30 Ağustos 2010 Pazartesi

KİTAP İNCELEMESİ: CARİYE

Okumadan önce önerdiğim kitapları okuduktan sonra değerlendirmeye çalışıyorum. Böylece kitabı önceden ya da önerimizden sonra okumuş arkadaşlarla tartışma fırsatı bulabiliriz diye düşünüyorum.

Gül İrepoğlu'nun Cariye adlı kitabını bir iki gün içerisinde okuyabildim. 144 sayfalık fazlaca hacimli olmayan bir roman Cariye.

Kitaptan nasıl haberdar olduğumu şöyle ifade etmeliyim: NTV'de adını hatırlayamadığım, daha çok tarihi meselelerin uzmanlarca konuşulduğu çok yararlı bir program var. O programda geçtiğimiz haftalarda Osmanlı'da Harem konusu konuşuluyordu. İlgiyle izledim. Bilmediğimiz ne çok şey varmış Harem'le ilgili.

Harem tarihten hoşlananlar için çok merak edilen bir konu başlığı. Topkapı Saray'ında bile Harem'i gezmek ekstra paraya tabi biliyorsunuz. Hayallerimizin aksine saltanat sahiplerinin hayatlarını idame ettikleri bu mekanın öyle inanılmaz erotik, egzotik bir ortam olmadığını öğrendim. Hatta çağdaşı birçok Avrupa medeniyetinin Haremleri yanında bizimkiler oldukça mütevazı kalıyormuş.

Neyse kitabı bu programda konuşmacı olan sanat tarihi profesörü Gül İrepoğlu'nun ağzından duydum. Kitabının tanıtımını Harem hayatı ile ilgili kah Türk kah yabancı yazarlarca yazılan birçok kitabı eleştirerek yapmıştı. İrepoğlu ve diğer konuklara göre Harem üzerine yazılan romanların tamamına yakını inanılmaz fantaziler içeriyor, romanlarda geçenlerin gerçekle yakından uzaktan ilişkisi olmuyordu. İrepoğlu'ysa romanında yazdıklarını çok uzun yıllar boyunca kaynak taraması yaptıktan sonra kaleme aldığını bildiriyor; Sultan I. Abdülhamit'in arşivlerde bulunan bir cariyesine yazdığı aşk mektuplarından yola çıktığını ifade ediyordu.

Bu sunumdan etkilenmedim dersem yalan olur. Keza tarihi romanları hele ki gerçeklik üzerine bina edilmiş olanları çok seven biri olarak derhal kitabı temin ettim.

Roman, romanın tanıtımında da belirtildiği üzere Aşkıdil adlı bir cariye, Sultan ve Haremağası üçgeninde geçmekte. Yazar romanını kahraman bakış açısı ile yazmış. Roman boyunca bu üç kahramanın iç konuşmalarına şahit oluyorsunuz. Günümüzde çok tercih edilen bir yöntem bu.

Özellikle Aşkıdil'in Sultan'a sunmayıp saklamayı tercih ettiği mektuplardaki aşk betimlemeleri bir harika.

Yazar bir sanat tarihçisi olduğundan mekan ve kıyafet tasvirlerini de gerçekten hakkını vererek yapıyor. Kullanılan dil zaman zaman Osmanlı Türkçesi'ne ait unsurları içerse de okuyucunun zihnini dağıtacak nitelikte değil bu kullanım.

Devrin tarihi gerçekliğinden kopmadan saray yaşantısı içine giriyorsunuz. Kitabı okurken belki de gerçekten olaylar böyle gelişmiştir diyorsunuz. Birebir olmasa da tarihte yaşananlarla büyük paralellik taşıdığına inanıyorum.

Bütün bunlara rağmen kitabın sığ kaldığına inanıyorum. Sanki olayları biraz daha çetrefil hale getirip okuru tatmin etmeliydi İrepoğlu. Bu anlamda romanın kurgusunun çok yeterli olmadığı kanısındayım. İçerik çok etkileyici iken bu kadar basit bir anlatım olmamalıydı diye düşünüyorum. Bunu da yazarın aslında tam bir yazar değil de akademisyen oluşuna bağlıyorum. Bu mesele bir Ahmet Ümit'in elinde olsaydı neler yapabileceğini tasavvur bile edemiyorum. Ne entrikalar ne maceralar katardı işin içine. Yazarlık da böyle bir şey aslında...

Her şeye rağmen bana dönemin havasını tattırmış bir roman oldu Cariye. Hani aperatif bir roman. 5 yıldız üzerinden değerlendirme yapabilseydim 3 derdim bu roman için.

Sevgiyle

29 Ağustos 2010 Pazar

30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

MİM


Mimlenme meselesi dikkatimi çekti. Sağ olsun This is from Mathilda'nın sevgili yazarı Mathilda bizi de mimlemiş. Ben de mimlenen sorulara cevaplar vereyim istedim, bir Edebiyat Meclisi yazarı olarak.

1) Lakabın var mı varsa nedir?
Lakabım yok. Ama ilkokulda,lisede ve üniversitede vardı. İlkokulda "patır"dı lakabım. Neden böyle derlerdi bilemedim:) Lisede turuncu beremden ötürü "portakal" oldu lakabım. Ne yalan söyleyeyim severdim lakabımı. Üniversitede bir sınıf maçında popomla gol atınca lakabım "jardel" olmuştu:) Artık yok lakap falan:D

2) Son zamanlardan da dile dolanan şarkı?
Son zamanlarda Yaşar'ın "Yaz Bitti" şarkısı dilime dolandı. Bu şarkı "Divane" albümündedir. Silik bir şarkıdır ne yazık ki. Öyle herkes bilmez. Ama ben çok severim

3) En son ne zaman ve neye/kime aşık oldun?
En son şimdiki sevdiceğime aşık oldum. Sanırım öncekiler aşk falan değildi. Bu aşkın 5 yıllık bir mazisi vardır.

4) En son okuduğun kitap/film?
Gül İrepoğlu-Cariye(kitap) BecomingJane(film)

5) Son zamanlarda en çok özlediğin...
Sevdiceğim:D

6) Bir günlüğüne ünlü biri (oyuncu/şarkıcı/politikacı vs) olma hakkı tanınsaydı kim olurdun?
Bir günlüğüne "Hüsnü Arıkan" olmayı isterdim. Anlayacağınız benim çok ünlü olmak gibi bir isteğim yok sanırım

7) Yarın sabahki ilk planın?
İşim için hazırlık yapmak. Ev ödevi diyelim

8) En sevdiğin huyun?
Hoşgörülü olmak.

9) Şu anki bölümünde/mesleğinde olmasan ne olurdun?
Boş gezenin boş kalfası olurdum sanırım:D Yok yok, tahminim bankacılık gibi bir iş yapıyor olurdum ve bundan hiç de memnun olmazdım.

10) Okurken en zevk aldığın 3 blog
?
Pucca, Zey0Zey,Mathilda


Biz de birilerini mimleyelim öyle değil mi? Ben de Seziland, Hannelise, İzmir İstanbul Arası ve İris'i mimlemek istiyorum izinleri olursa...

BEĞENDİĞİM EZGİLER # 7



Yaz bitti aşıklar şehre döndüler
Yarıda kaldı sabah biten geceler
Daha vardı yaşanacak tatlı günler
Yaşanamadı erkenden bittiler
Yazacağım canım dendi doldu gözler
Alındı birer birer adresler
Ya kalem bitti ne naz
Bu yalan gibi biraz
Ya istilada kalpler sessiz
Yazılmadı postacılar işsiz
Mevsim biterken böyle aşklar da biter
Başka biriyle başka başka şehirler
Yaz yaklaşınca düşer akıllar başa
Sonra postacılar işe yağmurlar bitince

28 Ağustos 2010 Cumartesi

DURUM BELİRLEMESİ

ağustos iki bin yedi
bütün yıl ömrüme kattığın sevgi
hani karlı bir kış günü gibi başlayan
kabının şeklini alır gibi yani
ne varsa içimi kaplayan
bekleyiş değil,bir başka biçimi
bekletenini anlayan
kaybetmediği ümidi
hani gözü gibi saklayan
o bendim,bendim o
ağustos iki bin yedi

aldım götürdüm ben onu
şehir inci, içim yangın, özüm ağlayan
kendime dinletemiyorum bir bunu
gidişinin tezliği ya dağlayan
ya zelzele gibi başlayıp
bir volkan gibi patlayan
sen şunu bilmiyorsun sen şunu
omzunu yürümedin hiç
nefesini saklayıp koklamadın burnunu
aldım götürdüm ben onu

ağustos iki bin yedi
deniz dalgasız olacak
gelirsen
martılar kaygısız olacak
gagasıyla simit diye andığın gevreği
sözlerinden kapacak
muhakkak bir martı olacak
gelirsen

Murat Gil

26 Ağustos 2010 Perşembe

GÖNLÜMÜN YOLU

GÖNLÜMÜN YOLU

Yâr gölgelerde
Gizli perdelerde
Kanayan bir yarasın içimde
Gönlümün yolu çöle vurmuş
Sevdamın yarası ömrüme dolmuş
Bir divane aşığım ben
Rengim sararmış,kül gibi solmuş
Yâr dillerde
Başka ellerde
Çaresi yok bu aşkın
Duası Cennette.

24 Ağustos 2010 Salı

DARİO MORENO: SARHOŞ



İzmir'in yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden biri Dario Moreno. Deniz ve Mehtap'la biliyoruz genellikle onu ama işte harika bir şarkısını daha dinlemektesiniz. Sarhoş...

23 Ağustos 2010 Pazartesi

CARİYE


18.yy Osmanlı Sarayı Harem’inde imkansız bir aşk öyküsü...

Hepsi birbirinden güzel olan cariyelerin arasında aklıyla ve sıradışı kişiliğiyle öne çıkan bir cariye, sultanın yatağına yalnızca bir kez davet edilir, ve ona aşık olur. Yollamayacağı mektuplarına aşkını döker. Sultanın da ondan müthiş etkilendiğini, ancak çocukluğundan tahta çıktığı 50 yaşına kadar hapiste geçirdiği 44 yılın bıraktığı ruhsal bunalımlarla ondan kaçtığını, bu yüzden onu görmezden geldiğini bilmez.

Sultan da, cariye de, öyküsü diğerlerinden farklı olan yakışıklı bir harem ağasının tabloyu değiştireceğini farketmemektedir...

Harem olgusunda cinselliği; kaçan ile kovalayan rollerini yeni baştan ele alan bu romanda yazar, olaylara hem sanat tarihçisi, hem de kadın olarak, değişik perspektiflerden yaklaşmanın tadını çıkarıyor. Bir yandan da arka planda Topkapı Sarayı Harem’inde yaşam ayrıntılarını, Harem’in içyüzünü, buradaki düzeni, adetleri, eğitimi, törenleri, eğlenceleri, giysileri, mücevherleri, dekorasyonu keyifli bir dille yansıtıyor.

Sultan Abdülhamid’in kadınlarından birine, Ruhşah’a yazdığı bilinen beş ateşli, içten, gerçek mektup romanın başlıca esin kaynağı.
Yazar arşivdeki bu mektuplardaki yakarışların nedenini, oraya kadar nasıl gelindiğini hayal ederek karşılığını kurgulamış, bu olağanüstü duygusal erkeğin karşısına ondan da çılgın, ondan da ateşli ve derinliği olan, zeki ve duygulu bir kadın koymuş.
Ve Harem’de geçen bir aşk masalı anlatmış.

Yazar'ın Resmi Web Adresi: http://www.gulirepoglu.net

Satın almak için: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=116527&sa=63275408

BEĞENDİĞİM SÖZLER # 6

Birini sevmeye koyulmak başlı başına bir iş, bir girişimdir. Güç ister, yürek ister, körlük ister...Hatta başlangıçta öyle bir an vardır ki uçurumun üstünden sıçramak ister; düşünmeye kalkarsan aşamazsın onu...

JEAN PAUL SATRE

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Yeni..Yepyeni....

İlk'ler önemlidir her zaman..Özeldir,değerlidir,unutulmazdır...
Dilerim benim de ilk sözcüklerim unutulmazlar arasına girer bu platform içerisinde.
Siteye şiir yarışması münasebeti ile katılmış bulunmaktayım.
Dizelerimi beğenen,bana oy gönderen tüm dostlara sevgi ve şükranlarımı sunuyorum.
Yarışmak,yarıştırılmak,etiketlenmek yada arka planda kalmak...Ne kadar da köreltici aslında duyguları..Evet azim ve şevk de aşılar insanlara..Ama ya kaybedenler?
Çok mu başarısız oldular?Yada çok mu yeteneksizdiler?
Hayır..Kalemini,emeğini,yüreğini ortaya koymuş hiçbir arkadaşım başarısız diye damgalanamaz.
Gerçekten yüreği ile emeği ile birşeyler ortaya koymuş her arkadaşım ayrı ayrı övgüye değerdir.Hepsini teker teker alkışlıyorum şahsım adına buradan.

Kalemim,aklım,fikrim ve yüreğim elverdikçe naçizane birşeyler karalamaya çalışacağım burada zaman zaman....
İlk yazım hem teşekkür mahiyetli olsun,hem de toplumumuzun açık bir yarasına dokunsun istedim ve 10 - 16 Mayıs 2010 tarihleri arasında Engelliler Haftası kapsamında bir projede (Engelliler Sitesi) yer alan bir yazımı burada sizlerle paylaşmak istedim.
Beğenilerinize lâyık olabilmek dileğiyle,
Sevgiler- Selâmlar....



Dokunuş...
Ben bir işitme engelliyim
Ellerimdir benim kelimelerim
Ben bir işitme engelliyim,
Harfleri dokunuşumla süslerim
Nehirler akar gözlerimden
Bilseniz neler geçer hikâyemden
Öyle bir yaşamak düşlerim ki ben,
Sessizliğim akar gider ellerimden
Sessiz çığlıklar geçer içimden,
Ses nedir,hiç bilmedim ki ben?
Kulak verin bana lütfen
Kelimeler değil,kalptir hisseden
İlmek ilmek dokur gibi,
Sessizliğimi okur gibi,
Yalnızlığıma devâ gibi
Sessizliğimi okuyun,lütfen..



Dört kitap yazıyor : Eşittir Tanrı'nın çocukları...

Böyle der ünlü sanatçımız Sezen Aksu..Pek çoğumuzda maalesef eksik olan o derin empati yetisi ile böyle yansıtır hislerini şarkısına. Ben de çok inanırım,yüce mevlânın kimi kullarından aldığı ,kimi kullarından da azalttığı bazı yetilerin ,diğer sağlıklı insanlar tarafından tamamlanması gerektiğine özellikle..Eğer Tanrı'nın bir terazisi varsa ve bu terazi bazen olduğundan farklı çalışmaya başlamışsa,mutlaka bir yardımcısı olmalıdır.Potansiyel engelliyiz aslında hepimiz.Bir saniye sonramızın bile bize neler getireceğini hiç bilmeden yaşıyoruz çünkü.Pamuk ipliğine bağlı hayatlar da diyebiliriz buna.Bugün tekerlekli sandalyeye mahkum bir adamcağızdan,yatağa bağlı yaşamaya mecbur kalmış bir yaşlı komşumuzdan,ya da çok küçük yaşta çocuk felci geçirip fiziksel yetilerini kaybetmiş bir genç kızımızdan çevirdiğimiz yüzümüzün,belki yarın o yüzlerden birisi olabileceğini hiç hesaba katmadan yaşıyoruz çoğunlukla.Eğer hepimiz bir hayatın parçasıysak,ve eğer o parçalarla bir bütünü oluşturuyorsak,o zincirin sağlamlaşmasına,eksik parçalarının bir araya toplanmasına yardımcı olmak bizim en temel görevimizdir.Çok zor değil,karşıdan karşıya geçmekte olan bir görme engelli insanımızın koluna girmekÇok zor değil,tekerlekli sandalye ile yoldan geçen bir insanımızın sandalyesini arkadan itmekVe biliyormusunuz, hiç zor değil,o insanları dışlayıp hor görmek yerine,oturup hikâyelerini dinlemek,aslında gönül gözleriyle neler neler gördüklerini anlayıp,hissetmek.Maddi yardım yapmaya gücünüz yetmiyorsa,bir tek güzel sözle bile gönüllerini alıp,hayatlarını hafifletebilirsiniz aslında,birazcık da olsa.Güleryüz,tatlı dil de ruhumuzun zekâtıdır ,bence.Ankara'ya memuriyet sınavına giderken otobüste tanıştığım bir ağabey geldi aklıma bunları yazarken.Yol boyunca sohbet etmiştik,simsiyah gözlüklerinin altında öyle renkli bir dünyası vardı ki,gözleri gören pek çok insandan daha güzel bir dünnyada yaşadığına emindim -neredeyse-Yıllar geçti üzerinden ismi hafızamda kalmadı maalesef,ama o günkü hislerim hep aklımda kaldı.Çünkü insanlar onlara nasıl davrandıklarımızı unutabilirler,onlarla ne konuştuğumuzu da unutabilirler ama bir tek şeyi asla unutmazlar: Onlara ne hissettirdiğimizi..Eminim ki o günkü sohbetten o da memnun kalmıştı.Pek çok insanın yolda yürürken gözünü kaçırdığı,elindeki bastonuna,gözündeki gözlüğüne rağmen karşıdan karşıya geçerken bırakın elini tutmayı,''yardım etmemi istermiydiniz?''diye gülümseyerek soran bir ses duymaya bile hasret olduğunu göz önüne alacak olursak...Engelli pek çok insanımızı bir araya toplayan çeşitli sivil toplum kuruluşlarımız,derneklerimiz var çok şükür.Maddi imkânları büyük işadamlarımız var,sanatçılarımız var,variyetli insanlarımız var..Karınca kararınca yardımlar yapsak,maddi imkânımız yoksa da,bir ziyaret edip hatırlarını sorsak,görmeyen gözlerine ışık,tutmayan ellerine,ayaklarına derman olsak..Çok şey değil bu istediğimiz.Haydi şimdiden başlayalım ufak adımlar atmaya.Hepimiz potansiyel engelliyiz,çok geç olmadan da onların neler hissettiğini anlayabiliriz.Empatiyle,sevgiyle,iyi niyetle aşılmayacak engel yoktur ,siz de bir insana umut ışığı olabilirsiniz,mutlaka..Unutmayın ki bugün onlardan esirgediğiniz ilgi ve sevgiye,yarın sizler de muhtaç kalabilirsiniz.


Hepimiz İçin Engelsiz Bir Dünya Dileğimle...

EDEBİYAT MECLİSİ ŞİİR YARIŞMASI: HÜZZAM FASIL


Sevgili Edebiyat Meclisi okurları. 1.sini düzenlediğimiz şiir yarışmamız sonuçlandı. Değerli oylarını esirgemeyen bütün okurlarımıza teşekkürü bir borç biliyoruz.

1. Edebiyat Meclisi Şiir Yarışmasında birinciliği elde eden şiir "Hüzzam Fasıl" oldu. Şairimiz Sayın Serpil Kaya'yı tebrik ediyoruz.

HÜZZAM FASIL

Güneşin kızıl rengi değiyor semaya,

Başlıyor yeniden bizde hüzzam bir fasıl

Bir şafak bitişi,bir söz yitişi

Geçiyor bizden de ömürler velhasıl..



Gökkubbede pürtelaş zamanlar

Yitirilmiş vuslatlar,yitirilmiş anılar

Bir bilse kaybettiğimiz izleri,

Tendeki ruh sorar,kalpteki giz sorar.

Serpil Kaya


20 Ağustos 2010 Cuma

ORHAN VELİ VE AŞKLARI: M.ŞEREF ÖZSOY


HER BAHAR BİRAZ DAHA AŞIK

Nerededir ölmüş aşkların mezarı?


Süreyya Berfe, Şiir Çalışmaları'nda böyle soruyor. Önemli bir soru bu. Çünkü, sık sık aşık olanların da sıkı aşık olanların da gereksinimleri vardır böylesi mezarlara.


Genelde aşıklardan biri, bir anda belirler aşkın mezarlığını. Kimi zaman bir çöplüktür, çantanın atıldığı; kimi zaman bir eskicidir, hatıraların satıldığı. Kağıtlara gömer kimi aşkını anlatarak; yastıklara gömer kimi de göz yaşlarıyla ıslatarak. Öfkelenir aşıklardan biri, aşkını sokağa gömer, ayrıldıkları yere; kimi ise telefon kablolarındaki sessizliğe. Semte, şehre ya da ülkeye gömenler başka yere göç ederken; dünyaya gömüp, başka yaşamlara göç etmeyi tercih eder kimisi de... Son oturulan masa, son öpücük, son tokalaşma ya da son bakışlar...


Tüm bu tatsızlıkları bir kenara bırakalım, aşka bakalım. Ne güzel şeydir aşk ki tüm faturalarına katlanmaya değer. Aşk uğruna 'Bir Şehri Bırakmak' bile gerekebilir. Çok sevdiğiniz, doğduğunuz, büyüdüğünüz, hatıralarınızın, sevdiklerinizin, ölmüşlerinizin bulunduğu, işinizin, gücünüzün, ekmek paranızın şehri. Bu şehir Orhan Veli için İstanbul'dur ve Bir Şehri Bırakmak şiirini şöyle bitirir:


Fakat bütün bunlara mukabil

Yine budur başka bir şehirdeki

Bir kadın yüzünden

Bıraktığım şehir.

Orhan Veli için bu kadar önemli olan kadın kimdir? Bu soru genelde yanıtlanamıyor. Sırf bu şiirde değil, Ben Orhan Veli'de de bir aşkını gizliyor:


Yayan dolaşırım,

Mütenekkiren seyahat ederim.

Oktay Rifat'la Melih Cevdet'tir

En yakın arkadaşlarım.

Bir de sevgilim vardır, pek muteber;

İsmini söyleyemem,

Edebiyat tarihçisi bulsun.

Aralık 1937'de Ankara'da bulunan Orhan Veli, dostlarına pek çok mektup yazar. Bunlardan üçünü Oktay'a Mektuplar adıyla, 15 Ocak 1938 tarihli Varlık Dergisi'nde yayımlar. '12.12.37, Ankara Saat 14.30' notuyla ikinci şiir, 'en yakın iki arkadaşı' burada da bir araya getirir.


Şu anda dışarda yağmur yağıyor

Ve bulutlar geçiyor aynadan

Ve bugünlerde Melih'le ben

Aynı kızı seviyoruz.

Arkadaşı Muvaffak Sami Onat'a gönderdiği bir mektupta hayatını anlatan Orhan Veli, aşklarından da söz açar: "1914'te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 2 yaşımda gurbete çıktım. Yedisinde mektebe başladım. 9 yaşımda okumaya, 10 yaşımda yazmaya merak saldım. 13'te Oktay Rifat'ı, 16'da Melih Cevdet'i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18'de rakıya başladım. 19'dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25'te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum, hiç evlenmedim. Şimdi askerim."


Kardeşi Adnan Veli ise O'nun aşkları konusunda şunları yazar:


"Orhan'ın ilk aşkı, (eğer buna aşk demek caizse) on iki yaşında başlar. Beykoz'daki komşularının on yaşındaki kızı Fetanet'i sevmişti. Bu uzun sürmedi. Orhan bir müddet sonra yine Beykoz'da, 'Pembeliler' adını verdiği üç kız kardeşin en küçüğü olan 'Fetanet'e tutuldu. Lisede iken Ankara'da 'Cazibe' adında bir başka kızı sevdi. O'nun 1935 yılından sonraki maceraları ve aşkları hakkında burada isim saymaya hakkım yok. Çünkü sevdiği insanların çoğu bugün yuva kurmuştur."


Oktay Akbal da O'nun aşklarını es geçmez, anılarında:


"Gene unutulmaz anılardan biri, bir Boğaz gezintisi... Sait Faik, Orhan Veli, bir de ben... Necati Cumalı da gelecekti, ama vapuru kaçırmıştı. Ufacık bir vapurdaydık. Kenardaki sıralara oturmuştuk. Önü sıra geçtiğimiz Anadolu kıyılarını, iskelelerini, insanlarını seyrediyorduk. Yıl 1947. Orhan da, Sait de keyifliydiler o gün Bahar henüz gelmemişti, kışın içinde yazdan bir gündü. Beykoz'a varıp, karnımızı doyurduktan sonra köyü gezip dolaşmıştık. Her yeri, hemen hemen her kişiyi tanıyordu Orhan. Bütün satıcılarla, balıkçılarla, kayıkçılarla ahbaptı. Bunlardan biri bizi sandalı ile Yeniköy'e atmıştı. İstinye iskelesindeki gazinoda rakı içişimiz, dedikodular, takılmalar, bilmem neler... Vapurda dönerken Orhan Veli, o sıralarda ilgilendiği bir kadından bahsetmişti gülerek. Hatırımda bunlar kalmış. Kadın, Orhan Veli ile tanışınca derhal ona aşırı bir ilgi göstermiş... Nedense kadınlarla olan serüvenlerini anlatmayı severdi. Bir gece yarısı da Orhan Veli ile Unkapanı Köprüsü'nden Fatih'e kadar yürümüştük. Çakırkeyifti, ben de öyle. Bir resim sergisinde ahbap olduğu bir kadınla geçirmekte olduğu serüveni anlattı durdu. Sevinçli ve alaylı."


Güzel kadınları severim,

İşçi kadınları da severim;

Güzel işçi kadınları

Daha çok severim.

Quantitatif şiirinde hiç isim vermeyen Orhan Veli, Dedikodu şiirinde, birlikte olduğu iddia edilen (!) kadınları, isimlerini sayarak yalanlar:


Kim söylemiş beni

Süheyla'ya vurulmuşum diye?

Kim görmüş, ama kim,

Eleni'yi öptüğümü,

Yüksekkaldırımda, güpegündüz?

Melahati almışım da sonra

Alemdara gitmişim, öyle mi.

Onu sonra anlatırım, fakat

Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?

Güya bir de Galata'ya dadanmışız;

Kafaları çekip çekip

Orada alıyormuşuz soluğu;

Geç bunları anam babam, geç;

Geç bunları bir kalem;

Bilirim ben yaptığımı.

Ya o Mualla'yı sandala atıp

Ruhumda hicranın'ı söyletme hikayesi?

Mualla ismine Mehmed Kemal'in anılarında da rastlarız:


"İstanbul'a gittiğimde Orhan'ı aradım. Ressam Arad (Agop Arad) vefalı dostu idi, ona sordum. 'Karaköy'de bir meyhane var, adı: Çat Çat. Orda bulunur' Tarif üzerine Çat Çat'ı buldum Asıl adı Çat Çat değil, Orhan koymuş bu adı. Yıkıldı. Karaköy Balık Pazarı'nda, Unkapanı'na yakın bir yerde, küçük bir balıkçı meyhanesi. Mualla Abla diye bir kadın işletiyor. Orhan, kadına 'Mualla Abla' dediği için olacak, herkes 'Mualla Abla' diyor. Kadının davranışlarından Orhan'a önem verdiği belli. Hatta biraz da aşık. Belki bu ablalık ağabeylik, gizli aşkı müşterilere çaktırmamak için icat edilmiş. Vakit öğleye yakındı. Baktım bir köşede şarap içiyor. Kadın mangalın üstünde tava, balık kızartıyor. Sıcak sıcak Orhan'ın önüne koyuyor. Orhan da, Mualla Abla da yoksul yaşantılarından memnunlar. Beni görünce, oturduğu yerden davrandı: 'Vay Reis!.. Hoş gelmişsin...' dedi. Boynuma sarıldı. Ben de O'nun. Hemen kaynaştık. Benim taşralı kılığım Mualla Abla'ya hiç aykırı gelmemiş olacak ki, bir balık Orhan'a bir balık bana atıyordu. Biz de şaraptan yudumlayarak bunları afiyetle yiyorduk. İstanbul sosyetesi, sosyalizme de küçük meyhanelere de henüz meraklı değildi."


Bir de kambur sevgilisi dolaşır dillerden dillere. Ressam Avni Arbaş, yaptığımız bir sohbet sırasında Orhan'ın Üsküdar'daki bir kambur kızı sevdiğini söyler. Doğru mudur? Pek az bilinse de Orhan Veli küçük küçük öyküler de yazardı. İşte bunlardan birisi: Öğleden Sonra'dır. Sıcak bir kış gününü anlatır Orhan Veli bu öyküde. Üsküdar sahilinde dört şeker sandığından yapılmış bir balıkçı tezgahının başındadır arkadaşlarıyla. Bu 'lokantanın' sahibinin bir de yardımcısı vardır: Kambur bir kız. Balıkçının kızı olduğunu öğrenir daha sonradan. Kılığını, kıyafetini, güler yüzünü anlatır. O'nu anlatmasından anlasanız da Orhan Veli, kendisi de söyler bu aşkı: "Ben bu kambur kızı gerçekten beğendiğime inanıyorum. Kimi adamlar der ki: 'Aşk insanı güzelleştirir'miş. Orasını bilmem; ama iş güzelleştiriyor. Bu sözün doğruluğunu, kambur kızda, elle tutulur bir gerçek halinde buldum." Bir ara adını da öğrenir "Ayşe" diye seslenen birisinin yardımıyla. Sonra yanındaki arkadaşına anlatır bu durumu:


"-Musa Kaptan, şu balıkçının kızı ne güzel değil mi?

-Hangisi?

-Canım, şu kambur kız işte.

Ha! Güzeldir. Ama biz, aramızda çalışan kadınlara kötü gözle bakmayız.

-Canım, kötü gözle bakmayız elbet. Kötü gözle bakan mı var ki? Allah Allah, sen de amma adamsın yahu! Güzel dedim; hepsi o kadar.

-Ha! Güzeldir."

Ama içerler Orhan Veli bu 'kötü gözle bakma' lafına ve anlatır da anlatır Ayşe'ye nasıl baktığını. Sonuna doğru "Ah, ben Ayşe'ye gerçekten tutuldum galiba" derken bir de dilek diler: " Sonunda karşı sırtların ardında güneş battı. Keşke batmasaydı; ne güzel bir gündü!"


Ben ki her nisan bir yaş daha genç,

Her bahar biraz daha aşığım;

Derdim Başka şiirine bu iki mısrayı da yazan şairimiz, ölmeden önce ceplerinde en son şunları taşır: 28 kuruş, at yarışlarına ait bir program ve sarı ambalaj kağıdına sarılmış bir diş fırçası.


Bu ambalaj kağıdında, Aşk Resmi Geçidi adlı bir şiir vardır. Orhan Veli, şiiri bu kağıda yazdıktan sonra çok değiştirir, fakat onlar bulunamaz. Diş fırçasının ıslaklığından kimi yerleri silinen bu şiirde aşklarını yazar Orhan Veli:


Birisi o incecik, o dal gibi kız,

Şimdi galiba bir tüccar karısı.

Ne kadar şişmanlamıştır kim bilir.

Ama yine de görmeyi çok isterim,

Kolay mı? İlk göz ağrısı.

İkincisi Münevver Abla, benden büyük

Yazıp yazıp bahçesine attığım mektupları

Gülmekten katılırdı, okudukça

Bense bugünmüş gibi utanırım

O mektupları hatırladıkça.

........çıkar

........dururduk mahallede

........halde

........yan yana yazılırdı duvarlara

........yangın yerlerinde

Dördüncüsü azgın bir kadın,

Açık saçık şeyler anlatırdı bana.

Bir gün de önümde soyunuverdi.

Yıllar geçti aradan, unutamadım,

Kaç defa rüyama girdi.

Beşinciyi geçip altıncıya geldim.

Onun adı da Nurinnisa.

Ah güzelim

Ah esmerim

Ah

Canımın içi Nurinnisa.

Yedincisi, Aliye, kibar kadın.

Ama ben pek varamadım tadına.

Bütün kibar kadınlar gibi

Küpe fiyatına, kürk fiyatına.

Sekizinci de o bokun soyu.

Elin karısında namus ara,

Kendinde arandı mı küplere bin.

Üstelik ........

Yalanın düzenin bini bir para.

Ayten'di dokuzuncunun adı.

İş başında şunun bunun esiri,

Ama bardan çıktı mı,

Kiminle isterse onunla yatar.

Onuncusu akıllı çıktı

........ gitti ........

Ama haksız da değildi hani.

Sevişmek zenginlerin harcıymış

İşsizlerin harcıymış.

İki gönül bir olunca

Samanlık seyranmış ama,

İki çıplak da, olsa olsa,

Bir hamama yakışırmış.

İşine bağlı bir kadındı on birinci.

Hoş, olmasın da ne yapsın,

Bir zalimin yanında gündelikçi,

.leksandra

Geceleri odama gelir,

Sabahlara kadar kalır.

Konyak içer sarhoş olur,

Sabahı da iş başı yapardı şafakla.

Gelelim sonuncuya.

Hiçbirine bağlanmadım

Ona bağlandığım kadar.

Sade kadın değil, insan.

Ne kibarlık budalası,

Ne malda mülkte gözü var.

Hür olsak der.

Eşit olsak der.

İnsanları sevmesini bilir

Yaşamayı sevdiği kadar.

Orhan Veli'nin sonuncu aşkı, Nahit Hanım'dır. Kardeşi Adnan Veli'nin söylediği gibi ölene kadar da sevmiştir O'nu. Nahit Hanım'a mutlu bir ömür dilerim.


Şiirlerinde yazdığı hiçbir şeyin kendi hayatından alıntı olduğunu iddia edemeyiz ama, aşklarından beşinciyi geçmesinin, Ben Orhan Veli ya da Oktay'a Mektuplar-2 şiirlerindeki aşklarının birinden kaynaklandığını söylemeden edemeyecek ve yazıyı Orhan Veli'nin İş Olsun Diye adlı şiiriyle, yorumsuz olarak bitireceğim:


Bütün güzel kadınlar zannettiler ki

Aşk üstüne yazdığım her şiir

Kendileri için yazılmıştır.

Bense daima üzüntüsünü çektim

Onları iş olsun diye yazdığımı

Bilmenin.


alıntı:http://www.orhanveli.net/kaniksadigimbiri/herbahar.html

18 Ağustos 2010 Çarşamba

BEĞENDİĞİM DÖRTLÜKLER # 14

GÜZELLEME

Evinizin önünde dolaşsam
Seni bulamazdım,
Sen gözlerinde bahçeler olan
Şimdi evimdeki karım.
Senin kadar güzel olsun çocuklarım

Gökyüzü bugün ne kadar da çok
Yıldızlarla dolu avuçların

Cahit Külebi

17 Ağustos 2010 Salı

TAM O NOKTADAYIM


tam o noktadayım;

ta şuramda biriken bütün kelimeler,

bir mutluluk şiirinin sancısı

ve düşlerimde güzelliğinin hancısı

sende konaklayayım ister.


dilimin dönmediği yerdeyim,

henüz keşfedilmedi seni betimleyen imgeler

hiçbir şair seni hakkınca diyemedi

ki attarlar bu kokuyu bilemedi

sırrını çözemedi simyager.


tam o noktadayım.

yokluğunu düşünmek çıldırma eşiği

varlığın mutluluk ve gülüşler

ve gözlerin uykumun en rahat beşiği

saçlarında sallanmak ister.


günler

günler sensiz

martısız deniz…

İçten içe : Yaratıcı Drama



Düşünsene.
Birikmiş cümlelerin artık özgür.
Cümlelerin artık dudaklarının gerisinde kalmayacak.
Dudakların ve dilin, düşüncelerini etraftaki gözlerle paylaşmak için sabırsızlanıyorlar.
Sende sabırsızlanıyorsun.
Çünkü ağzından çıkan her kelime, diğerleri için çok değerli burada. Çünkü diğerleri seni susturmuyor; diğerleri konuşman, dillendirmen, paylaşman için hevesle seni bekliyorlar. Sen ise paylaştıkça çoğalıyorsun, paylaştıkça çocuklaşıyorsun, yaşıyorsun her bir cümleni. Diğerleri paylaştığında, işte o zaman sen de diğerleri arasına karışıyorsun. Hepinizin yüreği bir atmak zorunda değil burada. Ama dillendirilen duyguları, değer kavramını içselleştiren organlarından uzak tutmayıp bir nefesle içine çekersen o zaman seninde yüreğin diğerleriyle bir atar. Yüreğin her gün aynı kapıdan yorgun girip, daha yorgun ama çok mutlu olduğunu gösteren bir gülümsemeyle çıkar .

Sen diğerlerini iyi anlamalısın. Onları iyi anlarsan, ağızlara sakız bile olmaktan çıkan teselli ya da kutlama cümlelerini ve samimiyetsizliğin gözler önüne serildiği anlamsız davranışları tekmelersin. Onları iyi anlarsan sen de onları gibi bakarsın ya da bakmayacağına karar verirsin insana, doğaya..Ve onların ne istediğini bilirsin. Ne istediklerini bilirsen nasıl iletişim kuracağını da bilmek istersin. Bunu nasıl gerçekleştirebilirsin? Günümüzde hangi kurumda iletişim çok sağlam ki? Ne zaman haberlerde birbirine sövmeyi adet edinmemiş insanlar izlediniz? Hangi baba çocuğuna yeter bu sorular dememiştir? Ya parmağını havaya kaldıramayan, kaldıramadığı içinde tembel ilan edilen çocuklar? Karşındakini bir anlasan..

Yaratıcı drama sana insanı, doğayı sevmeyi öğretir. Ben zaten seviyorum deme lütfen. Katletmekten, vücutta açılan yarıklardan hoşlanan bir toplumun üyeleriyiz bizler. Burada bambaşka meslekten , bambaşka uğraşları olan insanlar var… Yaparak, yaşayarak farkındalıklarını arttıran insanlar. Utanmalarını, çekinmelerini tersleyen insanlar. Her alanda, ( hassasiyeti yüksek konular dışında) yaratıcı dramanın kazandırdıkları sayesinde çözüm yolları bulabilecek insanlar.

Ey edebiyat meclisi üyeleri!!

Çocuklarınıza, Öğrencilerinize yaratıcı drama sayesinde Orhan Veli’ yi çok güzel tanıtabilirsiniz. Bizler yaptık atölyelerimizde. Benim görevim yaratıcı dramanın verimliliğini sizlere biraz da olsa çıtlatmaktı. Araştırmaları sizlere kaldı. Lütfen ilgi alanlarınızda yer edinsin, hatta vazgeçilmeziniz olsun. Benim öyle oldu!

Vücudunuzda açılan tek yarık, o kocaman gülümsemeleriniz olsun.



Ceyda Akkaya

16 Ağustos 2010 Pazartesi

ŞARKILAR VE ŞİİRLER (mutlaka izleyin)

Bildiğiniz gibi edebi ürünlerin en yoğunudur şiirler. Şiirler bir romanın sayfalar dolusu kelimeyle anlattıklarını birkaç dizede sunabilirler sizlere. Edebiyat dünyasının incileri şiirler işitsel sanatların temeli müziğin yaratı dünyasına da kaynaklık ederler. Şiirlerin usta dillerde notalara dökülüşü bambaşka lezzetler bırakır ruhumuzda. Kulağımızın pasını o anlamlı sözlerle silerler. Günümüzün yozlaşan popüler kültürünü ve bu kültürün ürünü saçma sapan sözlere sahip melodilerini düşündükçe şiirleri besteleyen üstadların bir kere daha kulaklarını saygıyla çınlatıyoruz. Aşağıda izleyeceğiniz-ya da bir işle ilgilenirken bir yandan dinleyeceğiniz de diyebiliriz- video klipte bestelenmiş şiirlerden bir kuple sunmaya çalıştık sizlere. Bunların bazılarını daha önceden de duymuş olmanız olası, bazılarınıysa ilk defa öğreneceğinize eminiz. Aa bu bir şiir miymiş de bestelenmiş, diyebileceğiniz bu güzel şarkıları keyifle dinleyeceğinize inanıyoruz.
Yükleyen eeyore21.

17 AĞUSTOS


Marmara depreminde hayatını kaybedenleri saygıyla anıyoruz.

Edebiyat Meclisi

KADERİN CİLVESİ: MİGUEL DE CERVANTES


Madrid'de yoksul bir ailenin yedi çocuğundan biri olarak dünya gelen Cervantes düzenli bir eğitim alamayıp eğitimini kendi kendine tamamlayan büyük sanatçılardandır.

Hayatı boyunca yaşamını sürdürebileceği sakin bir yer ve sürekliliği olan bir iş aradı. Ancak aramaları nafileydi.

Birçok sanatçı gibi bu huzur arayışı içinde geçen günlerinin birinde başına belaya soktu. Bir kavgaya karışmış ve bir insanı yaralamıştı. Cezası, sağ elinin kesilmesi ve on yıl sürgündü. Cervantes, bu cezadan kaçmanın yolunu İtalya'da Haçlı Ordusu'na katılarak buldu. Don Kişot'un yazarı İnebahtı'da Türklerle savaştı.İlginç olan sağ elini ona bağışlayan kader, yazarın sol elini bu savaş esnasında bir gülleyle aldı.

Osmanlı'ya esir düşen Cervantes 5 yıl esir hayatı yaşadıktan sonra Türklerden ve İslam Kültürü'nden çokça etkilenmiş bir halde fidye karşılığında özgürlüğüne kavuştu.

Eğer sol değil de sağ elini kaybetmiş olsaydı bugün "Don Kişot" diye bir roman olmayacaktı.

HER DAİM AŞK GALİB # 1


Yine bir yazı dizisi ile karşınızdayım. Üniversite yıllarında üzerinde konuştuğumuz bir konuyu birkaç bölümde burada yayımlayacağım. Şeyh Galib'in muhteşem eseri Hüsn ü Aşk'ı tanıtmaya ve bu büyük eserin etkilediği günümüzün önemli eserlerinde bahsetmeye çalışacağım.

Divan şairlerinde aşk teması hususunda inceleme yaparken, insan kavramının dışına çıkmadan; "aşk" temini tek boyutta ele almak, aşkın farklı hallerini sözcüklerin ikinci hatta üçüncü anlamlarında farklı farklı sezdirebilen geleneksel Türk şiirine haksızlık olacaktır. Keza şiiri hakkında söz açacağımız şair; tekke geleneği içinde yetişmiş ve sonraları söz söyleme hususundaki gücü ile nam salmış Şeyh Galib ise bu temaya dar bir açıdan bakmak büyük bir hata olur.

Doğuda şiir Batıya nazaran daha fazla mistisizm içerir. Lirik unsurlar salt beşeri değil aynı zamanda ilahidir de. Bu anlamda klasik şiirin aşkı tek boyutuyla ele alan şair sayısı da oldukça azdır. Şeyh Galib de aşkı beşeriden ilahiye götürerek şiirine yudum yudum yedirmiş Divan geleneğinin son büyük şairidir.

Aşk hiç kuşkusuz edebiyatın her türünde özellikle de şiirde en çok işlenen konulardan biridir. Buna rağmen aşkı tanımlamaya çalışmak göreceliliği kanıtlanmış bir konuda ahkam kesmek olacaktır. Yine de Hüsn ü Aşk incelemesine geçmeden "aşk" meselesine biraz değinelim.

Bir şair aşk için: " Kadınla erkeğin... Hayır, hayır... İki insanın birbirini ya da bir insanın birini önüne geçilemez bir biçimde istemesidir ve bunun sevilme gereksinimiyle birleşmesidir diyor."
Aşk Arapça bir sözcüktür. Kelime anlamı olarak "Sarmaşık" anlamına gelmektedir. Araplar kuvvetle muhtemel bir başka bitkiyi sarıp sarmalayarak için için çürüten, sarındığı bitkinin adeta dış dünya ile ilişkisini kesen sarmaşık ile aşk duygusu arasında bir benzetme ilgisi kurmuş ve sözcüğün zaman içinde yan anlam kazanmasını sağlamışlardır.

Başta da belirttiğimiz gibi klasik şiirin hemen bütün temsilcileri aşkı tasavvufi boyutta ele almışlardır. Bu şiirlerde sevgi duyulan, arzu edilen"kadın"ya da "erkek" ilahi aşka yönelmede bir aracıdır sadece.

Divan edebiyatının bilinen son büyük temsilcisi Şeyh Galib H.1171'de İstanbul'da, Mevlihane Kapısı civarındaki bir evde doğmuştur. Doğumuna düşülen "Eser-i Aşk" terkibi dahi onun "aşk" ürünü eserler verecek olduğunu muştular gibidir. Bilindiği üzere şairlerin doğum ya da ölüm tarihleri bir başka şair tarafından düşülen küçük bir terkip ile günümüze ulaşmaktadır.

1195'te , yani 24 yaşını doldurduğunda bütün şiirlerini bir divanda toplayabilen bu genç dahi için o yaşta divan sahibi olmak, onun eriştiği fikir derinliğine ve güzel üsluba sahip olmak o güne dek kimsenin erişemediği bir mutluluktur.

Bir anda ünü Osmanlı topraklarına yayılan Galib'in etrafı hayranlarıyla dolup taşmaya başlar. İşte bugünlerden birinde günün edebi olaylarının tartışıldığı bir mecliste söz dönüp dolaşıp bir kuşak önce yaşamış öğretici şiirde üstad kabul edilen Nabi'ye gelir. Bir edebiyat ehli Nabi'nin Hayrabat eserini övmeye başlar. Övgü dolu sözleri tartışıla tartışıla önemli bir iddiaya dönüşür. Bu edebiyat ehli en sonunda " Nabi'nin Hayrabat'ı gibi bir mesnevi bir daha yazılamaz" der. Şeyh Galib dayanamaz ve söze dahil olur. Hayrabat adlı bu eserin çok abartıldığını beyan eder. Galib'e karşılık vermek isteyen bir başkası ise " Madem böyle konuşuyorsun, sen yazabilir misin?" diye sorar. Gururu incinen Galib "Elbette, hem de daha güzelini" diyerek cevap verir. Galip dediğini altı ay içerisinde gerçekleştirir ve Nabi'inin Hayrabat'ını gölgede bırakan o muhteşem eserini kaleme alır. "Hüsn ü Aşk".....