bulacağı aşı vb. çözümler küresel egemenlerin elinde yoksul geniş kesimlere karşı bir silah olarak kullanılabilir. Steril bölgeler ve insanlığın geri kalanını kaderine terk etmek distopik bir kitap konusu değil, yaşamlarımız için önümüzde yer alan ciddi bir risk.
             
Peki, bu duruma karşı ne yapılabilir? Kriz zamanları sistemin de en zayıf olduğu ve hikayeyi istediği gibi yazamadığı zamanlardır. İçinde yaşadığımız dönem toplumsal ve siyasal değişim için yeni mücadele alanları yaratıyor. Kitlelerin yaşama hakkı için seslerini yükseltmeleri, verili sisteme duyulan güvensizlik haklı ortak taleplerin oluşmasını  sağlıyor. İşini kaybedecek yığınların sabit gelir talebi, vatandaşlık hakkı gibi talepler, yerel yönetimlerin öz yönetimle kendi yaşam alanlarını düzenlediği, bütün yerel yönetimlerin ortak insani taleplerinin merkezileştiği, bu taleplerin özgürlükçü demokratik bir merkezi inşa ettiği; yardımlaşmacı, paylaşımcı, doğaya ve çevreye dost bir düzenin de kapılarını aralayabilir.
                  
Yaşayacaklarımızla ilgili bir ayet inmedi bizlere. Ne yaşayacaksak ona biz insanlar karar vereceğiz. Önümüzdeki zamanlar, kendi hikayemizi yazacağımız zamanlar…


Martin Eden

28 Eylül 2019 Cumartesi

PEKİ YA EDİPLER ?

Yazarlar tatlı tatlı laf üretirken bile iğnelemekten geri kalmazlar. Oysa övgülerin çoğu okurlara özgüdür. Çünkü onlarda çekememezlik, dümeni kırıklık gibi çoğu yazarın boğazına sarılan zehirli sarmaşıklardan hiçbiri yoktur." diyor Salah Birsel.

Bunu ve benzeri ifadeleri Cumhuriyet sonrası edebiyatımızın mihenk taşlarından okuduğumda pespembe hayal ettiğim edebiyat dünyamızın gerçek hayattan ayrı düşünülemeyeceğini daha iyi kavramış, kafamda bir pollyanna gibi yücelttiğim yazarları gerçek yerlerine oturtmuştum. Bu giriş yanlış anlaşılmasın. Amacım deneme üstadı Salah Birsel'in gözünden sanatçılarımıza dair bir resim çizmekti sadece. Yoksa yazarların bir yapıtı eleştirme ya da edebiyat dünyasından yakınma hakları elbette ki vardır. Bu edebiyatımızın zenginleşmesi için en uygun yöntemdir hatta. Ama Attila İlhan'ın  da ifade ettiği gibi bizde kimse kimseyi okumuyor: Varsa yoksa kendimiz.  

 Bu aralar edebiyatla ilgilenenlerin sosyal medya araçlarında Cihat Duman'ın yüksek perdeden dile getirdiği tespitleri konuşulur olunca merakımı yenemeyip "Yayıncılar Edebiyatı Katlediyor" yazı dizisini okudum.

Yazıyı okuduğunuzda yaygaranın Duman'ın değişen dünyada yayınevlerinin yazar adaylarına ve okura yaklaşımı değil de bu yaklaşımı ortaya koymaya çalışırken kullandığı örnekler üzerinden koptuğunu anlayabiliyorsunuz.

Duman, yazının bütününde işaret ettiği edebiyat dünyasındaki yozlaşmayı kısa süre önce parlak bir yayın evi olarak tanımladığı Can Yayınlarından çıkan "Bilinmeyen Sular" kitabıyla örnekliyor. Genç yazar Mevsim Yenice'nin bir röportajında kullandığı ifadelerden yola çıkarak "bu kitapların ve yazarların nasıl bu noktalara geldiğini iyi biliyoruz" demeye getiriyor. Günümüzde çok okunmanın, yapıtların haftalarca çok satanlar raflarında bekleyebilmesinin yazara bedeller ödeten bir süreç olduğunu, bunun da yayınevlerinin suçu olduğunu ima ediyor.  Bunu uzunca bir paragrafta yerden yere vurduğu "Bilinmeyen Sular" öykü kitabı ile yapıyor.

Duman'ın söylediklerinde haklılık payı elbette var. Hatta bazı sözlerin doğruluğunu kendi eseri üzerinden eleştirilen Mevsim Yenice dahi kabul edecektir. Ancak bu mevzulara girildiğinde "tutarsızlık" başa gelebilecek en büyük hatadır.

Hele ki yozlaşmışlığı işaret ederken belki de sayfalarca irdelenmesi gereken öyküleri, subjektif ve temelsiz yargılarla yerin dibine batırmak, kişi kadrosu için sipariş verip; yazarın kullandığı mekanlar üzerinden ahkam kesmek, öykülerde tercih edilen anlatıcı yöntemlerine dokundurup esere değer biçmek, edebiyat dünyasında nitelik arzulayan tüm okurları rahatsız eder. Kafalarda soru işaretleri uyandırır. Yazar kendini bir anda, popüler kültürün hegemonyasını reddederken kaçınılmaz olarak popüler kültüre hizmet eden bir yayınevini yüceleştirirken bulur.

Daha da  ileri gideyim, değişen dünyada Duman'ın bu sert eleştiri yazısı üzerinden yerle yeksan ettiği "Bilinmeyen Sular" için yenilerin tabiriyle "PR" yapmadığı ne malumdur? Bunun aksini nasıl ispat edebilir? Günümüzde bunun da bir eser\yazar tanıtım yöntemi olduğunu inkar mı edecektir? Edebiyatı çağdaş satış pazarlama yöntemlerinden azade tutmak mümkün müdür? Yazısının bir bölümünde okurla buluşma açısından hakkını teslim ettiği dijital platformların bir eseri (daha çok niteliksiz)  bir edebi dergiden çok daha fazla okuyucuyla buluşturduğu günümüz dünyasında, Can Yayınlarının genç bir yazar için sürekli etkinlikler düzenlemesinin başka eserlerin niteliğine verdiği zararı nasıl açıklayabilir? Bugün yaşasaydı Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ı kendi parasıyla pek de büyük bedeller ödemeden ülkenin bütün dijital platformlarında okuyucuya sunabileceği gerçeğini görmemesi mümkün müdür? 

Sözün özü son dönemde yayın evleri ya da öykü yazarlığı çerçevesinde yaşanan yozlaşmayı dile getirecekken, bir kişisel karalama bataklığına gömülen bu yazının  işi sosyal medyada kadın yazar\ erkek yazar kamplaşmasına kadar götürebileceğini görünce bakarsınız 50'li yıllardaki gibi düzeyli edebi tartışmaları çağdaş platformlarda yeniden görürüz belki diye ümitlendim. İş bu yazı bu duygudan mütevellit vücuda getirilmiştir.

Sevgiler.


16 Mayıs 2019 Perşembe

ATTİLA İLHAN'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Attila İlhan, nâm-ı diğer Kaptan. Varlık'ta ölümünün ertesinde çok kapsamlı bir değerlendirme yazısı yayımlandı. Kasım 2005 sayısındaki bu hacimli yazının başında şair\yazar için şöyle soruyor Hasan Bülent Kahraman: "Attila İlhan'ın ölümüyle birlikte Türkiye'de bir devrin kapandığını söyleyenler oldu. Bu, doğru bir saptama. Gerçekten de bu ölüm, bundan sonrasını bilemeyiz ama, hiç değilse 1950'den bu yana 'son' kitlesel şairin ölümüne tekabül ediyor. Ölümünün ardından oluşan heyecan dalgası, televizyonların gösterdikleri duyarlılık, bir edebiyatçıya toplumsal olarak verilebilecek olanların da sınırını çiziyor. Ayrıca bugüne kadar karşılaşılmış bir şey değil bu 'tepki'. O zaman akla öncelikle başka bir soru geliyor: dışa vuran bu yaklaşım onun şair kimliğine midir, yoksa yazılarıyla çizdiği öteki kimliklerine mi ? Daha somutlaştırarak soracak olursak acaba Attila İlhan'ın düşünür yanı gerçekten de Türkiye'de bu derecede geniş bir ilgi uyandırmış mıydı, Türkiye'de kitleler gerçekten de onunla böylesi bir temas içinde miydi ?

Bu soru Türkiye'deki edebiyata ya da sanata yaklaşımı bunun yanında edebi yaklaşımları da sorgulatır cinsten olmuş. Kendi hesabıma yazının devamında Kahraman'ın verdiği yanıta katıldığımı söyleyebilirim. Kaptan'ın düşünür, eleştirmen, yazar, senarist gibi özelliklerinin ötesinde onu kitlelerle temas ettiren yönü pek tabii şair kimliğiydi. Halbuki onun Türk edebiyatında yaptığı belirlemeleri, sosyolojik ve siyasi tespitleri bugün benim diyen sanatçının yapamadığı aşikar. Hangi... serisinin "Hangi Edebiyat" sayısı Kaptan'ın edebiyat üzerine yaptığı belirlemelerin özeti niteliği taşıyor. Bu yapıtı okuduğumda Türkiye'de hüküm süren edebi yaklaşımları sorguladığımı ve pek çok noktada üstâdın yanında yer aldığımı gördüm.

Attila İlhan'ın özellikle I. ve II. Yeniciler'in şiir anlayışına nasıl tepki geliştirdiğini, bu tepkiyi nasıl temellendirdiğini görünce söylediklerini hemen kabullenmek kolay olmadı. Garip şiirini de İkinci Yeni şiirini de iyi örnekleri vasıtasıyla benimsemiş, sevmiş bir okur olarak söylüyorum tabii bunları. Bu akımlardaki öne çıkan birkaç sanatçıyı kenara koyduğumuzda İlhan'ın Hangi Edebiyat'ta üstüne basa basa söylediği köksüzleşmeyi, sentez oluşturamayışı, ne yazık ki bir ekol olmayı beceremeyişi daha iyi kavrıyorum bugünlerde. Peki insan soruyor neden Attila İlhan'ın savunduğu değerleri içinde barındıran bir edebi anlayış belli bir süre dışında edebiyatımıza hakim olamadı ? Hangi Edebiyat'ta her edebi akım için  bu soruların yanıtlarına ulaşmak mümkün dahası cevaplar gerçekten tatmin edici.

Attila İlhan'ı salt şiirleri ya da romanlarıyla değil edebi ve siyasi mülahazalarıyla düşünmenin ufuk açıcı olduğu ortada. Ülke genelinde Orhan Veli, Cemal Süreya, Attila İlhan gibi duayenler edebi ve siyasi düşüncelerinden azade benimsenmiştir. Kuyruklu Şiir'i okuyup hüzünlenirken, Üvercinka'da şairin aşkına ortak olurken sıradan okur Garip'in devlet politikasının ürünü, İkinci Yeni'nin altmış sonrası konjonktürünün zorlamasıyla doğduğunu düşünmeyecektir tabii.

Hangi Edebiyat son kertede şiir adına bana bunları düşündürdü. Düşündürdüğü daha bir sürü nokta var ki onlar da başka yazıların mayası olsun.