31 Ekim 2010 Pazar

DÜZEN ADAMLIĞI VE DÜZENDIŞILIK


....
Tanrı kalemimden aldı
Şairaneliğimi
İçi boş bir düzen adamı kaldım aranızda
Artık ilgilenmiyorum da
Tasanızla
Yeni sözcüler seçin
Aranızdan

diye son bulan "Jübile" adlı şiirimde "düzen adamı" olarak belirttiğim şahsiyeti ve düzendışılığı" değerlendirmeye çalışacağım elimden geldiğince.

düzen diye tabir ettiğim sistem günümüz insanını esir almış olan örümcek ağından başkası değildir. günümüzde insanın içinde bulunduğu vaziyeti belirleyen statülerdir. bundan bin yıl önce de statülerin hayatımızda büyük önemi olmaktaydı; ancak statülerin belirlenmesinde günümüzün vahşi kıstaslarının yanında bilgi birikim, dünyaya bakışın farklı oluşu, yaratıcılık yeteneği gibi kıstaslar da bulunmaktaydı. sizin anlayacağınız sanatçı denen kişi yarattıklarıyla değer verilen bir şahsiyet haline gelebiliyor, onun farklı oluşu saygıyla karşılanıyor ve hatta kimi dönemlerde bu hal ödüllere layık görülüyordu.

Sanayi devriminin ardından dünyanın ekonomik yapısının değişmesi, teknolojiyle birlikte bireyin yalnızlaşması düzenin iyice zalimleşmesine, insanların tamamiyle kuralları önceden belirlenmiş bir oyunda piyon olarak kalmalarına neden oldu. Günümüze geldiğimizde insanın en önemli özelliği olan "yaratıcılık" yetisinin çok da değer görmediğini görüyoruz. Sistemin işine yaramayan tüm yaratılar değersiz olarak kenara ayrılmaktadır. İnsanlar önceden belirlenmiş beğenilere yönlendirilmekte, modalaşan kavramlar adeta dayatılmakta, tüketim adına insanlar aç birer kurda dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Başarı da sağlanmıştır pek tabii.

Düzen farklılıkları redderken toplumu tek tipleştirmekte "trend" diye adlandırılanın dışına çıkanıysa dışlamakta böylelerinin yaşamasına izin vermemektedir. düzenin dışına çıkanın sonuysa büyük bir ihtimalle büyük bir yalnızlık ve onu takip eden mutsuzluktur. hakiki bir mutsuzluktur tabii. düzen "mutsuzluk"larını dahi kendine göre geliştirmiştir. düzen mutsuzluklarını dahi ranta çevirmeyi başarmıştır.

Yukarıda belirttiğim "düzen" unsurlarına çıkmaksa bir insan için neredeyse imkansız artık günümüzde. Düzen dışında kalarak mutsuzluğu seçen günümüz sanatçılarının büyük bir bölümü dahi bu sistem içinde yaşam sürdüklerinden pek fazla direnemiyor ve sistemin gerektirdiği gibi hareket ediyorlar. Onların da yaratılarının rant ve statü kazanma isteğine hizmet ettiğini gözlemliyoruz.

Bütün bunları düzen dışı olduğunu iddia edip düzenin pençesindeki sanatçıları eleştirmek için yazmadım. Keza düzen dışı yaşadığını iddia edip düzen adamı diye nitelendirdikleri insanları eleştirenleri de pek haklı bulmuyorum. Dünya'da tarih boyunca kurulan düzenler varlıklarını belli bir zümrenin ya da sermayenin isteğine göre devam ettiriyor. Büyük çoğunluksa bu düzenin bir parçası olmaktan kurtulamıyor. Bu anlamda düzen dışı olduğunu iddia edenlerin de bu düzenin bir parçası olduğuna inanmaktayım.

Sanıyorum ki en hayırlısı bu iki kavramın da farkında olabilmek. Yine sanıyorum ki düzenin bireyi yok edecek yanlarını iyi etüd ederek ona göre yaşamak; bunu yaparkense düzen dışı tüm davranışları -en azından gönülden -desteklemek ve o tarz bir yaşamı kendilerine ütopya belirlemiş bireylere saygı duymak en doğrusudur.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çirkin Çocuk Günceleri – 2


Üzerimden attığım yorganın aslında sandığımdan daha ağır olduğunu yatağın içine oturunca anlıyorum. Omuzlarımda ufak bir ağrı var. Ellerimle istemsizce ovuşturuyorum. Kirlenmeye başlamış çarşafa takılıyor gözüm, bir süre hiç kıpırdamadan duruyorum. Ne yapmalıyım şimdi. Dudaklarım aralanıyor ama ses çıkmadığını kulaklarımda ki boşluktan anlıyorum. Evet diyorum herkes gibi bir şeyler yapmalı. Uyanınca ne yapılıyorsa onu. Yüz numaraya uğramalı, elimi yüzümü yıkamalı. Onlar gibi olmalıyım. Ya sonra… Sonrasını da sonra düşünürüz diyorum.

Ayaklarımı sallandırıyorum yataktan. Sürüye sürüye geçiyorum odalardan. Yalandan bir su çarpıp suratıma geri dönüyorum başladığım yere. Yine bağdaş kuruyorum yatağın içinde. Sesler artmaya başlıyor ya öğlen oldu diyorum ya da ikindiye yaklaştık okuldan çıkıyorlar. Odanın karanlığını aralıyorum perdelerde ve anlıyorum öğlenin çoktan geçtiğini. Karnımdan gelen seslerde onaylıyor bunu. Giyinip kendimi dışarıya atıyorum.

Çocuklar öbek öbek geçiyor yanımdan. Bazıları iki kişi mahcup bir gülümseme takınmışlar dudaklarına. Belli ki ilk defa birinin eli değiyor ellerine. Yanakları al al. Nasıl da özeniyorum onlara. Lise de kimsenin elini tutmadığımı hatırlıyorum. Bana imalı bakan tüm kızlara düşmanca davranıp ağlattığımı. Neyin intikamıydı aldığım sanırım anımsamıyorum.

Adımlarımı hızlandırıyorum öğrenci kalabalıklarını yararak ve nereye gittiğimi bilmeyerek ilerliyorum. İstiyorum ki hava kararsın artık. Çocuklar çekilsin sokaklardan. Bizim gibi yaşlı bıkkın insanlara kalsın meydanlar. Baya zaman geçtiğini sızlamaya başlayan ayaklarım anlatmaya çalışıyor bana. Geçerken lokantalara bakıyorum yarı aydınlık bir yer arıyorum kendime. Kimsenin yüzünün seçilmediği amacın sadece yemek yemek olduğu bir yer. Sonun da sokağın dibine sıkışmış tavanı diğerlerine göre oldukça alçak bir yer buluyorum. Kapıda önlüğünün rengi grileşmiş, ellerinin üstünde ki kıl demetleri karanlığa rağmen seçilebilen orta yaşı geçmiş bir adam karşılıyor. Buyur abi diyor çorba sıcak, dönerde var. Midemin sesleri otur diyor bana. Oturuyorum köşeye. Sırtımı duvarın soğuğuna veriyorum. Kelle paça diyorum var mı olmaz mı abi diyor şivesinin tüm içtenliğiyle. Kap gel o zaman diyorum çok açım. Limonlu sirkeli dumanı üstünde tüten çorba az sonra geliyor masaya. İştahıma ben bile şaşıyorum, üçüncü sınıf bir lokanta da hem de böyle bir çorbayı bu denli açlıkla yiyişime şaşıyorum!

Yenen yemek, içilen çaydan sonra yine atıyorum kendimi sokağa. Ekim kasımın habercisi gibi, saat ilerlediğinden olsa gerek üşütmeye başlıyor. Gece yarısına az bir zaman var. Kimi evlerin ışıkları sönüyor, düzenli aile bunlar diyorum sabah sekiz akşam beş. On bir dedi de mi yatak. Aslında hiç de fena gelmiyor kulağa ama bana göre değil. Hâlâ kalabalıklığını koruyan sokaklardan geçiyorum. Arsız kadınlar, yılışık erkekler. Ne güzel diyorum orta da hiç çocuk yok. Görmüyorlar bunları. Nasılsa bir gün bunlarla tanışacaklar bu kadar erken olmasına gerek yok. Yılışan bir kadını tersleyip, adımlarımı hızlandırıp evime doğru gidiyorum. Her gün tekrarlanan ritüeli tamamlamak için.


BURCU AKKANLI

17 Ekim 2010 Pazar

Çirkin Çocuk Günceleri – 1

Çirkin Çocuk Günceleri – 1

Karanlığın katmanlarının olduğunu öğreniyorum. An be an artan aydınlık özlemimin içinde. Karanlığın elleri alnım da geziyor. Korkmuyorum. İnsanlardan daha yakıcı ve daha acımasız olamaz ki.

Gözlerim kapalı, günün aydınlandığını sokağa doluşan seslerden anlıyorum. Artan çocuk sesleri bana okul saatinin yaklaştığını anlatıyor. Gözlerim de canlanıyor mavi önlüklü çocuklar. Gruplar halinde koşuşan ve onların arkalarından ilerleyen tek başlarına çocuklar. Sırtların da çantalarının yükünden başka, görünmez acılar taşıyan, sessiz, sakin ve geneli gözlüklü çocuklar. Yeryüzüne yanlışlıkla atıldıklarını düşünürler. Ama sessizce kimseye dillendirilmemiş acılar gibidir bu hisleri. Yasaklanmış bir cümle gibi koyunlarında taşırlar. Yürürken tekrarlarlar, inanmasalar da bugün güzel olacak bugün güzel olacak. Oysa kendileri bile inanmazlar bu dediklerine.

Gözlerimi açmıyorum açarsam sanki her sabah o yalancı gülücüklerini yüzlerine yapıştırıp çıkan o kimsesiz çocuklar kaybolacaklar gözümün önünden. Oysa hatırladığım en önemli anılarımdan biri o çocuklar. Nereden tanıyorsunuz demeyin bana. O sır hala takılı kursağımda. Onlar yürüyor oysa ben gözlerim kapalı bekliyorum. Değişmiyor hiçbir şey. Oysa büyüyünce geçer sanıyordum. Değiştirebilirim her şeyi, ama olmuyor. Şimdi karşılarına geçip, kollarından tutup silkelesem onları uyanın desem, büyümeyi beklemeyin hiçbir şey değişmeyecek aklınızı başınıza toplayın uyanın! Ama yapamam inanmazlar ki bana. Kendimden biliyorum bende olsam inanmazdım onlara.

Yol uzuyor okulun kapısında duran büyük çocuklar ilişiyor gözüme. İstemsizce kasıyorum bacaklarımı koşmaya hazırlanır gibi. Biri gelip dikiliyor karşıma. Anlamlandıramadığım sözcükler dökülüyor ağzından sadece dudaklarının kıpırdadığını fark ediyorum. Gerisi umurumda değil. Çok ufak bir çocuk değilim oysa istesem o kocaman burnunun üzerine bir yumruk sallayabilir, tüm hayatımı değiştirebilirim ama yapmıyorum omuzlarım daha da düşüyor. Yavaşça yürüyüp geçiyorum yanından. Elini kulağımda hissettiğim de çok geç olduğunu biliyorum ama hiç tepki vermeden benimle dalga geçmesinin bitmesini bekliyorum. Keyfi kaçıyor direnmeyip, yalvarmayınca bırakıyor beni. Küçümseyen bakışları üzerim de hissediyorum. Yürüyorum. Okulun içi daha da kalabalık. Sesler bir uğultu gibi. Alışığım. Merdivenleri tırmanıp dalıyorum sınıfıma. Sanki bir gölgeyim hiçbir ses hiçbir merhaba gelmiyor. Oturuyorum sırama. Buna da alışığım.

Gözlerimi açıyorum. Geceden daha acıtıcı şeyler olduğunu biliyorum demiştim. Var işte. O çocukları kurtaramıyorum ve onların hayatları benimkinden farksız olmayacak biliyorum.

Devam edecek….


BURCU AKKANLI

13 Ekim 2010 Çarşamba

KAPTANSIZ BEŞ YIL


“KAPTANSIZ BEŞ YIL”

Attila İlhan’ı kaybedeli 5 yıl olmuş. Seneler ne de çabuk geçiyor. O, Türk edebiyatının yaşayan son büyük şairlerindendi. Onun ölümü edebiyatımızı elsiz ayaksız, öksüz bıraktı. Ardında hafızalara kazınmış, anılarımızı süslemiş bir sürü şiir, roman, televizyon programı ve film bıraktı üstat.

İzmir’in Menemen ilçesinde gözlerini dünyaya açtığında gelecekte böylesine bir şahsiyet olacağını biliyor muydu acaba İlhan? Arkasından “Kaptan” diye sesleneceklerini? Lise yıllarında sevdiği kıza gönderdiği mektubuna iliştirdiği Nazım Hikmet şiirlerinin onu zindana tıkabileceğini düşünmüş müydü hiç? Bir 11 Ekim sabahı fenalaşarak bu dünyaya veda edeceğini…

Kaptan, 5 yıldır aramızda değil. O meşhur şapkasını takıp Karşıyaka’nın sahillerinde, İstanbul’un sisli bulvarlarında yürürken kimsecikler görmüyor onu. Televizyondaki tatlı sohbetlerini de dinleyemiyoruz artık. 5 yıldır bu İzmirli delikanlının boşluğunu en derinlerimizde hissediyoruz.

“Her ölüm, erken ölümdür” der Cemal Süreya. Attila İlhan’ın ölümü de öyle geldi bizlere. Ama o bizim gönüllerimizde eşsiz eserleriyle sonsuza dek yaşayan büyük ustaların arasında yerini aldı. Ona, onun sözleriyle beş yıl sonra yeniden seslenelim istedim. Nur içinde yat KAPTAN!!

üstüme varma bulutları tutamam
böyle paldır küldür gideceklerdir
gelmezsen fark etmez kimseyi aramam
asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
onlarla yaşarım eğer yaşarsam

olur mu gecemi yeşile çalmak
yıldız çivilemek parmak uçlarıma
ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
hiç doğmamayı isterdim ama
bir kere doğmuşum ölmek yasak

12 Ekim 2010 Salı

"KEDİ ÖLDÜREBİLECEK YARATIKLAR" İÇİN İMZA KAMPANYASI


Bir canlıyı göz göre göre yani canice hisler taşıyarak katleden insanoğlu denemeyecek yaratığı onun böyle bir yaratığa dönüşmesinde emeği olan herkesi ve her şeyi bütün kalbimizle kınıyoruz!

Edebiyat Meclisi




http://www.sessizkalmasucaortakolma.com/dilekce/dilekce_detay.asp?id=584&DURUM=2 tıkla imzala

Kanunda SUÇ olarak tanımlanmayan katliamlar hakkında kamuoyunun dikkatine!

Kanunda SUÇ olarak tanımlanmayan katliamlar hakkında kamuoyunun dikkatine!

İzmir Bornova’da meydana gelen şiddet olayı hakkındadır. Geceyarısı beş üniversiteli genç evlerinde ve ders çalışıyor olmaları gereken saatte, yanlarında şiddete zorladıkları, zorla KATİL yapmaya çalıştıkları masum bir köpekle bir kediye uyguladıkları vahşetle güvenlik kameralarına yakalanmışlardır.

Bu gençler geceyarısı herkes uyurken köşede kutuya sığınmış bir kediye saldırıp başını ezerek öldürdüler. Sadece canları öyle istediği için bir başka canlıyı hunharca katlettiler.

Medeni bir hukuk ülkesinde yaşadığımıza olan inançla şikayetimizi hazırlıyorduk ki bu SUÇ'un Türk Ceza Kanunundaki karşılığını bulamadık. Kamu vicdanını yaralayan ve toplumsal barışı, sade vatandaşların güvenliğini tehdit eden bu hunharca hareket SUÇ olarak kanunlarda tanımlanmıyor. Bu sefer imzalar KANUNDA YAZILMAMIŞ, KAMU VİCDANINDA SABİT OLMUŞ SUÇLARIN CEZALANDIRILMASI içindir.

Biz aşağıda imzası bulunan YAŞAM HAKKI SAVUNUCULARI bu şekilde keyfe keder işlenen ve bir sonraki aşamasında insana yönelecek şiddetlerin GERÇEKTEN SUÇ OLARAK KABUL EDİLMESİNİ & TÜRK CEZA KANUNU KAPSAMINDA cezalandırılmasını talep ediyoruz.

Bu yüzyılda ülkemizde halen bu gibi SUÇLARIN kabahatten sayılmasını ve böylesine psikopatların aramızda elini kolunu sallayarak dolaşmasını kınıyoruz.

Saygılarımızla

ORHAN GENCEBAY-FUZULİ


Orhan Gencebay'ı günümüzde fantezi müzik olarak adlandırılan köksüz, tekdüze, kalitesiz müzik kolunun bir üyesi olarak görenlerin her zaman karşısında olmuşumdur.

Yaşadığım yer itibariyle küçüklüğümden bu yana müziklerine aşina olduğum Gencebay'ın müziği hakkında bilinçlice kafa yormaya üniversite yıllarımda başladım. Divan şiirinin en önemli temsilcilerinden olan Fuzuli'nin şiirleri ile paralellikler taşıyan şarkı sözleri doğruyu söylemem gerekirse beni sanatçıya daha da yakınlaştırdı. Gencebay'ın Türk müzik tarihinde "Babalar" olarak adlandırılan Ferdi, Müslüm gibi sanatçılarla aynı kefeye konmasınaysa kendimce bu dönemlerde karşı çıktım. Ne içerik ne de müzikal yönden bu değerli isim saydığım isimlerin sınıfında olabilirdi.

Divan şiirinde sevgiliye ulaşamama,keder, yalnızlık, kaderin maşuğu aşıktan ayırışı, sevgilinin naz edip maşuğunu divane edişi meşhur temalar ve konulardır. Ben Gencebay'ın şarkılarında bu temaların ustalıkla ve nedense o dönemi işaret eder nitelikte olduğuna inanmışımdır. İsterseniz şöylece karşılaştıralım.

Gencebay'ın "Meyhaneci" adlı şarkısıyla Fuzuli'nin birkaç beyitine bir göz atalım:

MEYHANECİ

Dertliyim, derdim: Dünyadan büyük!
Meyhane evim sarhoşlar dert arkadaşım!
Elimde sigaram dumanı da bir başka yük
Anam da babam da sensin şarap
Meyhaneci bir tek sırdaşım
....

GAZEL (FUZULİ)

Dost bivefa, felek birahm, devran bisükun
Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, tali' zebun
*Dost vefasız, dünya merhametsiz, devir huzursuz, dert çok, derdimi paylaşan yok, düşman kuvvetli, talihim zavallı ve çaresiz.
Yine Gencebay'ın "Dilenci" adlı şarkısına bakalım:
DİLENCİ
Sevmek çok zormuş
Sevmemek çok zor
Sevilmemek çok zor
Sevdim amma sevildim mi bilemiyorum
Ağlamak zormuş
Ağlamamak çok zor
Ağlayamamak çok zor
Her gün seni kaderimden dileniyorum.

Bir dilenciyim: Senden aşkı dilenen
Her fırsatta hor görülüp belki gülüp alay edilen
Bir dilenciyim: Geleceğini bilmeyen
Senden ne para pul ne de acımanı bekleyen
Kırdın kırılmayan gururumu ve o çok değer verdiğim onurumu
Serdim yollarına ömür boyu beslediğim büyüttüğüm yaşatan umudumu
Bekliyorum her gün
Seni görmek için ve çizmen için
Kaderimin yolunu
....

GAZEL(FUZULİ)
Ey fuzuli çıksa can çıhman tarik-i aşktan
Rehgüzar-ı ehl-i aşk üzre kılın medfen mana

*Ey Fuzuli, canım çıksa, ölsem de bu aşk yolundan ayrılmam. Bana, öldüğümde aşıkların gelip geçtiği yol üzerinde bir mezar yapın.

Orhan Gencebay'ın şarkılarında sadece acı ve kederin olduğunu söylemek safdillik olur. O şarkılarının birçoğunda aşkın yüceliğini övmüştür, tıpkı divan şairleri gibi... Yarabbim adlı şarkısını bilenler bunu daha iyi anlayacaklar.
YARABBİM
Yarabbim sen büyüksün,
Yarabbim sen gönülsün,
Durdur geçen zamanı kulların gülsün!/Bütün saatler dursun/Dert rüzgarları sussun/Aşk Güneşi bahtıma gülerek doğsun./Şimdi aşk zamanıdır/Aşk gönlün baharıdır./Bırak sarhoş olalım/İçtiğim aşk şarabıdır.
GAZEL (FUZULİ)
Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan kılma cüdâ beni

*Ya Rab aşk belasıyla içli dışlı kıl beni, bir an bile ayırma aşk belasından beni

Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib
Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır

* Ey doktor ben alşk derdinden memnunum. Beni iyileştirmekten vazgeç. Derdime arama çünkü beni öldürecek olan zehir senin ilacındadır.

Bunlara benzer onlarca benzerlik bulabilirsiniz ustanın eserlerinde. Bu anlamda Orhan Gencebay'ı yeniden düşünmenizi öneririm.

10 Ekim 2010 Pazar

INDECENT PROPOSAL


Filmi "Ahlaksız Teklif" olarak biliyorsunuz. Pek kötü bir sinema takipçisi değilimdir diye düşünüyorum ancak sanırım en önemli özelliğim kült denebilecek bazı filmleri çok sonra izlemem. 90'lı yılların bu kült filmini bugün izlemiş olmanın buruk mutluluğunu duyuyorum.

Film beni baştan sona kadar rahatsız etti. Rahatsız etti deyince kötü bir film demeye çalıştığımı sanmayın. Bundan önce beni bu kadar rahatsız eden bir başka film 21 Gram'dı. Film boyunca kalbimin sıkıştığını, nefes almakta güçlük çektiğimi hissetmiştim. Aynı şartlarda izledim Ahlaksız Teklif'i.

Demi Moore ve Robert Redford'un mükemmel oyunculukları ve tabii o dönemlerde yeni yeni parlayan Woody Harrelson. Filmi izlemeden önce bu filmde Micheal Douglas'ın oynadığını sanıyordum. Ahlaksızlık deyince nedense aklıma o geliyor:))

Film birbirlerine sırılsıklam aşık genç çiftin maddi darboğaza girmeleri, borçlarını ödeyebilmek için son çare olarak bir kasinoda şanslarını denemeleriyle başlıyor. Sonrasında ahlaksız teklifin faili multimilyarder John Gage(Redford) giriyor devreye ve nefesinizi kesecek dakikalar başlıyor. Filmi izleyenler sürekli empati yaparak film izlemenin ne menem bir şey olduğunu bilir, tahmin ediyorum.

Benim gibi böylesine kült filmleri henüz izlememişlere önerimdir. Indecent Proposal 5 yıldızlık bir film bana kalırsa.

Benim gibi

8 Ekim 2010 Cuma

KİTAP ÖNERİSİ: KÜRK MANTOLU MADONNA

Klasik aşk hikayeleri gibi olduğunu düşündüğüm bir kitaptı. Hatta kitabın neredeyse ilk 50 sayfasında konuya nasıl bir giriş yapılacağını düşündüm durdum. Beni meraklandıran bir roman olması bakımından bir solukta okuduğum kitaplar arasındadır "Kürk Mantolu Madonna". Kitabı okuyan birçok bey, Raif Efendi'de ; birçok hanımefendiyse Maria'da kendilerini bulacaklar. Romandaki psikolojik tahlillere ve hayata dair belirlemelere bayıldım. 25 yaşındaki bir gencin kafasından geçebilecek her şeyi gözler önüne sermiş Sabahattin Ali. Taa 1940'lardan günümüz insanına ışık tutabilmiş. Entellektüel insanın arayışlarını, aşkı nasıl irdelediğini görebilirsiniz bu romanda. İki genç için zaman zaman sevinebilir zaman zamansa üzülebilirsiniz. Kitabın dili genç okur kitlesini birazcık kitaptan uzaklaştırabilir; buna rağmen pek kullanmadığımız sözcüklerin bugünkü kullanımlarının dipnot olarak verilmiş olması bu açığı kapatıyor.

Kitabın konusu hakkında pek fazla bir şey yazmak istemiyorum. Ayrıntılara yer vereceğim diye korkuyorum. Söylediğim şey, kitabı henüz okumayanlar için haksızlık olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse her yaştan insanın okuması gereken bir roman olarak görüyorum, Sabahattin Ali'nin bu güzel eserini. İnsanlar bu kitabı okumalı ve kendi hayatlarını masaya yatırmalılar !

6 Ekim 2010 Çarşamba

AŞK

Ne kadar da yıpratılmış bir kelime günümüzde.Anlık yaşayan insanların dünyasında gönül gözüne dayalı bir kavramın hak ettiği değeri görmesi belki beklenemez ama aşkın olmadığı bir dünyada da yaşamak istemem doğrusu.Yüzyıllar içinde anlam daralmasına uğrayan bir kelimeden bahsediyoruz.Şimdi aşk dendiğinde herkes iki gencin flörtünü algılıyor oysa flört başkadır,evlilik başka aşksa bambaşka...Aşk bir kayboluş halidir ne sen kalır ne de ben her şey aynı anda akar. Artık savaşmak yoktur. İnsan kendisiyle ne kadar savaşabilir ki zaten ya da bu savaştan yaralanmadan çıkması mümkün müdür?İşte bu yüzden aşk bir teslimiyettir.Teslimiyet özgürlüğe kapıyı açar çünkü o an kurtulduğumuz nefsimizdir.Nefsini bir kere bildin mi anlarsın insan aynı özden gelir, evren aynı özden.Parçası olduğunu aşkla sevdikçe merhamet ve sevgi kaplar yüreğini.Allah'ı kalbinde bulursun kovduğunsa şeytandır kalbinden çünkü kalbimizi aşka açmazsak haset ve kibir şeytanı davet eder ve özünden kopar insan .İçindeki boşluğu mevki para, ten, şehvetle doldurmaya uğraşır boşuna, artık bir damladır çölde nicelerimiz gibi.Ama umut ölmez yaradan dışında her şey dönüşür ötekine kötülük iyiliği doğurur.İnsan var olduğu sürece insanın aşka olan özlemi de inancı da hiç bitmeyecektir.
Umut Selvi

ÖMRÜMDE SÜKUT

Çıngıraksız, rehbersiz deve kervanı nasıl
İpekli mallarını kimseye göstermeden
Sonu gelmez kumlara uzanırsa muttasıl
Ömrüm öyle esrarlı geçecek ses vermeden

Ve böylece bu ömür, bu ömür her dakika
Bir buz parçası gibi kendinden eriyecek
Semada yıldızlardan, yerde kurtlardan başka
Yaşayıp öldüğümü kimseler bilmeyecek

CAHİT SITKI TARANCI