30 Aralık 2010 Perşembe

HER YIL YİNELENEN BİR HEYECAN


Eski yılı devirip, sağlık ve mutluluk dolu olacağını umduğum yeni yıla geçeceğimiz bu haftada Edebiyat Meclisi'ni ikinci yılbaşı heyecanına taşıyor olmanın gururunu yaşıyorum. 2009 yılının yaz aylarında başlayan serüvenimiz ikinci yıl dönümüne yaklaşıyor.

Bugün hasbelkader karşılaştığım bir belgesel beni böyle bir yeni yıl yazısı yazmaya itti. İzlediğim belgeselin ilk parçasını burada sunuyorum ki merak edenler aynı adresten devamını izleyebilsinler diye.

Günümüzdeki edebi ürünlerin sunulma yöntemi ile 1950'lerin yöntemini karşılaştırmanın manasızlığını anlayabilirsiniz. O dönemde tek alternatif olan matbu malzemeler günümüzde miadını çoktan doldurmuştur kanımca. Devran dönmüş mis gibi kağıt kokusunun yerini dijital ortamlar almıştır. Bunu "Ah nerede o eski günler" havasında söylemediğime inanmanızı, bu tip değişimlerin dünya tarihinin her döneminde yaşandığının farkında olduğumu bilmenizi temenni ederim.

Bütün bunları üniversite yıllarımda, öykündüğüm yazar ve düşünce adamları gibi bir dergi çıkarma hayali içinde olduğum için yazıyorum. Gerçi bu emelime üniversite sonrası 5 sayı çıkarabildiğimiz "Sığınak" dergisi ile ulaşmışımdır ancak sanıyorum ki her noktasına rahatlıkla müdahale edebildiğim bir platforma Edebiyat Meclisi sayesinde sahip oldum. Bu anlamda Edebiyat Meclisi benim hayalini kurduğum, şiirleri hikayeleri ile büyüdüğüm büyük sanatçıların yuva olarak kabul ettikleri bir mekandır. İleriki dönemde domainden serverını almayı da düşündüğüm benim biricik dergim umuyorum ki daha nice yıl başları yaşar.


Her neyse yeni yıla yaklaştığımız bu saatlerde, gençliğimdeki dergi heyecanımı depreştiren belgesel "Gün Doğmadan" -Sezai Karakoç- belgeseli oldu. Şiirlerini hayranlıkla okuduğum üstadının kitaplardan okuduğum hayatı karşısında yeniden saygıyla eğildim. Özellikle onun hakkında, üniversite sıralarında kendisiyle aynı sırayı paylaşan ve uzun yıllar bürokratlık ve bakanlık yapan İlhan Evliyaoğlu'nun sözleri beni çok etkiledi.

"Bizler, yani o jenerasyon çok iyiydik içimizden bir sürü devlet adamı, tüccar ve bürokrat çıktı. Ancak o sıralardaki en şanslı insanlar iki kişidir. Biri Cemal Süreya diğeri Sezai Karakoç, bizler bir gün unutulacağız ancak onlar sonsuza dek yaşayacaklar."

Evet o yıllarda üniversitede iki yakın arkadaş olan Süreya ve Karakoç'un edebiyatı tercih etmeleri, fikir çilesine baş koymaları bir kader belki de. Bu iki büyük sanatçının dünyaya bakışları bambaşka pencerelerden olsa da çok yakın arkadaş olabilmeleri ise büyük bir lütuf. Lütuf'tan da öte bana kalırsa büyük bir örnek günümüze. Bu lütufu abarttığımı düşünenler iki sanatçının dünya görüşlerinin günümüzde nasıl da yan yana gelemeyecek ateş ile barut misali olduklarına dikkat etmeliler diye düşünüyorum.


Sözü uzatmayayım. Yeni yılınızın her şeyden önce sizlere "Sağlık" getirmesini diliyorum. Sanırım her işin başı o. Mutluluksa sağlığın arkasında bekleyen bir misafir.

Yenil yıla, Sezai Karakoç'un çok uzun zaman önce bir başka yılbaşına ithafen yazdığı şiiriyle merhaba demeyi uygun buldum. Hepinize mutlu seneler!!


İnci Dakikaları

Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden
Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey
Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya
Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde
Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya
Sen benim ağlamamı erkeklığıme
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say

Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu
Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say

Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar

Senin odan günışığı en güzel müzik bana
Farklılıklar odası
Giden tren buharları içinde örümcek ağı
Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak
Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş
Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı

Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum
Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır
Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim
İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur
Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler
Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur
Oldukları yerde bile

Sezai Karakoç






22 Aralık 2010 Çarşamba

DOĞUM GÜNÜ ŞİİRİ

YENİ YAŞ NAZİRESİ

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir

Hayata beraber başladığımız

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız


Cahit Sıtkı Tarancı



Sanma hüzünle uzlaşmışım

Acı tatlı yaşananlardan

Bir adım daha uzaklaşmışım

Son diye koyduğum noktalarda

Yaşımla sarmaş dolaşmışım.


Her yaş onlara daha bir benziyorum

Şu disiplini başucu kitabı yapanlara

Aynı öğüdü vermekten beziyorum

Aynı şeyleri yapan çocuklara

Eski fotoğraflarımmış gibi bakıyorum.


Yirmi üç Aralık bin dokuz yüz seksen iki

Belirsizliğe çığlık attığım günde

Aşkları görseydim zulümleri belki

Gelmezdim değil ama durmazdım önde

Beklemezdim zalimleri


O kadar hızlı geçmiş ki günler

Daha dün gibi kadeh kaldırışım bahara

Bu en sevilen filmi izlemeye benzer

Bir çırpıda okunan romana

O kadar hızlı geçmiş ki günler


Bugün az daha yakınlaştım ebediyete

Dudaklarımda ne bir heyecan ne bir haz

Fazla sürmez diye girdim bu diyete

Acılar az olsundu derdim, kırgınlıklar az

Yıllar bakmıyor işte niyete.

BENİ KÖR KUYULARDA MERDİVENSİZ BIRAKTIN


Aslında Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirlerini çok sevdiğimi söyleyemem. İnsanların hayatlarında öğretmenlerinin ve pek tabii onların söylediklerinin yeri büyüktür. Bu durum bazen istemdışı önyargılara neden olabilir. Sanırım Ümit Yaşar Oğuzcan'ı sevemeyişimin en önemli sebeplerinden biri üniversitedeki bir öğretim görevlisinin Ümit Yaşar Oğuzcan hakkında söyledikleriydi.

Şöyle demişti hocamız: "Ümit Yaşar Oğuzcan, henüz ünlü bir şair değilken Ankara'nın birçok kentinde ev ev dolaşarak buralarda ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın evi varmış, bilir misiniz diye sormuş, ardından bütün kitapevlerine giderek şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın kitabını aramış. Tabii ki yanıtlar hep hayır bilmiyoruz olmuş. Ardından şiir kitabını çıkaran şair bu değişik promosyon çalışmasının meyvelerini toplamış."

Bu hikayenin doğruluğunu ne yalan söyleyeyim tam olarak bilemiyorum ancak bir gerçek var ki Oğuzcan'a karşı önyargım o gün başlamıştı. Şiirlerini okumaya başladığımdaysa bir liselinin sevgililerine yazdığı şiirleri andıran şiirlerle karşılaşmıştım. Ya da önyargılarım gözlerimin öyle görmesini sağlıyordu. Üniversitenin ardından"Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın" şiiri ile karşılaşana kadar bu durum böyle devam etti.

Bu şiir hepinizin bildiği gibi şöyledir:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.


Bu şiiri ilk okuduğumda birçokları gibi büyük bir aşk şiiri olduğunu sanmıştım. Kafamda canlanan hayal öyle olmuştu. Oysa sonrasındaki araştırmalarımla öğrendim ki şiir Ümit Yaşar'ın 1977'de intihar eden oğlu Vedat için yazılmıştır. Tabii ki çok üzüldüm ve şiirin değeri bende bir kat daha arttı.

Sanırım insan büyüdükçe bazı önyargılarını da kırıyor. Bugünlerde şairin kulağıma çok hoş gelen ve ustalıklı olduğuna inandığım şiirleriyle karşılaşıyorum. Yine yakın geçmişte Yaşar tarafından bestelenen bir şiirini de paylaşmak isterim sizinle.

YILGIN
besbelli bir giden var
sen misin yoksa
neden bu limanda gemiler aglamaklı
kaldırın su masayı gozlerimden
bu ne cok deniz bu ne cok martı
en iyisi meyhane yoklugunda
belki durulur zaman bu calkantı
goturun su masayı gözüm gormesin
bu ne cok kadeh bu ne cok rakı

ne güzel ayaklardı ki hala unutmadım
ve elleri sarkı soylerken aglardı
susturun su sarkıları yeter artık
bu ne cok beste bu ne cok sarkı


batırın gemileri vurun zamana
ya bir hancer verin bana gümüş saplı
bırakmayın öldürün öldürün beni
bu ne cok keder bu ne cok acı

besbelli bir giden var
sen misin yoksa
neden bu limanda gemiler aglamaklı
kaldırın su masayı gozlerimden
bu ne cok deniz bu ne cok martı

ne güzel ayaklardı ki hala unutmadım
ve elleri sarkı soylerken aglardı
susturun su sarkıları yeter artık
bu ne cok beste bu ne cok sarkı


batırın gemileri vurun zamana
ya bir hancer verin bana gümüş saplı
bırakmayın öldürün öldürün beni
bu ne cok keder bu ne cok acı

bu ne cok deniz bu ne cok martı
bu ne cok kadeh bu ne cok rakı
bu ne cok keder bu ne cok acı
bu ne cok beste bu ne cok sarkı



Keyifli akşamlar...

21 Aralık 2010 Salı

CEMAL SÜREYA'YA DAİR...





Bendeki Cemal Süreya hayranlığı üniversite öncesine, lisenin son dönemlerine kadar gider. Üniversitede şiirlerini okuduğum bu "Cins Şair"in hayatını okuma fırsatını da bu yıllarda elde etmişimdir. Şu bir gerçek ki birçok değerli sanatçımızın Cemal Süreya'nınki kadar detaylı bir biyografisi bulunmamaktadır.
Şairin hayatını tüm detaylarıyla, onun sözlerine ya da farklı kişilerle yaptığı röportajlara dayandıran bu yazılar Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'e ait. Bu iki değerli insan araştırmalarını ve kendi anılarını "Şairin Hayatı Şiire Dahil" adlı kitapta toplamışlar.Bense bu güzel kitabı gözlerim dolarak bitirmiştim hiç unutmuyorum.
Neyse sadede gelmeli. Kitapta, kitabı okumayan birçok insanın bilmediği türlü olay var tabii. Cemal Süreya'nın bazı şiirlerin hikayeleri bu
kitapta gizli. Kendi kitaplarında yer almayan bir sürü şiiri de tabii.
Bu yazımda bu kitapta geçen ve öğrendiğinizde "Vay be öyle miymiş?" diyebileceğiniz birkaç olaya değineceğim.
Orta okuldan bu yana Seniha adındaki bir kıza aşık olan üstat ilk evliliğini de Seniha Hanımla gerçekleştirir. O yıllarda Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi'nde eğitim gören Süreya, biricik aşkı Seniha ile nişanlanmayı aklına koymuştur:
..."Şairin babası Hüseyin Bey'in kaygıları vardır. Seniha'nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yoktur; üstelik ailesi de yoksuldur. Bunu söylediğinde Cemal Süraya'nın tepkisi ağır olur. "Biz yoksul değil miyiz baba!"der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
.....
1953'üm 23 Kasım'ında nikah kıyılır. Cemal Süraya'nın ailesinden tek kişi yoktur...
Canından çok sevdiği insan Seniha ile evlenmiştir Cemal Süreya. Evliliklerinin ilk dönemleri Süreya'nın okulu yüzünden ayrı geçer. İşte o dönemi çok güzel anlatan bir şiir
Ben Seniha Seber Ben Cemal Seber
Ben seni severim Ben de seni
Ben soba yaktım Ben tavukları hatırladım
Bulutlar güzel oluyor Beyaz da oluyor
Benim gözlerim var Benim mercimeğim var
Gözlerim iki tane Mercimekler yaşasın
Ve yıldızlar Senin yıldızların
Ve şiirler Benim şiirlerim
Ve sen Evet ben
Sen Ben
Niçin Niçin
Niçin mi
Biz
İkimiz
Dünyada
Bir taneyiz
Pour toi mon amour
Joi achete des fleurs
Biz Cemal ve Seniha Seber
Ve yaşamak tomur tomur dallarda
.................
Evet gördüğünüz gibi Süreya sevdiği kadına böylesine hasrettir. Babasına sırt dönecek kadar...
İlgimi çeken bu güzel hikayenin sonu oldu elbette dilerseniz bitirelim:
Cemal Süreya, Seniha Hanımı; onu üzdüğü günlerin ardından kaderin cilvesiyle mürekkep akıtan kalemine bakıp "Onu üzdüm ya, dolmakalem bile ağlıyor" diyecek kadar sevmiş olmasına rağmen gel-gitleri çok olan bir insandır. Zaman zaman neşesine diyecek yokken; zaman zaman şiddete varan öfkesiyle evliliği çekilmez hale getirmiştir. Bir keresinde yeşil zeytinli börek istediği Seniha'sının "peynirliden başka börek bilmem ki" lafına çok sinirlenmiş ve tokatı Seniha'nın yüzünde patlatmıştır üstad. Buna benzer durumların çoğalması ve şairin çalkantılı bir denizde oradan oraya sallanan bir tekne misali dengesiz oluşu bu evliliği bitirmiştir. Oysa Balzamin'idir Seniha Hanım şairin. Orta okul sıralarında kırmızı mürekkeple adına ilk şiirleri karaladığı kadındır. Evliliğinin ardından 4 farklı evlilik daha yapan sanatçı aradığı mutluluğu bulabilmiş midir acaba?
Balzamin'le bitirelim:


sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili

19 Aralık 2010 Pazar

NERGİS İLE YANKI


Yunan mitolojisine ilgi duyanlar Narkissos'un hikayesini bilir. Günümüzde "Narsizm" olarak adlandırılan psikolojik durumun dayandırıldığı hikayedir. Narkissos'un başına gelen talihsizlikler, insanın dünyadaki yerini ve duyguları karşısındaki acizliğini ifade eden güzel bir mitostur.

Bu mitos acı dolu bir aşk hikayesini barındırır. Dünyalar güzeli Echo (eko-yankı), herkesin sevgilisi, yakışıklı Narkissos'a aşık olur ancak aşkına karşılık bulamaz. Karşılık bulamayışı onu acılara gark eder ve güzeller güzeli Echo sevdiğine ah eder. Bu durumu Olympos dağından takip eden Tanrılar Narkissos'a çok kızarlar ve onu cezalandırmaya karar verirler. Dilerseniz bu güzel hikayenin devamını hikayeyi "Nergis ve Yankı" olarak dilimize kazandıran büyük şairimiz Melih Cevdet Anday'dan dinleyelim. Aynı zamanda Nergis çiçeğinin de hikayesi olan "Nergis ile Yankı" Rahatı Kaçan Ağaç adlı kitabındadır şairin.


NERGİS ile YANKI

Nergis dünyaya geldiğinde
Su perisi olan anası
Ona baktı da uzun uzun
Ya bu dünya güzeli çocuk
Göze gelirse diye meraklandı,
Dar attı kendini falcının yanına,
“Oğlumun ömrü uzun mu falcı baba?”

Falcı mavi saçlı periye dedi ki,
“Evet, ama hiç görmezse kendini..”

Delikanlı Nergis on altısında,
Sevgilisiydi herkesin.
Ama hiçbiri bu talihsizlerin
Sokulamamıştı yanına,
Çünkü döndüğünü bilmiyordu dünya,
Büyümez gibi büyüyordu bervak otu,
Kunduz bilmeden acıkıyordu,
Görmeden bakıyordu geyik.
Güzelliðini bilmeyen güzellik,
Issızdı görkemi içinde,
Nergis büyüsü içinde donuk donuktu.
Hani öğle saati amfitrit
Sallanarak derin sularda
Uyur ya ağýr, kibirli, alıngan,
Hani kayalık dağın doruğundan
Göz açıp kapayıncaya kadar
Yürek oynatırcasına iniverir ya
Uçurum telaşsız ve yaban,
Hani kaldırır başını orman dinler
Gülümseme nedir bilmeyen yavru şahin,
Hani papağanları ürkütür
Tavşanları kovalar yavru kaplan..

Bir gün kurduğu ağlara doğru
Sürerken ürkek geyikleri
Söze ilk başlamayı bilmeyen Yankı
Onu görüp vurulu verdi.
Ardına düþtü Nergis’in gizlice,
Tutup yalvarmak isterdi,
Yalvarýp sarmak isterdi,
Ama Yankı’ydı o, biri söylerse ancak
Ancak son sözleri yinelerdi.

Çevresinde bir şeyler sezinleyen Nergis
Dedi ki “Kim var yanımda benim?”
Yankı mutlu, ses verdi:
“Ben’im”

Nergis bakınıp dört yanına,
Kimsecikler görmedi, şaştı.
Çünkü görünmek için en uygun sözü bekleyen
Ormana saklanmıştı.

Aldandı Nergis kendi sesine
Bağırdı, “Gel birleşelim!”
Yankı ses verdi gene,
“Birleşelim!”

Ve sarılmak için özlediğine,
Çıktı ormandan.
Ama aldatıldığını anlayan Nergis
Onu korku ile itti.
“Çek beni kucaklamak isteyen ellerini
Ölürüm de sana öyle yar olurum.”
Yankı da son olarak dedi ki,
“Yar olurum.”
Ve ormanın içlerine çekildi.

O günden beri ıssız mağaralarda
Kendini yakıp bitiren Yankı
İşittirir sesini bütün çağıranlara,
Söylemek istediği içinde saklı,
“O da sevsin dilerim Tanrım,
Sevsin de kavuşmasın derim Tanrım”

Oralarda bir akarsu vardı.
Ne dağlarda otlamayı seven keçiler,
Ne çobanlar, ne bir sürü, ne bir kuş
Bozabilmişti duruluğunu bu suyun.
Hiç güneþ görmeyen bir kuyunun
Serinliği gibi serin, ne bir yaprak yüzer
Yüzünde, ne bir küçük titreyiş.

İşte av yorgunu Nergis
Uzandı bir gün içmek için bu suya
Görünce yüzünü birden bire suda
Başkası sandı kendini,
Başkası diye vuruldu kendine,
Kalakaldı güzelliğinin önünde.

Mermer bir yonuttu sanki yüzü,
Bir çizgisi bile oynamıyordu.
Nergis kendini kucaklamak istiyordu,
Seven de kendi, sevilen de.
Kaç kez kollarını boş yere
Suya daldırdı tutmak için bu başı,
Açlık da ne, yorgunluk da ne,
Hiçbir şey onu bu yerden ayıramadı.

Niye direniyorsun, söylesene,
Kaçıcı bir görüntü yakalamak için?
Sen dönünce yok olacak sevdiğin,
Seninle gelir, seninle gider gördüğün,
Sen kendinsin arkasından koþtuğun,
Niye direniyorsun, söylesene!

Büyülenmiş, kendini seyrederken öyle,
Suya damladı gözyaşları,
Bir bulanıklık oldu suyun yüzünde.
Silinip uzaklaşmaya başladı Nergis,
Sağlıcakla kal dedi ta derinden Nergis,
Düştü bitkin başı çiçekli çimenlere.

Nergis’in ölüsü bulunamadı,
Düştüğü suda şimdi safran rengi,
Beyaz bir çiçektir artık adı…

Melih Cevdet Anday

12 Aralık 2010 Pazar

İSTANBUL ÜZERİNE...

Sait Faik Abasıyanık'ın hikayelerinden alıp çıkardım İstanbul'u önce. O zamanlar sadece kartpostallardan ve televizyondaki anlık görüntülerden kafamda tasarladığım bir şehirdi 600 yıllık pay-i taht.
İlk gençlik dönemlerimde Orhan Veli'nin şiirlerindeki sıcaklık kadar her yolu düşene bir yuva diye düşünüyordum burayı. Ahmet Ümit'in öykülerinde anlattığı arka sokakları beni biraz tedirgin etti.
"Süper Baba" diye bir diziyle boğazının bir yakasına aşık oldum. Her mekanını o sıcacık sahil kavhehanesi gibi düşledim. İstanbul'u Çengelköy'den ibaret sanıyordum.
Öğretmenim Kız Kulesi'nin hikayesini anlattığında Binbir Gece Masalları'nın yaşandığı tılsımlı bir şehir olarak göründü gözümde. Topkapı Sarayı'nın ihtişamlı kubbeleri öylesine etkileyiciydi ki bir prensesin hala içinde geziyor olabileceğini hayal ettim.
Tarih öğretmenim Haliç denen yerin karadan gemiler yürütülmek suretiyle onca kuşatmadan sonra zaptedildiğini söylediğinde erişilmesi güç bir insan gibi saygım bir kat daha arttı.
Yahya Kemal nasıl bakıyorsa tepeden Aziz İstanbul'una ben de öyle bakmayı denedim defalarca. Kendi Gökkubbem'de o gizemli havayı soludum.
Yıllar geçti.
Tevfik Fikret'in "Örtün ey felaket sahnesi, örtün artık ey şehir, örtün ve sonsuz uyu ey dünyanın koca kahbesi" dizeleriyle karşılaştığımda afalladım. Kafamda böylesine yücelttiğim bir şehri düşünceleriyle beni mest eden bir adamın böylesine yerin dibine sokması şaşırttı. Attila İlhan'ın şiirlerinde anlattığı sokaklar beni ürküttü. Birileri bir şeylerden pek de hoşnut değildi anlaşılan.
Zaman gelmişti, şehri görme zamanıydı artık.
Şehir hayallerimdeki peri masallarında rastlanmayacak kadar büyük ;ama bir o kadar taş'tı. Neredeydi hayalimdeki o kubbeler, neredeydi Orhan Veli'nin çığlık çığlığa martıları. Önümde yalnızca yanıp sönen ve kilometrelerce uzaklara kadar görülebilen bir lale tarlasını andıran otomobillerin park lambaları...
Bekleyiş ve telaştan başka ne vardı?
Bir de ayaz tabii ki, soğuktu buralar Sait Faik'in hikayelerinin aksine...
Süper Baba'daki gibi gülen yüzler, sıcacık kahvehaneler arayan ben, yüzümü adeta kırbaçlayan yağmurun altında, sırılsıklam olmuş bir halde , telaşım burnumda hayalimdeki o kartpostalı yırtıp attım.

23 Kasım 2010 Salı

Ben Bir Öğretmenim,Öğrenciliği Hiç Bitmeyen...

Dünyanın bütün nimetlerini alın
Bana çocuk gözleri verin
O eşsiz saflığın penceresinden
Naif bir tabloda hatırladığım
Şiirler boyu satırladığım
Eskitilmiş hayatlar öğrenirim
Ben bir öğretmenim
Öğrenciliği bitmeyen....

(Şiir : Sezen Aksu )

Bu kutsal ve yüce mesleği icra eden tüm değerli öğretmenlerimize saygı ve minnettarlıkla...

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN


BUGÜN 24 KASIM. BUGÜN: BÜYÜK ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN MİLLET MEKTEPLERİ BAŞÖĞRETMENLİĞİNİ KABUL ETTİĞİ VE BAŞÖĞRETMEN UNVANINI ALDIĞI GÜNDÜR.


BU ÖNEMLİ GÜNÜ BEN VE ÖĞRETMEN ADAYI ARKADAŞLARIM BELKİ DE İLK KEZ BİR ÖĞRETMEN OLARAK KUTLAYACAĞIZ.


BÜYÜK DÜŞÜNÜR EFLATUN “TANRI, KENDİNE BİR MESLEK SEÇMEK İSTESEYDİ MUTLAKA ‘ÖĞRETMEN’ OLURDU.” DİYOR. EVET, ŞÜPHE YOK Kİ “ÖĞRETMENLİK” YANİ İNSANLARA BİR ŞEYLER ÖĞRETEBİLME VE SABIR GÖSTEREBİLME SANATI BU DÜNYADAKİ EN KUTSAL UĞRAŞLARDAN BİRİDİR.


ÖĞRETMENLER GÜNÜ DENİNCE AKLIMA İLKOKUL ÖĞRETMENİM GELİYOR. BÜYÜK BİR HEYECANLA ONA TOPLADIĞIMIZ KIR ÇİÇEKLERİNİ DÜŞÜNÜYORUM. SIRAYA GEÇİMİŞİZİ, HEDİYELERİMİZİ MASASINA SEVİNÇLE BIRAKIŞIMIZI TEBESSÜMLE ANIYORUM. GÜLÜMSEYİŞİ, MUTLU OLUŞU HİÇ ÇIKMIYOR AKLIMDAN. “KISITLI İMKALAR İÇİNDE NE BÜYÜK BİR ÖZENLE YETİŞTİRMİŞ BİZLERİ.” DİYEREK İÇ ÇEKİYORUM.

BUGÜN, ÖĞRETMENİMİN İÇİNDE KOPAN FIRTINALARI ÇOK DAHA İYİ ANLIYORUM. YANLIŞ BİR ŞEY YAPTIĞIMIZDA ÇATILAN KAŞLARINI, HER NE OLURSA OLSUN BİZLERE TOZ KONDURMAYIŞINI, BİR ANNE BİR BABA MİSALİ KANATLARI ALTINDA BİZLERE BİR YER ARAYIŞINI, ÇOK AMA ÇOK İYİ ANLIYORUM.


SON OLARAK BÜTÜN ÖĞRETMENLER ADINA BAŞTA BAŞÖĞRETMEN MUSTAFA KEMAL ATATÜRK OLMAK ÜZERE ONUN GİBİ ÖMÜRLERİNİ ÇAĞDAŞ, LAİK BİR TÜRKİYE UĞRUNDA FEDA EDEN BÜTÜN ÖĞRETMEN BÜYÜKLERİMİZE SESLENİYORUM:


“BİZLER YANİ BU YOLCULUĞUN İLK METRELERİNDE OLANLAR, TAŞIDIĞIMIZ YÜKÜN AĞIRLIĞINI OMUZLARIMIZDA HİSSEDİYORUZ. BIRAKTIĞINIZ YERDEN DEVRALDIĞIMIZ BU BAYRAĞI LAYIKIYLA TAŞIYACAĞIMIZDAN ŞÜPHENİZ OLMASIN. GELECEĞE UMUTLA BAKAN, KENDİ DEĞERLERİNİ ASLA UNUTMAYAN, ÇAĞDAŞ, LAİK, ATATÜRKÇÜ BİR GENÇLİK YETİŞTİRECEĞİMİZE SÖZ VERİYORUZ!

19 Kasım 2010 Cuma

BİR AKIM YARATMAK: GARİP


Hece dergisinin "Şiir Özel Sayısı"nı üniversite yıllarında didik didik etmişimdir. Bugün yeniden göz attım bu kalınca kitaba. 1940 sonrası Türk şiirinin gelişimini yeniden okuma ihtiyacı duydum.

Nazım Hikmet'in gerçek anlamda açtığı serbest şiir çığırı, Garip akımı ile anlam kazandı biliyorsunuz. Bu akımın temsilcileri Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet'tir.

Edebiyatımızın bilinçli yani bir bildiri ile okur karşısına çıkan akımlarından biridir "Garip". Garip akımından önce Fecr-i Ati'yi, Genç Kalemlerle Milli Edebiyatçıları ve pek işe yaramayan girişimleriyle Yedi Meşalecileri bu bildiri sahibi akımlar listesine alabiliriz.

Bu sıkıcı bilgilerden sonra bu yazıyı neden kaleme almak gereğini duydum belirteyim: Bu insanlar dünya dertleri içinde boğuşurken hangi duygularla şiirin gelmesi gereken noktayı düşünüyorlar, bu mevzuyu tartışıyorlar ve eyleme geçiyorlardı. Hepsinden de öte bu insanlar nasıl oldu da yüzlerce sanatçı arasından sıyrılarak bugün adlarını saydığımız ve edebi dünyayı sarsan akımların yaratıcıları oldular.

Garip akımını incelediğim için bu sorulara bu üç kafadarın hikayesiyle cevap vereyim.

Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat edebiyatta devrim denebilecek bir şey varsa onu gerçekleştiren 3 kafadardır. Bugün hayalini bile kuramayacağımız bir hareketin mimarlarıdır. Tabii bu gruba hükmettiği her halinden belli olan Orhan Veli'yi ayrı tutmalıyız.

Orhan Veli, 3 kafadar olarak ortak değerlere sahip bir şiir anlayışını haber vermek üzere oluşturacakları ve şiirlerinden izler taşıyan bir kitap hayal eder. Bu kitapta bu 3 arkadaş şiirlerinden örnekler sunacaklar kitabın önsözündeyse savundukları sanat anlayışını beyan edeceklerdir. Orhan Veli bu kitabın adının "Tahattur" (hatırlama) olabileceğini düşünmektedir. Yine de kafasında soru işareti kalmasın diye fikrini M.Kemal Kurşunoğlu'na açar. Kurşunoğlu bu kelimenin eski olduğunu başka bir şey denemeleri gerektiğini belirtir ve ekler: "Bence sizin şiirleriniz başkalarınca yadırganıyor, onlara farklı, garip geliyor buna göre bir isim seçmelisiniz."Der. Orhan Veli "Garip" adını benimsemiştir. Farklı anlamındaki sözcük aynı zamanda gurbet olgusunu yaşayan insan anlamındadır. Gerçekten de bu 3 kafadar o dönemlerin şiir dünyasında gurbeti yaşamaktadırlar.

Akımın adının nasıl ortaya çıktığını gördünüz. Dediğim gibi bugün hayalini dahi kuramayacağımız bir tanınma sürecinin ilk adımı böyle atılıyor. Düşünsenize tek başınıza ya da arkadaşlarınızla bugünkü edebiyat dünyasını sarsabilecek bir akım yaratma çabası içinde oluyorsunuz. Bütün imkanlarınız var (internet, iletişim,ulaşım,teknoloji vb.) Ne kadar başarılı olabilirdiniz?

Neyse bu 3 kafadar savundukları sanat anlayışlarını çok enteresan bir biçimde, yani adlarına yakışır bir biçimde yaymayı uygun görmüşlerdir.

Garip akımı Türk şiirinin 600 yıllık geçmişini topyekun reddeden, şiiri sanatlı söyleyişten ve beylik laflardan ve gelenekten koparmayı amaçlayan o döneme göre inanılmaz radikal özellikler taşıyan bir akımdır. Orhan Veli ve arkadaşları vezinsiz, sanatsız günlük yaşamın naif yanlarını ele alan böylesine farklı bir anlayışı yaymak için değişik yollar denemiştir. Orhan Veli sazlı sözlü sohbetlerde asla kendinden bahsetmeden arkadaşlarının şiirlerini seslendirmiş, kendini işin içine pek koymadan onların üsluplarını övmüş ve anlayışlarını onların ağzından dile getirmiştir.

Yine Orhan Veli dikkat çekmek için koca bir çelengi alarak dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandıkları meclislere girmiş, bir başka gün eline bir sürü balon alıp aynı işi tekrarlamıştır.

Melih Cevdet'in anılarında belirttiği gibi bu üç kafadar farklı olduklarını ispat mecburiyetindedir. Bunu hem hayatlarındaki farklılıklarıyla hem de tavırlarıyla da göstermeyi amaçlarlar. Örneğin, Orhan Veli, dönemin ünlü şairleriyle edebiyat sohbetleri sırasında -pek çok devirdaşının para ve iş istemesinin aksine- getirmeyi planladıkları yeni anlayışı sakinlikle savunarak üstadları sinir eder, iş ya da para gibi isteklerini dile getirmediği içinse üstadların bu istekleri redderek intikam almalarına engel olur.

Evet bu makaleyi okuduğumda kafamdaki soru işaretleri de silinmiş oldu. Şiirleriyle beni gülümseten bu üç kafadar hakikaten şiir dünyasının gülen ve güldüren yüzleriymiş. Şiirleri ikinci yeniciler ve toplumsal gerçekçiler için bir "saçmalık" ve "basitlik" abidesi olarak görülmüşse de edebiyat dünyasındaki yerleri açıktır. Günümüzde böyle bir adımın atılabilmesi, devrin şartlarını düşününce mümkün görünmüyor. Keza şiiri, sanatı böylesine kendine dert edinmiş bir topluluğun olmayışı da buna zemin hazırlıyor.

Sıkıcı yazımı yine merakımın bir meyvesi ile bitireyim. pandora.com.tr adresinden dilerseniz yukarıda bahsettiğim 1941 yılında basılan o nadide eser "Garip" kitabına ulaşabilirsiniz. Orijinali değil tabii, tıpkı basımı. Ben almayı planlıyorum, böylesine eserler kitaplığımda bulunmalı diye bir rahatsızlığı olanlara duyurulur!

BAKİ'NİN BİR GAZELİ ÜZERİNE

Yine Divan'dan açacağım sözü. Bu nedenle amaaan gene mi eskiler yahu, " eskiye mazi, yeniye niyazi" haydi benden bu kadar diyenler varsa bu cümleden sonrasını boşversin:D

Şöyle bir Divan Şiiri Antolojisini dolaşırken, üniversitede öğretmenlerimizin bize okuduğu o harika gazelle karşılaştım ve paylaşmak istedim sizlerle. Bu bahsettiğim gazelin sahibi Baki. Aslına bakarsanız taa 16.yüzyıldan yani 1500'lü yıllardan günümüze toplumsal gerçeklerle ilgili harika işaretler göndermiş Baki bu gazelinde. Hani zaman çok kötüye gidiyor, nerede o eski aşklar vb. deriz ya aslında o yıllarda da durum günümüzdekinden pek farklı değilmiş. Şikayetler 400 yıl geçmesine rağmen aynı. Bakın beraber inceleyelim gazeli


*****Gazel******

Açıl bağun gül ü nesrini ol ruhsarı görsünler
Salın serv ü sanavber şive-i reftarı görsünler

*Bağın gülü sen yüzünü aç da o güzel yanağını görsünler;salın salın da servi ve çam senin o yürüyüşünü(çalımını) görsünler.

Kapında hasıl itdi bu devasuz derdi hep gönlüm
Ne derde mübtela oldı dil-i bimarı görsünler

*Gönlüm bu devasız derdi hep senin kapında kazandı;hasta gönlümün nasıl bir onulmaz derde tutulduğunu görsünler.

Açıldı dağlar sinemde çak itdüm giribanum
Muhabbet gülşeninde açılan gülnarı görsünler

*Göğsümde yaralar açıldı, yakamı parçaladım;sevginin gül bahçesinde açılan nar çiçeğini görsünler

Ten-i zarumda pehlüm üstühanı sayılur bir bir
Beni seyr itmeyen ahbab musikarı görsünler

*Zayıf bedenimdeki kaburga kemikleri bir bir sayılabilir; beni görmemiş olan dostlar aynen bana benzeyen musikarı (musikar, kayaların üzerinde durarak gagasını açan ve bu sayede ciğerine dolan rüzgarla sesler çıkaran oldukça zayıf bir kuş türüdür. musiki sözcüğü buradan gelir.) görsünler.




Güzeller mihriban olmaz dimek yanlışdur ey Baki
Olur vallahi billahi heman yalvarı görsünler

*Ey Baki! Güzeller acımaz, şefkat göstermez demek yanlıştır; vallahi billahi gösterirler hele biraz yalvarı görsünler.


Evet gazel böylece sonlanıyor. Dikkat ettiyseniz son beyitle, diğerlerini biraz ayrı tuttum. İlk dört beyitte, klasik mazmunlarla sevgiliye duyulan hasret, sevgilinin güzelliği gibi unsurlar anlatılıyordu. Ancak son beyitte bu yazıyı yazmama neden olan sözcüklerin sıralandığını görüyoruz. Şair güzellerin şefkat, merhamet göstermeyen bir insan olmadıklarını söylüyor bütün bir Divan geleneğine karşı çıkarak. Tabii niyeti ikinci dizede belli oluyor. Şair sözünü "Yeter ki biraz yalvarı görsünler"cümlesi ile tamamlıyor. "Yalvar" tahmin edeceğiniz gibi günümüzdeki "yalvarmak" eylemidir. Biraz yalvardığınızda, yalvarı gördüğünüzde yani yalvarıverdiğinizde o hırçın güzellerin şefkat ve merhametle yaklaşacaklarını belirtiyor Baki. Öyle mi diyor gerçekten acaba:D ??? Hayır tabii ki böyle büyük bir şairin bu kadar basit, cezbedici hiçbir yanının olmadığı bir beyit oluşturması beklenemez. Baki burada yalvar sözcüğünü tevriyeli bir biçimde kullanıyor. "Yalvar" bir para birimidir. Hindistan bölgesinde kullanılmaktadır. Yani biz okurlar öncelikle "yalvarmak" eylemini düşünüyoruz; ancak sözcüğü irdeleyince aslında devrinin belki de bütün devirlerin şikayetini dillendirmiş olduğunu anlıyoruz Baki'nin. Para her kapıyı o devirde de açıyormuş.

Demiştim, ah nerede o eskiler diye ağlayanlara inanmayın!:D Bakın 500 yıl evvelinde de aynı şeylerden şikayet ediliyormuş:D Sevgiyle...


18 Kasım 2010 Perşembe

LÜGAT


doğum gününü tanımlayabilirim
bir şairin şiir yazması gibi
alın yazısı en etkileyici sözlerle
yazılmıştır kara kaplı bir deftere

çocukluk yaşamın oyun bahçesidir
dalından yeni koparılmış bir çiçek gibi kokar
insan yüzündeki yapraklar artsa bile
bu dikenli çiçeği sımsıkı tutar.

aşkı tanımlayabilirim
aşksızlığı bir de
aşksızlık ölüme ağlamaklı bakmak
sonsuzu sonlu sanmaktır
aşk sonsuzu ölümüne yaşayıp
bir sonluya aldanmaktır

yalnızlığı tanımlayabilirim
tanımlayabilirim ki yalnızlık
fırlama ve arsız bir adamı
gözü görür kulağı duyarken bile
kör ve sağır bırakan bir karanlık

ölüm, tanımlamaların bittiği andır
yolculuğa benzetirim bir de
bir şiirin bitişi gibi
bir yağmurun ansızın indirişi gibi
toprak kokusu gibidir bir de
ölüm, damardaki son damla kandır.

Murat Gil

SESSİZ MÜZİK

Uzun süredir herhangi bir şiir güzel gelmiyordu bana. Oldukça fazla şiir okuduğumu sanıyorum ve olağanüstü olduğunu düşündüğüm bütün şiirleri (Türk) okumuşumdur diye düşünürdüm. Meğer henüz hiçbir şey okumamışım. Çok beğendiğim bir şiir daha oldu:


Sen kış güneşi misin
Yakarsın ısıtmazsın

Bir ırmağın ortası yoksa
Seni mi hatırlayacağım

Bu dünyada olup bitenlerin
Olup bitmemiş olması için
Ne yapıyorsun

Sizin evin duvarları taştan
Dumanı da mı taştan

Seni kız arkadaşlarından
Sevinç gözyaşları içinde
Öpen olmayacak mı

Ezberlediğin şiir

Beklediğin adam



(1955,Ocak) Sezai Karakoç

16 Kasım 2010 Salı

TİTANLARIN SAVAŞI


Bu filmin senaristin hayal gücüne bağlı bir yapım olduğunu düşündüğümden uzun süre izlememiştim. Oysa "Titan" kavramının Yunan mitolojisinde "Tanrı" kavramıyla örtüştüğünü Sunay Akın'ın "Önce Kadınlar ve Çocuklar" adlı güzel kitabından öğrenmiştim. Buna rağmen niçin mitolojik bir hikaye olduğunu çıkaramadım anlayamadım.

Neyse geç de olsa bu güzel yapımı izleme fırsatı buldum. Holywood'un en iyi yanı dünyaya mal olmuş birçok olayı harika efektler yardımıyla izleyicinin önüne sunması. Bundan evvel mitolojik olayların yer aldığı birçok film izledik. Bunların en etkileyicisi tabii ki meşhur Troya Savaşlarının ve Achilles'in kahramanlıklarının anlatıldığı "Truva" filmiydi.

Yunan mitolojisinin o fantastik yanı sanırım birçok insanı etkilemiştir. Günümüzde benim diyen yazarın kurgulayamayacağım hikayeleri fantastik karakterler eşliğinde bulabilirsiniz bu mitolojide. Her şey bir yana çok güzel bir şekilde kurgulanmış Türk mitolojisinin ülkemizde aynı değeri bulmuyor olması beni üzmüyor değil. Bir ara Türk mitolojisinden hikayeler almayı planlıyorum Edebiyat Meclisi'ne.

Sözü uzatmayalım. Filmde mitolojinin yarıtanrılar grubunda yer alan Perseus'un ölüm tanrısı olan Hades ile olan mücadelesi anatılmakta. Filmin yorumlarını okuduğumda pek çok izleyicinin "Pek bir şey anlamamdım yaa!" diyerek serzenişte bulunduklarını gördüm. Film dediğim gibi mitolojik unsurlarla çevrili ve filmden keyif alabilmek için sadece görsel efektlerle yetinen biri olmamalısınız. Yunan mitolojisinin belli karakterlerini de biliyor olmanız gerekmekte. Filmde yılan saçlı "Medusa" ve yeraltı dünyasının büyük canavarı "Kraken"i çok başarılı buldum. Zaten Amerikan film endüstrisi pek problem yaşamıyor böyle uyarlamalarda. Yine çok başarılıydı. Baştan aşağı 3 boyut teknolojisi ile hazırlanan İngiliz destanı Beowolf''ta da aynı keyfi almıştım hatırlıyorum. Filmi oldukça başarılı buldum.

Perseus rolündeki Sam Worthington bu role çok yakışmış. Avustralya'lı aktörde Akdenizli tipi oluşu rolünde başarılı olmasını sağlamış bana kalırsa. İo rolünü başarıyla yerine getiren Gemma Arterton da filmde dikkat çekiyor.Liam Neeson ise olabilecek en iyi Zeus olmuş.

Neyse bu filmi şiddetle tavsiye ediyorum. Mitoloji meraklıları kaçırmışsa mutlaka edinsinler. Keyifli seyirler

15 Kasım 2010 Pazartesi

KURBAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

SERE SERPE


Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!

Orhan Veli Kanık

14 Kasım 2010 Pazar

SAKATIN RÜYASI


Bazen rüyamda, hiç yorulmadan koştuğumu görürüm. Durmadan; nefes nefese bile kalmadan. Bir adımımla kilometreleri aşabilirim bazen. Bazen bir arabanın yanında, bazen birilerinden kaçarken görürüm kendimi. Beni hiç yakalayamazlar. Dün geceki rüyamda da kaçıyordum yine. Hayatımda küçük ya da büyük yeri olan bütün insanlarla dolu bir gemideydim. Bilmediğim bir nedenden ötürü, beni gördükleri anda peşime düşüyorlar, ama asla bana yetişemiyorlardı. İnsanların ve eşyaların arasından yılan gibi sıyrılıyor, her seferinde izimi kaybettiriyordum. Hiç yorulmuyor, uyandığım ana kadar koşuyordum hala…

Ben koşmayı bilmem, yorulmayı da; belki de bu yüzden hiç yorulmam rüyalarımda.



YAZAN: PIRIL SESLİ

31 Ekim 2010 Pazar

DÜZEN ADAMLIĞI VE DÜZENDIŞILIK


....
Tanrı kalemimden aldı
Şairaneliğimi
İçi boş bir düzen adamı kaldım aranızda
Artık ilgilenmiyorum da
Tasanızla
Yeni sözcüler seçin
Aranızdan

diye son bulan "Jübile" adlı şiirimde "düzen adamı" olarak belirttiğim şahsiyeti ve düzendışılığı" değerlendirmeye çalışacağım elimden geldiğince.

düzen diye tabir ettiğim sistem günümüz insanını esir almış olan örümcek ağından başkası değildir. günümüzde insanın içinde bulunduğu vaziyeti belirleyen statülerdir. bundan bin yıl önce de statülerin hayatımızda büyük önemi olmaktaydı; ancak statülerin belirlenmesinde günümüzün vahşi kıstaslarının yanında bilgi birikim, dünyaya bakışın farklı oluşu, yaratıcılık yeteneği gibi kıstaslar da bulunmaktaydı. sizin anlayacağınız sanatçı denen kişi yarattıklarıyla değer verilen bir şahsiyet haline gelebiliyor, onun farklı oluşu saygıyla karşılanıyor ve hatta kimi dönemlerde bu hal ödüllere layık görülüyordu.

Sanayi devriminin ardından dünyanın ekonomik yapısının değişmesi, teknolojiyle birlikte bireyin yalnızlaşması düzenin iyice zalimleşmesine, insanların tamamiyle kuralları önceden belirlenmiş bir oyunda piyon olarak kalmalarına neden oldu. Günümüze geldiğimizde insanın en önemli özelliği olan "yaratıcılık" yetisinin çok da değer görmediğini görüyoruz. Sistemin işine yaramayan tüm yaratılar değersiz olarak kenara ayrılmaktadır. İnsanlar önceden belirlenmiş beğenilere yönlendirilmekte, modalaşan kavramlar adeta dayatılmakta, tüketim adına insanlar aç birer kurda dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Başarı da sağlanmıştır pek tabii.

Düzen farklılıkları redderken toplumu tek tipleştirmekte "trend" diye adlandırılanın dışına çıkanıysa dışlamakta böylelerinin yaşamasına izin vermemektedir. düzenin dışına çıkanın sonuysa büyük bir ihtimalle büyük bir yalnızlık ve onu takip eden mutsuzluktur. hakiki bir mutsuzluktur tabii. düzen "mutsuzluk"larını dahi kendine göre geliştirmiştir. düzen mutsuzluklarını dahi ranta çevirmeyi başarmıştır.

Yukarıda belirttiğim "düzen" unsurlarına çıkmaksa bir insan için neredeyse imkansız artık günümüzde. Düzen dışında kalarak mutsuzluğu seçen günümüz sanatçılarının büyük bir bölümü dahi bu sistem içinde yaşam sürdüklerinden pek fazla direnemiyor ve sistemin gerektirdiği gibi hareket ediyorlar. Onların da yaratılarının rant ve statü kazanma isteğine hizmet ettiğini gözlemliyoruz.

Bütün bunları düzen dışı olduğunu iddia edip düzenin pençesindeki sanatçıları eleştirmek için yazmadım. Keza düzen dışı yaşadığını iddia edip düzen adamı diye nitelendirdikleri insanları eleştirenleri de pek haklı bulmuyorum. Dünya'da tarih boyunca kurulan düzenler varlıklarını belli bir zümrenin ya da sermayenin isteğine göre devam ettiriyor. Büyük çoğunluksa bu düzenin bir parçası olmaktan kurtulamıyor. Bu anlamda düzen dışı olduğunu iddia edenlerin de bu düzenin bir parçası olduğuna inanmaktayım.

Sanıyorum ki en hayırlısı bu iki kavramın da farkında olabilmek. Yine sanıyorum ki düzenin bireyi yok edecek yanlarını iyi etüd ederek ona göre yaşamak; bunu yaparkense düzen dışı tüm davranışları -en azından gönülden -desteklemek ve o tarz bir yaşamı kendilerine ütopya belirlemiş bireylere saygı duymak en doğrusudur.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çirkin Çocuk Günceleri – 2


Üzerimden attığım yorganın aslında sandığımdan daha ağır olduğunu yatağın içine oturunca anlıyorum. Omuzlarımda ufak bir ağrı var. Ellerimle istemsizce ovuşturuyorum. Kirlenmeye başlamış çarşafa takılıyor gözüm, bir süre hiç kıpırdamadan duruyorum. Ne yapmalıyım şimdi. Dudaklarım aralanıyor ama ses çıkmadığını kulaklarımda ki boşluktan anlıyorum. Evet diyorum herkes gibi bir şeyler yapmalı. Uyanınca ne yapılıyorsa onu. Yüz numaraya uğramalı, elimi yüzümü yıkamalı. Onlar gibi olmalıyım. Ya sonra… Sonrasını da sonra düşünürüz diyorum.

Ayaklarımı sallandırıyorum yataktan. Sürüye sürüye geçiyorum odalardan. Yalandan bir su çarpıp suratıma geri dönüyorum başladığım yere. Yine bağdaş kuruyorum yatağın içinde. Sesler artmaya başlıyor ya öğlen oldu diyorum ya da ikindiye yaklaştık okuldan çıkıyorlar. Odanın karanlığını aralıyorum perdelerde ve anlıyorum öğlenin çoktan geçtiğini. Karnımdan gelen seslerde onaylıyor bunu. Giyinip kendimi dışarıya atıyorum.

Çocuklar öbek öbek geçiyor yanımdan. Bazıları iki kişi mahcup bir gülümseme takınmışlar dudaklarına. Belli ki ilk defa birinin eli değiyor ellerine. Yanakları al al. Nasıl da özeniyorum onlara. Lise de kimsenin elini tutmadığımı hatırlıyorum. Bana imalı bakan tüm kızlara düşmanca davranıp ağlattığımı. Neyin intikamıydı aldığım sanırım anımsamıyorum.

Adımlarımı hızlandırıyorum öğrenci kalabalıklarını yararak ve nereye gittiğimi bilmeyerek ilerliyorum. İstiyorum ki hava kararsın artık. Çocuklar çekilsin sokaklardan. Bizim gibi yaşlı bıkkın insanlara kalsın meydanlar. Baya zaman geçtiğini sızlamaya başlayan ayaklarım anlatmaya çalışıyor bana. Geçerken lokantalara bakıyorum yarı aydınlık bir yer arıyorum kendime. Kimsenin yüzünün seçilmediği amacın sadece yemek yemek olduğu bir yer. Sonun da sokağın dibine sıkışmış tavanı diğerlerine göre oldukça alçak bir yer buluyorum. Kapıda önlüğünün rengi grileşmiş, ellerinin üstünde ki kıl demetleri karanlığa rağmen seçilebilen orta yaşı geçmiş bir adam karşılıyor. Buyur abi diyor çorba sıcak, dönerde var. Midemin sesleri otur diyor bana. Oturuyorum köşeye. Sırtımı duvarın soğuğuna veriyorum. Kelle paça diyorum var mı olmaz mı abi diyor şivesinin tüm içtenliğiyle. Kap gel o zaman diyorum çok açım. Limonlu sirkeli dumanı üstünde tüten çorba az sonra geliyor masaya. İştahıma ben bile şaşıyorum, üçüncü sınıf bir lokanta da hem de böyle bir çorbayı bu denli açlıkla yiyişime şaşıyorum!

Yenen yemek, içilen çaydan sonra yine atıyorum kendimi sokağa. Ekim kasımın habercisi gibi, saat ilerlediğinden olsa gerek üşütmeye başlıyor. Gece yarısına az bir zaman var. Kimi evlerin ışıkları sönüyor, düzenli aile bunlar diyorum sabah sekiz akşam beş. On bir dedi de mi yatak. Aslında hiç de fena gelmiyor kulağa ama bana göre değil. Hâlâ kalabalıklığını koruyan sokaklardan geçiyorum. Arsız kadınlar, yılışık erkekler. Ne güzel diyorum orta da hiç çocuk yok. Görmüyorlar bunları. Nasılsa bir gün bunlarla tanışacaklar bu kadar erken olmasına gerek yok. Yılışan bir kadını tersleyip, adımlarımı hızlandırıp evime doğru gidiyorum. Her gün tekrarlanan ritüeli tamamlamak için.


BURCU AKKANLI

17 Ekim 2010 Pazar

Çirkin Çocuk Günceleri – 1

Çirkin Çocuk Günceleri – 1

Karanlığın katmanlarının olduğunu öğreniyorum. An be an artan aydınlık özlemimin içinde. Karanlığın elleri alnım da geziyor. Korkmuyorum. İnsanlardan daha yakıcı ve daha acımasız olamaz ki.

Gözlerim kapalı, günün aydınlandığını sokağa doluşan seslerden anlıyorum. Artan çocuk sesleri bana okul saatinin yaklaştığını anlatıyor. Gözlerim de canlanıyor mavi önlüklü çocuklar. Gruplar halinde koşuşan ve onların arkalarından ilerleyen tek başlarına çocuklar. Sırtların da çantalarının yükünden başka, görünmez acılar taşıyan, sessiz, sakin ve geneli gözlüklü çocuklar. Yeryüzüne yanlışlıkla atıldıklarını düşünürler. Ama sessizce kimseye dillendirilmemiş acılar gibidir bu hisleri. Yasaklanmış bir cümle gibi koyunlarında taşırlar. Yürürken tekrarlarlar, inanmasalar da bugün güzel olacak bugün güzel olacak. Oysa kendileri bile inanmazlar bu dediklerine.

Gözlerimi açmıyorum açarsam sanki her sabah o yalancı gülücüklerini yüzlerine yapıştırıp çıkan o kimsesiz çocuklar kaybolacaklar gözümün önünden. Oysa hatırladığım en önemli anılarımdan biri o çocuklar. Nereden tanıyorsunuz demeyin bana. O sır hala takılı kursağımda. Onlar yürüyor oysa ben gözlerim kapalı bekliyorum. Değişmiyor hiçbir şey. Oysa büyüyünce geçer sanıyordum. Değiştirebilirim her şeyi, ama olmuyor. Şimdi karşılarına geçip, kollarından tutup silkelesem onları uyanın desem, büyümeyi beklemeyin hiçbir şey değişmeyecek aklınızı başınıza toplayın uyanın! Ama yapamam inanmazlar ki bana. Kendimden biliyorum bende olsam inanmazdım onlara.

Yol uzuyor okulun kapısında duran büyük çocuklar ilişiyor gözüme. İstemsizce kasıyorum bacaklarımı koşmaya hazırlanır gibi. Biri gelip dikiliyor karşıma. Anlamlandıramadığım sözcükler dökülüyor ağzından sadece dudaklarının kıpırdadığını fark ediyorum. Gerisi umurumda değil. Çok ufak bir çocuk değilim oysa istesem o kocaman burnunun üzerine bir yumruk sallayabilir, tüm hayatımı değiştirebilirim ama yapmıyorum omuzlarım daha da düşüyor. Yavaşça yürüyüp geçiyorum yanından. Elini kulağımda hissettiğim de çok geç olduğunu biliyorum ama hiç tepki vermeden benimle dalga geçmesinin bitmesini bekliyorum. Keyfi kaçıyor direnmeyip, yalvarmayınca bırakıyor beni. Küçümseyen bakışları üzerim de hissediyorum. Yürüyorum. Okulun içi daha da kalabalık. Sesler bir uğultu gibi. Alışığım. Merdivenleri tırmanıp dalıyorum sınıfıma. Sanki bir gölgeyim hiçbir ses hiçbir merhaba gelmiyor. Oturuyorum sırama. Buna da alışığım.

Gözlerimi açıyorum. Geceden daha acıtıcı şeyler olduğunu biliyorum demiştim. Var işte. O çocukları kurtaramıyorum ve onların hayatları benimkinden farksız olmayacak biliyorum.

Devam edecek….


BURCU AKKANLI

13 Ekim 2010 Çarşamba

KAPTANSIZ BEŞ YIL


“KAPTANSIZ BEŞ YIL”

Attila İlhan’ı kaybedeli 5 yıl olmuş. Seneler ne de çabuk geçiyor. O, Türk edebiyatının yaşayan son büyük şairlerindendi. Onun ölümü edebiyatımızı elsiz ayaksız, öksüz bıraktı. Ardında hafızalara kazınmış, anılarımızı süslemiş bir sürü şiir, roman, televizyon programı ve film bıraktı üstat.

İzmir’in Menemen ilçesinde gözlerini dünyaya açtığında gelecekte böylesine bir şahsiyet olacağını biliyor muydu acaba İlhan? Arkasından “Kaptan” diye sesleneceklerini? Lise yıllarında sevdiği kıza gönderdiği mektubuna iliştirdiği Nazım Hikmet şiirlerinin onu zindana tıkabileceğini düşünmüş müydü hiç? Bir 11 Ekim sabahı fenalaşarak bu dünyaya veda edeceğini…

Kaptan, 5 yıldır aramızda değil. O meşhur şapkasını takıp Karşıyaka’nın sahillerinde, İstanbul’un sisli bulvarlarında yürürken kimsecikler görmüyor onu. Televizyondaki tatlı sohbetlerini de dinleyemiyoruz artık. 5 yıldır bu İzmirli delikanlının boşluğunu en derinlerimizde hissediyoruz.

“Her ölüm, erken ölümdür” der Cemal Süreya. Attila İlhan’ın ölümü de öyle geldi bizlere. Ama o bizim gönüllerimizde eşsiz eserleriyle sonsuza dek yaşayan büyük ustaların arasında yerini aldı. Ona, onun sözleriyle beş yıl sonra yeniden seslenelim istedim. Nur içinde yat KAPTAN!!

üstüme varma bulutları tutamam
böyle paldır küldür gideceklerdir
gelmezsen fark etmez kimseyi aramam
asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
onlarla yaşarım eğer yaşarsam

olur mu gecemi yeşile çalmak
yıldız çivilemek parmak uçlarıma
ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
hiç doğmamayı isterdim ama
bir kere doğmuşum ölmek yasak

12 Ekim 2010 Salı

"KEDİ ÖLDÜREBİLECEK YARATIKLAR" İÇİN İMZA KAMPANYASI


Bir canlıyı göz göre göre yani canice hisler taşıyarak katleden insanoğlu denemeyecek yaratığı onun böyle bir yaratığa dönüşmesinde emeği olan herkesi ve her şeyi bütün kalbimizle kınıyoruz!

Edebiyat Meclisi




http://www.sessizkalmasucaortakolma.com/dilekce/dilekce_detay.asp?id=584&DURUM=2 tıkla imzala

Kanunda SUÇ olarak tanımlanmayan katliamlar hakkında kamuoyunun dikkatine!

Kanunda SUÇ olarak tanımlanmayan katliamlar hakkında kamuoyunun dikkatine!

İzmir Bornova’da meydana gelen şiddet olayı hakkındadır. Geceyarısı beş üniversiteli genç evlerinde ve ders çalışıyor olmaları gereken saatte, yanlarında şiddete zorladıkları, zorla KATİL yapmaya çalıştıkları masum bir köpekle bir kediye uyguladıkları vahşetle güvenlik kameralarına yakalanmışlardır.

Bu gençler geceyarısı herkes uyurken köşede kutuya sığınmış bir kediye saldırıp başını ezerek öldürdüler. Sadece canları öyle istediği için bir başka canlıyı hunharca katlettiler.

Medeni bir hukuk ülkesinde yaşadığımıza olan inançla şikayetimizi hazırlıyorduk ki bu SUÇ'un Türk Ceza Kanunundaki karşılığını bulamadık. Kamu vicdanını yaralayan ve toplumsal barışı, sade vatandaşların güvenliğini tehdit eden bu hunharca hareket SUÇ olarak kanunlarda tanımlanmıyor. Bu sefer imzalar KANUNDA YAZILMAMIŞ, KAMU VİCDANINDA SABİT OLMUŞ SUÇLARIN CEZALANDIRILMASI içindir.

Biz aşağıda imzası bulunan YAŞAM HAKKI SAVUNUCULARI bu şekilde keyfe keder işlenen ve bir sonraki aşamasında insana yönelecek şiddetlerin GERÇEKTEN SUÇ OLARAK KABUL EDİLMESİNİ & TÜRK CEZA KANUNU KAPSAMINDA cezalandırılmasını talep ediyoruz.

Bu yüzyılda ülkemizde halen bu gibi SUÇLARIN kabahatten sayılmasını ve böylesine psikopatların aramızda elini kolunu sallayarak dolaşmasını kınıyoruz.

Saygılarımızla