30 Aralık 2010 Perşembe

HER YIL YİNELENEN BİR HEYECAN


Eski yılı devirip, sağlık ve mutluluk dolu olacağını umduğum yeni yıla geçeceğimiz bu haftada Edebiyat Meclisi'ni ikinci yılbaşı heyecanına taşıyor olmanın gururunu yaşıyorum. 2009 yılının yaz aylarında başlayan serüvenimiz ikinci yıl dönümüne yaklaşıyor.

Bugün hasbelkader karşılaştığım bir belgesel beni böyle bir yeni yıl yazısı yazmaya itti. İzlediğim belgeselin ilk parçasını burada sunuyorum ki merak edenler aynı adresten devamını izleyebilsinler diye.

Günümüzdeki edebi ürünlerin sunulma yöntemi ile 1950'lerin yöntemini karşılaştırmanın manasızlığını anlayabilirsiniz. O dönemde tek alternatif olan matbu malzemeler günümüzde miadını çoktan doldurmuştur kanımca. Devran dönmüş mis gibi kağıt kokusunun yerini dijital ortamlar almıştır. Bunu "Ah nerede o eski günler" havasında söylemediğime inanmanızı, bu tip değişimlerin dünya tarihinin her döneminde yaşandığının farkında olduğumu bilmenizi temenni ederim.

Bütün bunları üniversite yıllarımda, öykündüğüm yazar ve düşünce adamları gibi bir dergi çıkarma hayali içinde olduğum için yazıyorum. Gerçi bu emelime üniversite sonrası 5 sayı çıkarabildiğimiz "Sığınak" dergisi ile ulaşmışımdır ancak sanıyorum ki her noktasına rahatlıkla müdahale edebildiğim bir platforma Edebiyat Meclisi sayesinde sahip oldum. Bu anlamda Edebiyat Meclisi benim hayalini kurduğum, şiirleri hikayeleri ile büyüdüğüm büyük sanatçıların yuva olarak kabul ettikleri bir mekandır. İleriki dönemde domainden serverını almayı da düşündüğüm benim biricik dergim umuyorum ki daha nice yıl başları yaşar.


Her neyse yeni yıla yaklaştığımız bu saatlerde, gençliğimdeki dergi heyecanımı depreştiren belgesel "Gün Doğmadan" -Sezai Karakoç- belgeseli oldu. Şiirlerini hayranlıkla okuduğum üstadının kitaplardan okuduğum hayatı karşısında yeniden saygıyla eğildim. Özellikle onun hakkında, üniversite sıralarında kendisiyle aynı sırayı paylaşan ve uzun yıllar bürokratlık ve bakanlık yapan İlhan Evliyaoğlu'nun sözleri beni çok etkiledi.

"Bizler, yani o jenerasyon çok iyiydik içimizden bir sürü devlet adamı, tüccar ve bürokrat çıktı. Ancak o sıralardaki en şanslı insanlar iki kişidir. Biri Cemal Süreya diğeri Sezai Karakoç, bizler bir gün unutulacağız ancak onlar sonsuza dek yaşayacaklar."

Evet o yıllarda üniversitede iki yakın arkadaş olan Süreya ve Karakoç'un edebiyatı tercih etmeleri, fikir çilesine baş koymaları bir kader belki de. Bu iki büyük sanatçının dünyaya bakışları bambaşka pencerelerden olsa da çok yakın arkadaş olabilmeleri ise büyük bir lütuf. Lütuf'tan da öte bana kalırsa büyük bir örnek günümüze. Bu lütufu abarttığımı düşünenler iki sanatçının dünya görüşlerinin günümüzde nasıl da yan yana gelemeyecek ateş ile barut misali olduklarına dikkat etmeliler diye düşünüyorum.


Sözü uzatmayayım. Yeni yılınızın her şeyden önce sizlere "Sağlık" getirmesini diliyorum. Sanırım her işin başı o. Mutluluksa sağlığın arkasında bekleyen bir misafir.

Yenil yıla, Sezai Karakoç'un çok uzun zaman önce bir başka yılbaşına ithafen yazdığı şiiriyle merhaba demeyi uygun buldum. Hepinize mutlu seneler!!


İnci Dakikaları

Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden
Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey
Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya
Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde
Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya
Sen benim ağlamamı erkeklığıme
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say

Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu
Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say

Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar

Senin odan günışığı en güzel müzik bana
Farklılıklar odası
Giden tren buharları içinde örümcek ağı
Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak
Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş
Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı

Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum
Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır
Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim
İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur
Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler
Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur
Oldukları yerde bile

Sezai Karakoç






22 Aralık 2010 Çarşamba

DOĞUM GÜNÜ ŞİİRİ

YENİ YAŞ NAZİRESİ

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;

Hatırası bile yabancı gelir

Hayata beraber başladığımız

Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;

Gittikçe artıyor yalnızlığımız


Cahit Sıtkı Tarancı



Sanma hüzünle uzlaşmışım

Acı tatlı yaşananlardan

Bir adım daha uzaklaşmışım

Son diye koyduğum noktalarda

Yaşımla sarmaş dolaşmışım.


Her yaş onlara daha bir benziyorum

Şu disiplini başucu kitabı yapanlara

Aynı öğüdü vermekten beziyorum

Aynı şeyleri yapan çocuklara

Eski fotoğraflarımmış gibi bakıyorum.


Yirmi üç Aralık bin dokuz yüz seksen iki

Belirsizliğe çığlık attığım günde

Aşkları görseydim zulümleri belki

Gelmezdim değil ama durmazdım önde

Beklemezdim zalimleri


O kadar hızlı geçmiş ki günler

Daha dün gibi kadeh kaldırışım bahara

Bu en sevilen filmi izlemeye benzer

Bir çırpıda okunan romana

O kadar hızlı geçmiş ki günler


Bugün az daha yakınlaştım ebediyete

Dudaklarımda ne bir heyecan ne bir haz

Fazla sürmez diye girdim bu diyete

Acılar az olsundu derdim, kırgınlıklar az

Yıllar bakmıyor işte niyete.

BENİ KÖR KUYULARDA MERDİVENSİZ BIRAKTIN


Aslında Ümit Yaşar Oğuzcan'ın şiirlerini çok sevdiğimi söyleyemem. İnsanların hayatlarında öğretmenlerinin ve pek tabii onların söylediklerinin yeri büyüktür. Bu durum bazen istemdışı önyargılara neden olabilir. Sanırım Ümit Yaşar Oğuzcan'ı sevemeyişimin en önemli sebeplerinden biri üniversitedeki bir öğretim görevlisinin Ümit Yaşar Oğuzcan hakkında söyledikleriydi.

Şöyle demişti hocamız: "Ümit Yaşar Oğuzcan, henüz ünlü bir şair değilken Ankara'nın birçok kentinde ev ev dolaşarak buralarda ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın evi varmış, bilir misiniz diye sormuş, ardından bütün kitapevlerine giderek şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın kitabını aramış. Tabii ki yanıtlar hep hayır bilmiyoruz olmuş. Ardından şiir kitabını çıkaran şair bu değişik promosyon çalışmasının meyvelerini toplamış."

Bu hikayenin doğruluğunu ne yalan söyleyeyim tam olarak bilemiyorum ancak bir gerçek var ki Oğuzcan'a karşı önyargım o gün başlamıştı. Şiirlerini okumaya başladığımdaysa bir liselinin sevgililerine yazdığı şiirleri andıran şiirlerle karşılaşmıştım. Ya da önyargılarım gözlerimin öyle görmesini sağlıyordu. Üniversitenin ardından"Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın" şiiri ile karşılaşana kadar bu durum böyle devam etti.

Bu şiir hepinizin bildiği gibi şöyledir:

Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.


Bu şiiri ilk okuduğumda birçokları gibi büyük bir aşk şiiri olduğunu sanmıştım. Kafamda canlanan hayal öyle olmuştu. Oysa sonrasındaki araştırmalarımla öğrendim ki şiir Ümit Yaşar'ın 1977'de intihar eden oğlu Vedat için yazılmıştır. Tabii ki çok üzüldüm ve şiirin değeri bende bir kat daha arttı.

Sanırım insan büyüdükçe bazı önyargılarını da kırıyor. Bugünlerde şairin kulağıma çok hoş gelen ve ustalıklı olduğuna inandığım şiirleriyle karşılaşıyorum. Yine yakın geçmişte Yaşar tarafından bestelenen bir şiirini de paylaşmak isterim sizinle.

YILGIN
besbelli bir giden var
sen misin yoksa
neden bu limanda gemiler aglamaklı
kaldırın su masayı gozlerimden
bu ne cok deniz bu ne cok martı
en iyisi meyhane yoklugunda
belki durulur zaman bu calkantı
goturun su masayı gözüm gormesin
bu ne cok kadeh bu ne cok rakı

ne güzel ayaklardı ki hala unutmadım
ve elleri sarkı soylerken aglardı
susturun su sarkıları yeter artık
bu ne cok beste bu ne cok sarkı


batırın gemileri vurun zamana
ya bir hancer verin bana gümüş saplı
bırakmayın öldürün öldürün beni
bu ne cok keder bu ne cok acı

besbelli bir giden var
sen misin yoksa
neden bu limanda gemiler aglamaklı
kaldırın su masayı gozlerimden
bu ne cok deniz bu ne cok martı

ne güzel ayaklardı ki hala unutmadım
ve elleri sarkı soylerken aglardı
susturun su sarkıları yeter artık
bu ne cok beste bu ne cok sarkı


batırın gemileri vurun zamana
ya bir hancer verin bana gümüş saplı
bırakmayın öldürün öldürün beni
bu ne cok keder bu ne cok acı

bu ne cok deniz bu ne cok martı
bu ne cok kadeh bu ne cok rakı
bu ne cok keder bu ne cok acı
bu ne cok beste bu ne cok sarkı



Keyifli akşamlar...

21 Aralık 2010 Salı

CEMAL SÜREYA'YA DAİR...





Bendeki Cemal Süreya hayranlığı üniversite öncesine, lisenin son dönemlerine kadar gider. Üniversitede şiirlerini okuduğum bu "Cins Şair"in hayatını okuma fırsatını da bu yıllarda elde etmişimdir. Şu bir gerçek ki birçok değerli sanatçımızın Cemal Süreya'nınki kadar detaylı bir biyografisi bulunmamaktadır.
Şairin hayatını tüm detaylarıyla, onun sözlerine ya da farklı kişilerle yaptığı röportajlara dayandıran bu yazılar Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'e ait. Bu iki değerli insan araştırmalarını ve kendi anılarını "Şairin Hayatı Şiire Dahil" adlı kitapta toplamışlar.Bense bu güzel kitabı gözlerim dolarak bitirmiştim hiç unutmuyorum.
Neyse sadede gelmeli. Kitapta, kitabı okumayan birçok insanın bilmediği türlü olay var tabii. Cemal Süreya'nın bazı şiirlerin hikayeleri bu
kitapta gizli. Kendi kitaplarında yer almayan bir sürü şiiri de tabii.
Bu yazımda bu kitapta geçen ve öğrendiğinizde "Vay be öyle miymiş?" diyebileceğiniz birkaç olaya değineceğim.
Orta okuldan bu yana Seniha adındaki bir kıza aşık olan üstat ilk evliliğini de Seniha Hanımla gerçekleştirir. O yıllarda Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi'nde eğitim gören Süreya, biricik aşkı Seniha ile nişanlanmayı aklına koymuştur:
..."Şairin babası Hüseyin Bey'in kaygıları vardır. Seniha'nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yoktur; üstelik ailesi de yoksuldur. Bunu söylediğinde Cemal Süraya'nın tepkisi ağır olur. "Biz yoksul değil miyiz baba!"der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
.....
1953'üm 23 Kasım'ında nikah kıyılır. Cemal Süraya'nın ailesinden tek kişi yoktur...
Canından çok sevdiği insan Seniha ile evlenmiştir Cemal Süreya. Evliliklerinin ilk dönemleri Süreya'nın okulu yüzünden ayrı geçer. İşte o dönemi çok güzel anlatan bir şiir
Ben Seniha Seber Ben Cemal Seber
Ben seni severim Ben de seni
Ben soba yaktım Ben tavukları hatırladım
Bulutlar güzel oluyor Beyaz da oluyor
Benim gözlerim var Benim mercimeğim var
Gözlerim iki tane Mercimekler yaşasın
Ve yıldızlar Senin yıldızların
Ve şiirler Benim şiirlerim
Ve sen Evet ben
Sen Ben
Niçin Niçin
Niçin mi
Biz
İkimiz
Dünyada
Bir taneyiz
Pour toi mon amour
Joi achete des fleurs
Biz Cemal ve Seniha Seber
Ve yaşamak tomur tomur dallarda
.................
Evet gördüğünüz gibi Süreya sevdiği kadına böylesine hasrettir. Babasına sırt dönecek kadar...
İlgimi çeken bu güzel hikayenin sonu oldu elbette dilerseniz bitirelim:
Cemal Süreya, Seniha Hanımı; onu üzdüğü günlerin ardından kaderin cilvesiyle mürekkep akıtan kalemine bakıp "Onu üzdüm ya, dolmakalem bile ağlıyor" diyecek kadar sevmiş olmasına rağmen gel-gitleri çok olan bir insandır. Zaman zaman neşesine diyecek yokken; zaman zaman şiddete varan öfkesiyle evliliği çekilmez hale getirmiştir. Bir keresinde yeşil zeytinli börek istediği Seniha'sının "peynirliden başka börek bilmem ki" lafına çok sinirlenmiş ve tokatı Seniha'nın yüzünde patlatmıştır üstad. Buna benzer durumların çoğalması ve şairin çalkantılı bir denizde oradan oraya sallanan bir tekne misali dengesiz oluşu bu evliliği bitirmiştir. Oysa Balzamin'idir Seniha Hanım şairin. Orta okul sıralarında kırmızı mürekkeple adına ilk şiirleri karaladığı kadındır. Evliliğinin ardından 4 farklı evlilik daha yapan sanatçı aradığı mutluluğu bulabilmiş midir acaba?
Balzamin'le bitirelim:


sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili

19 Aralık 2010 Pazar

NERGİS İLE YANKI


Yunan mitolojisine ilgi duyanlar Narkissos'un hikayesini bilir. Günümüzde "Narsizm" olarak adlandırılan psikolojik durumun dayandırıldığı hikayedir. Narkissos'un başına gelen talihsizlikler, insanın dünyadaki yerini ve duyguları karşısındaki acizliğini ifade eden güzel bir mitostur.

Bu mitos acı dolu bir aşk hikayesini barındırır. Dünyalar güzeli Echo (eko-yankı), herkesin sevgilisi, yakışıklı Narkissos'a aşık olur ancak aşkına karşılık bulamaz. Karşılık bulamayışı onu acılara gark eder ve güzeller güzeli Echo sevdiğine ah eder. Bu durumu Olympos dağından takip eden Tanrılar Narkissos'a çok kızarlar ve onu cezalandırmaya karar verirler. Dilerseniz bu güzel hikayenin devamını hikayeyi "Nergis ve Yankı" olarak dilimize kazandıran büyük şairimiz Melih Cevdet Anday'dan dinleyelim. Aynı zamanda Nergis çiçeğinin de hikayesi olan "Nergis ile Yankı" Rahatı Kaçan Ağaç adlı kitabındadır şairin.


NERGİS ile YANKI

Nergis dünyaya geldiğinde
Su perisi olan anası
Ona baktı da uzun uzun
Ya bu dünya güzeli çocuk
Göze gelirse diye meraklandı,
Dar attı kendini falcının yanına,
“Oğlumun ömrü uzun mu falcı baba?”

Falcı mavi saçlı periye dedi ki,
“Evet, ama hiç görmezse kendini..”

Delikanlı Nergis on altısında,
Sevgilisiydi herkesin.
Ama hiçbiri bu talihsizlerin
Sokulamamıştı yanına,
Çünkü döndüğünü bilmiyordu dünya,
Büyümez gibi büyüyordu bervak otu,
Kunduz bilmeden acıkıyordu,
Görmeden bakıyordu geyik.
Güzelliðini bilmeyen güzellik,
Issızdı görkemi içinde,
Nergis büyüsü içinde donuk donuktu.
Hani öğle saati amfitrit
Sallanarak derin sularda
Uyur ya ağýr, kibirli, alıngan,
Hani kayalık dağın doruğundan
Göz açıp kapayıncaya kadar
Yürek oynatırcasına iniverir ya
Uçurum telaşsız ve yaban,
Hani kaldırır başını orman dinler
Gülümseme nedir bilmeyen yavru şahin,
Hani papağanları ürkütür
Tavşanları kovalar yavru kaplan..

Bir gün kurduğu ağlara doğru
Sürerken ürkek geyikleri
Söze ilk başlamayı bilmeyen Yankı
Onu görüp vurulu verdi.
Ardına düþtü Nergis’in gizlice,
Tutup yalvarmak isterdi,
Yalvarýp sarmak isterdi,
Ama Yankı’ydı o, biri söylerse ancak
Ancak son sözleri yinelerdi.

Çevresinde bir şeyler sezinleyen Nergis
Dedi ki “Kim var yanımda benim?”
Yankı mutlu, ses verdi:
“Ben’im”

Nergis bakınıp dört yanına,
Kimsecikler görmedi, şaştı.
Çünkü görünmek için en uygun sözü bekleyen
Ormana saklanmıştı.

Aldandı Nergis kendi sesine
Bağırdı, “Gel birleşelim!”
Yankı ses verdi gene,
“Birleşelim!”

Ve sarılmak için özlediğine,
Çıktı ormandan.
Ama aldatıldığını anlayan Nergis
Onu korku ile itti.
“Çek beni kucaklamak isteyen ellerini
Ölürüm de sana öyle yar olurum.”
Yankı da son olarak dedi ki,
“Yar olurum.”
Ve ormanın içlerine çekildi.

O günden beri ıssız mağaralarda
Kendini yakıp bitiren Yankı
İşittirir sesini bütün çağıranlara,
Söylemek istediği içinde saklı,
“O da sevsin dilerim Tanrım,
Sevsin de kavuşmasın derim Tanrım”

Oralarda bir akarsu vardı.
Ne dağlarda otlamayı seven keçiler,
Ne çobanlar, ne bir sürü, ne bir kuş
Bozabilmişti duruluğunu bu suyun.
Hiç güneþ görmeyen bir kuyunun
Serinliği gibi serin, ne bir yaprak yüzer
Yüzünde, ne bir küçük titreyiş.

İşte av yorgunu Nergis
Uzandı bir gün içmek için bu suya
Görünce yüzünü birden bire suda
Başkası sandı kendini,
Başkası diye vuruldu kendine,
Kalakaldı güzelliğinin önünde.

Mermer bir yonuttu sanki yüzü,
Bir çizgisi bile oynamıyordu.
Nergis kendini kucaklamak istiyordu,
Seven de kendi, sevilen de.
Kaç kez kollarını boş yere
Suya daldırdı tutmak için bu başı,
Açlık da ne, yorgunluk da ne,
Hiçbir şey onu bu yerden ayıramadı.

Niye direniyorsun, söylesene,
Kaçıcı bir görüntü yakalamak için?
Sen dönünce yok olacak sevdiğin,
Seninle gelir, seninle gider gördüğün,
Sen kendinsin arkasından koþtuğun,
Niye direniyorsun, söylesene!

Büyülenmiş, kendini seyrederken öyle,
Suya damladı gözyaşları,
Bir bulanıklık oldu suyun yüzünde.
Silinip uzaklaşmaya başladı Nergis,
Sağlıcakla kal dedi ta derinden Nergis,
Düştü bitkin başı çiçekli çimenlere.

Nergis’in ölüsü bulunamadı,
Düştüğü suda şimdi safran rengi,
Beyaz bir çiçektir artık adı…

Melih Cevdet Anday

12 Aralık 2010 Pazar

İSTANBUL ÜZERİNE...

Sait Faik Abasıyanık'ın hikayelerinden alıp çıkardım İstanbul'u önce. O zamanlar sadece kartpostallardan ve televizyondaki anlık görüntülerden kafamda tasarladığım bir şehirdi 600 yıllık pay-i taht.
İlk gençlik dönemlerimde Orhan Veli'nin şiirlerindeki sıcaklık kadar her yolu düşene bir yuva diye düşünüyordum burayı. Ahmet Ümit'in öykülerinde anlattığı arka sokakları beni biraz tedirgin etti.
"Süper Baba" diye bir diziyle boğazının bir yakasına aşık oldum. Her mekanını o sıcacık sahil kavhehanesi gibi düşledim. İstanbul'u Çengelköy'den ibaret sanıyordum.
Öğretmenim Kız Kulesi'nin hikayesini anlattığında Binbir Gece Masalları'nın yaşandığı tılsımlı bir şehir olarak göründü gözümde. Topkapı Sarayı'nın ihtişamlı kubbeleri öylesine etkileyiciydi ki bir prensesin hala içinde geziyor olabileceğini hayal ettim.
Tarih öğretmenim Haliç denen yerin karadan gemiler yürütülmek suretiyle onca kuşatmadan sonra zaptedildiğini söylediğinde erişilmesi güç bir insan gibi saygım bir kat daha arttı.
Yahya Kemal nasıl bakıyorsa tepeden Aziz İstanbul'una ben de öyle bakmayı denedim defalarca. Kendi Gökkubbem'de o gizemli havayı soludum.
Yıllar geçti.
Tevfik Fikret'in "Örtün ey felaket sahnesi, örtün artık ey şehir, örtün ve sonsuz uyu ey dünyanın koca kahbesi" dizeleriyle karşılaştığımda afalladım. Kafamda böylesine yücelttiğim bir şehri düşünceleriyle beni mest eden bir adamın böylesine yerin dibine sokması şaşırttı. Attila İlhan'ın şiirlerinde anlattığı sokaklar beni ürküttü. Birileri bir şeylerden pek de hoşnut değildi anlaşılan.
Zaman gelmişti, şehri görme zamanıydı artık.
Şehir hayallerimdeki peri masallarında rastlanmayacak kadar büyük ;ama bir o kadar taş'tı. Neredeydi hayalimdeki o kubbeler, neredeydi Orhan Veli'nin çığlık çığlığa martıları. Önümde yalnızca yanıp sönen ve kilometrelerce uzaklara kadar görülebilen bir lale tarlasını andıran otomobillerin park lambaları...
Bekleyiş ve telaştan başka ne vardı?
Bir de ayaz tabii ki, soğuktu buralar Sait Faik'in hikayelerinin aksine...
Süper Baba'daki gibi gülen yüzler, sıcacık kahvehaneler arayan ben, yüzümü adeta kırbaçlayan yağmurun altında, sırılsıklam olmuş bir halde , telaşım burnumda hayalimdeki o kartpostalı yırtıp attım.