31 Ağustos 2011 Çarşamba

ANTİKA - 4 (ÖYKÜ)

... dükkanın önüne gelmişlerdi bile. genç kız arabayı durdurup arda'ya döndü:"böyle bir şeyi yaptığına inanamıyorum, beni ne kadar mutlu ettiğine inanamazsın arda ; ama yine de bu riski almanı istemiyorum;sonuçta gecenin bir vakti dükkanı açmak pek mantıklı değil gibi.başını belaya sokmanı istemem.

arda, okuduğu roman kahramanlarının, hayatında yer etmiş filmlerin aktris ve aktörlerinin destek nidalarını kulaklarında hissediyor; aşık olduğu insan için bir şey yapabilmenin haklı gururunu yaşıyordu. gözleri kıvançla parladı. daha önce kendisinden hiç duyulmamış kararlı bir ses tonuyla.

-sinem, aylardır bu yüzük için yanıp tutuştuğunu anlıyordum. yarın buralardan uzaklaşacak olman çok istediğin o şeye ulaşamayacağın anlamına gelmiyor. ben bugün şunu anladım. çok uzaklarda da olsa istediğin şey asla karamsarlığa düşmemeli insan, kader her zaman bizi arzu ettiklerimize götürecek yolu seçeneklerinin arasına yerleştirir. ilk bakışta bu yol girilmemesi gereken bir yol gibi gözükse de bize düşen o yolun sonunu sezmek ve sonuna kadar gitmek. insan çılgın gibi arzu ettiği şeye ulaşabilir sinem buna inanıyorum. yeter ki bir çılgın gibi o yola girmeyi göze alabilsin.

arda, şimdi gözlerine dolu gözlerle bakan bu güzelliğin son kurduğu cümleden kendisini haftalardır deli gibi arzuladığını anlamasını beklemişti. içinde ne varsa haykırmak istiyor, ona bu denli yaklaşmışken yakınlarında olması için yalvarmayı aklından geçiriyordu.

sözlerinin ardından kızın gözlerine değil de dudaklarına baktığını fark etti. kalbi dört nala koşan bir atın toprağı dövdüğü gibi hızlı hızlı çarpıyor, arda sesi gittikçe artan soluk alıp verişlerinin duyulacağından korkuyordu. genç kız arda'ya daha da yaklaşmıştı. daha da yakındılar artık. bu bin yıllar boyunca yer hareketleriyle santim santim birbirine yaklaşan büyük kara parçalarının görkemli buluşmasını andırıyordu. az sonra göğün kapkaranlık yüzünü bir anda aydınlatan şimşeklerin yaptığı gibi bu iki gencin soluduğu hava elektriklenebilirdi.


-içeri girip yüzüğü alsak iyi olacak sinem, diyerek kapıyı ilk açan arda oldu. içinden kendine ve utangaçlığına küfürler ediyor, belki bir daha asla yakalayamayacağı bu fırsatı tepmiş olduğuna inanmak istemiyordu. genç kız arabanın kapılarını kapamak için elinde tuttuğu anahtarlığı kullandıktan sonra dışarıda kendisini bekleyen arda'nın yanına geldi.

arda az evvel yaşananları beyninde defalarca yaşıyor, gerçekte o ana dönemeyeceğini ve hatasını telafi edemeyeceğini bilse de kafasında arzu ettiği şeye ulaşıyordu. bütün bu düşünceler arasında genç kızın "anahtarlar yanında değil mi" sorusuna biraz gecikmeli de olsa yanıt verebildi.

-efendim, a evet tabii yanımda.

tıpkı otobüsü beklerken çıkarmakta zorlandığı kentkartı gibi anahtarlar da cebinin en ücra köşesinde kendisini alarak deliğe sokacak parmakları bekliyordu. bu sırada hınzır bir rüzgar sokakta yerlere saçılmış bir tomar gazete kağıdını, ve orada burada duran bir sürü kuru yaprağı havalandırdı. rüzgarın etkisiyle havaya kalkan bir miktar toz da sağ gözüne kaçmıştı arda'nın. gözüne toz kaçan herkes bilir, bu durum gece karanlığında gözlerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan genç adamı inanılmaz rahatsız ediyordu. genç kıza bu durumu çaktırmamak adına ses etmedi. bir müddet cebinde anahtarları arayan arda zorlansa da anahtarları oradan çıkarmayı başardı. öncelikle dükkanın alarmını anahtarlık yardımıyla devre dışı bıraktı, sonrasında kapıyı örten kepengin kilidini açması gerekiyordu. sağ gözü içine kaçan tozdan resmen sırılsıklam olmuş yanağına yaşlar süzülmüştü.arda'nın son istediği şey sinem'in onu ağlıyor sanmasıydı. gözünü her hareket ettirişinde onu adeta deli eden bir rahatsızlık duyumsuyordu. her şeye rağmen kaldırıma eğilerek bu işi de görmeyi bildi. büyük bir gürültüyle kepengi kaldırdı. artık kepenk açılmış, kapı açılmayı bekliyordu.kilide anahtarı usulca soktu ve gözündeki acıya rağmen zor bir işi başarmış bir çocuğun sevincini yüzüne yansıtarak arkasında beklemekte olan sinem'e döndü. sonunda ba...



temmuz 2006-alsancak devlet hastanesi

-anneciğim nasılsın, ah kıyamam ben kuzuma sonunda uyanabildin.
-anne! neredeyim ben ne oldu bana?
- ah canım benim biz de bilmiyoruz aslında , polisler bunu araştırıyorlar. çok şükür hayattasın ya. seni dükkanın önündeki kaldırımda duvara dayanmış uyuyorken bulmuşlar. şükür ki bir şeyin yok. sanırım soluduğun bir gazdan ötürü bayılmışsın. bunu yapanın elleri kırılsın inşallah. polis, kamera kayıtlarından biri kız iki erkeğin çalıştığın dükkanı soyduğunu, ertesi günkü açık artırmada satışa sunulacak olan milyon dolarlık takıları kasayla beraber kaçırdıklarını ve sırra kadem bastıklarını tespit etmişler. ama sen bunları boşver kuzum, iyisin ya! bir şeyin yok ya çok şükür yaradana.
- nas.. nasıl.. nasıl yaaa!!!


SON

Murat Gil (eeyore)

30 Ağustos 2011 Salı

ANTİKA - 3 (ÖYKÜ)


... arda kendine geldiğinde sinem elindeki kartı ona uzattı. genç kız içten bir tebessümle, "orada kabul etmeyeceğini düşünerek söyleyemedim; ancak sonrasında yaptığımın yanlış olduğunu fark ettim, neyse ki seni kaçırmamışım. ben arabayla gelmiştim istersen seni evine bırakabilirim."dedi.

arda, bugün belki de hayatının en hareketli, en heyecanlı gününü yaşıyordu. oğul ve hakan'ın davetini kabul ettiğinde aralanan kapılar sanki artık sonuna dek açılmıştı. onun utangaç, kırılgan yanına inat kader, zoraki bir biçimde sinem'i yoluna çıkarıyordu. kızın teklifini mağrur bir tavırla yani muhtaç görünmemeye çalışarak reddetti. "sana zahmet vermek istemem, birazdan otobüsüm gelir."

genç kız: "rica ederim, ne zahmeti arabam da şurada zaten. lütfen, itiraz istemem haydi." deyince gönlünün derinliklerinde böylesine bir deneyime dünden razı olan o kıpır kıpır çocuk, bu nezaket içeren sözcüklerle bezenmiş emre karşı çıkamadı. arda, yelkenleri suya indirmişti, iki genç arabaya kadar yürüdüler.

sinem, arda'ya antikacıdaki işleri ve dersler ile ilgili pek çok şey sordu bu kısa zamanda. arda, utangaçlığını üzerinden atmaya çalışırcasına her defasında daha fazla sözcükle cevap veriyordu. pek çok kızın doğuştan var olan sezme yetisiyle arda'nın haddinden fazla utangaç, insanlarla diyaloğa girme konusunda çok beceriksiz olduğunu sezmiş gibiydi sinem.

kontağı çevirdiğinde yol boyunca yolun her iki yanında adeta geçenleri selamlar gibi duran ağaçlara ve durakta bekleyen insanlara bakarak iç çekti genç kız.

- sanırım buradan ayrılmak pek kolay olmayacak.
-nasıl yani? ne ayrılığı ?... arda ilk kez bu kadar uzun göz göze kalabilmişti sinem'le. yüzünde hiçbir şey anlayamamış bir çocuğun sevimli eblekliği belirmişti.
-yarın sabah 7 uçağı ile amerika'ya gidiyorum. bir değişim programı. üniversiteyi orada tamamlayacağım. orada yaşayan kız kardeşimle aynı daireyi paylaşacağız. buradan ayrılmak o kadar zor geliyor ki anlatamam sana. bu şehir, bu insanlar, bu gökyüzü... bunları bir anda bırakıp gitmek inan ağır geliyor.

arda geç bulup erken kaybetmenin bedeninde bıraktığı o tarif edilmez acıyı hissediyordu şimdi. kader, onun bütün direnişlerine rağmen bu güzel kızı defalarca yoluna çıkarmış, o bütün ikramları zor beğenen bir müşteri gibi her defasında reddetse de kader, bu iki genç insanı yeniden buluşturmak için diretmişti. şimdi talihi, bu olası filizlenmenin arefesinde onların yollarını epey uzun bir süreliğine ayıracaktı.

arda, afalladığını belli ederek ve sessizliği dağıtmak istercesine,

- mecbur musun gitmeye, burada bitiremez miydin üniversiteyi? amerika'yı eğitim ve kariyer için şart görmeyi anlamsız buluyorum. istenirse buralarda da önemli işler yapılabilir.

- ben de senin gibi düşünüyorum arda; ama babamın ısrarlarına boyun eğiyorum işte.

bu kısa diyalogdan sonra arda bir müddet kafasını yol tarafına çevirerek boş kaldırımları izledi. radyodan yükselen hoş tını iki genci de uzaklara götürmüş gibiydi. sessizliği bölen sinem oldu:

- senin de kafanı şişirdim kendi dertlerimle.
- yok canım estağfurullah, geç tanıştık; erken vedalaşacağız sanırım.
-ya evet, aslında simanı okuldan hatırlıyordum arda, antikacıya gelip seni orada gördüğümde birkaç defa konuşmayı istedim; ama nedense çok meşgul gibiydin ya da önemli işlerin peşindeymiş gibi davranıyordun. seni rahatsız etmek istemedim açıkçası.

arda, seni gördüğümde hissettiğim heyecanla ne yapacağımı şaşırıyordum, elim ayağıma dolanıyordu, ağzımdan çoğu zaman zoraki çıkan sözcükler en kuytu köşelerime saklanıyorlardı. hem seninle deliler gibi konuşmak istiyor hem de bunu yaparsam kalpten giderim korkusunu üzerimden atamıyordum demek istedi ama "evet, patron biraz aksidir sürekli bir şeyler buyuruyordu" demekle yetindi.

- çok güzel bir yer orası. orada kendimi inanılmaz rahatlamış hissediyordum arda. sanki beni geçmişe götüren bir kapıdan geçiyordum antikacıya girerken. oraya her geldiğimde almayı arzu ettiğim bir yüzük vardı. onunla aşk yaşıyorduk diyebilirim. sürekli onun etrafında dolaşıyordum, ışığın etrafında dönen pervane gibi. o kadar güzeldi ki. ah, ama harçlıklarımı birleştirip de onu almak bir türlü mümkün olmadı.

arda, sinem'in etrafında dolandığı yakut taşlı 19.yüzyıldan kalma yüzüğü çok iyi hatırlıyordu. yüzük oldukça pahalıydı. en azından bir öğrencinin pek çok harçlığını birleştirse de alamayacağı kadar pahalıydı. sinem'e cevap vermek zorunda hissederek: "o, yüzük oradakilerin en güzelidir." diyebildi.

yolu yarıladıklarında sinem hayıflandığını belli ederek arda'ya döndü.

-kaderin cilvesine bak, biliyor musun babamın gönderdiği son para ile o çok arzu ettiğim yüzüğü alabilecektim; ama ne yazık ki sabah 6'da havaalanında olmalıyım. sanırım arzunun yoğunluğu arzuyu gerçekleştirmeye yetmiyor.

arda, yıllar boyunca onu dümdüz bir yolda etliye sütlüye karıştırmadan yürüten, onu sıkıcı bir hayata mahkum eden kaderine isyan edercesine aşk duygusunu onunla keşfettiğini hissettiği bu güzelliğe bir jest yapmayı istedi. okuduğu romanlarda, hatta dersini aldığı tarih kitaplarında böyle anlatılmıyor muydu aşk? aslan yürekli şovalye prensesi için her türlü çılgınlığı denemeyecek miydi? sevgiliye kavuşamayacağını bilse de yalnızca güzel gülüşünü görerek canını vermek isteyen şairleri okumamış mıydı? yarından itibaren bir daha göremeyecek olsa da sevgilisi için bir şey yapmak istedi, ilk kez üzerindeki ürkekliğin gittiğini yapacağı şeyle bir şeyleri kendine kanıtlayabileceğini düşündü.

- şuradan sağa döner misin, dükkana gidiyoruz...

DEVAMI YARIN

28 Ağustos 2011 Pazar

ANTİKA - 2 (ÖYKÜ)


... takıl'ın önüne geldiğinde gözlerini kısmış masalarda oğul ve hakan'ı arıyordu. astigmat olan gözleri için bu gözlüklerin de miyadı dolmuştu anlaşılan. arkadaşları dışarıdaki masalarda değillerdi, belli ki kendilerine içeriden bir masa seçmişlerdi. arda, yan yana sıralanmış bu eski rum evlerinin kafeden ziyade insanların yaşayacağı meskenler olarak kullanılması gerektiğini düşünürdü hep. kapının hemen dibinde sokağı mis gibi kokusuyla kuşatan yaseminler, pencere ve cumbaları çeşit çeşit renge boyayan sardunyalar hayal ederdi. böylesine loş odaların sevimsiz karanlık duvarlarında müzik diye korkunç bir gürültünün yankılandığı yapılar olmamalıydı bu güzelim evler. öyle ki o kapılardan çığlık çığlığa sokağa fırlayacak afacanlar, onları cumbalarında çay keyfi yaparken gözeten anneler düşlüyordu. o anda, arkadaşlarının giriş katında da olmadıklarını fark etti. geriye tek bir ihtimal kalmıştı: onları üst katta bulacaktı.

zemini üst kata bağlayan ahşap merdivenden çıkarken ev arkadaşı bekir'in son zamanlarda iç sıkan felsefi sohbetlerini tercih etmeliydi diye düşündü. buraya gelişini sorguluyordu. bu tip yerler hiçbir zaman arda'yı cezbetmemişti. ortam, şarkılar, insanlar onun ilgi alanına girmiyordu. memleketten beraber geldiği oğul ve hakan'ın gönül koymayacaklarını, sırf o gece onları reddetti diye okulda kendisine takılmayacaklarını bilse belki de bu mekana adımını dahi atmazdı. son basamağı da aşarak üst kata vardığında çevresini şöyle bir süzdü. nihayet,oğul ve hakan hemen karşıdaydı.

masaya geldiğinde oğul ve hakan'ın zevzekliğe varan takılmaları onu etkilemedi bile. arkadaşları hoş geldin mahiyetinde yanaklarını öpüp sırtını sıvazlarken o masada oturan kıza kilitlenmişti. bu oydu. evet, tam karşısında tebessüm ederek oturuyordu. defalarca tezgahtarlığını yaptığı antikacıya gelen, takılara göz atan, onca gelip gitmesine karşın ağzından tek kelime dahi çıkmayan sarı saçlı, pembe bereli kız karşısında duruyordu. kalbinin göğüs kafesini yırtarak dışarı çıkmak istediğini hissetti. midesine boğazından inen bir ateş topu ilerliyordu şimdi. bu güzel anı oğul'un gereğinden fazla nükteli cümleleri böldü.

-arkadaşlar, size daha önce de bahsettiğimiz hemşerimiz arda. memleketimizin yüz karasıdır kendisi. bizi bilenler bu sizin oralı olamaz derler sanırım. her defasında bizi yalvartır, bugün kendinizi şanslı hissetmelisiniz bayanlar, arda bey bir mucize eseri teklifimizi reddetmedi ve masamızı şereflendirdi. bu arkeolog arkadaşımıza kaldıralım kadehlerimizi!!

oğul bunları söylerken arda'nın yanakları hemen pespembe kesilmiş, delikanlı gözlerini nereye kaçıracağını bilmez bir halde söylenenlere tebessüm etmişti. hakan, haddini aşan bu kısa tanıtma faslından sonra masadakileri arda'ya bir bir tanıttı. masada 3 kız vardı. masadaki kızların ikisi kardeştiler. merve ve gizem. gizem'in yanında erkek arkadaşı berke oturuyordu. oğul ve hakan gibi işletme bölümünde okuyorlardı ve sınıf arkadaşıydılar. arda'yı ilgilendiren sözcüklerse az sonra dökülecekti.

-sinem, radyo televizyon ve sinema 3.sınıfta okuyor. bu güzel kıza iyi bak arda, geleceğin yönetmeniyle aynı masayı paylaşıyorsun.

arda dünyadaki hiçbir nesneye belki böyle dikkatle bakmamıştı.

-hadi ama abartma, diyerek hakan'dan sözü aldı sinem. memnun oldum arda. okuduğun bölüme büyük bir ilgim var, sanırım biliyor musun? eski eşyalara olan ilgimden bunu anlamışsındır.

arda, adının sinem olduğunu nihayet öğrendiği sarışın kızın kendisine kurduğu cümlelerin bitmesini hiç istemiyordu. onun antikacıda çalıştığının farkına vardığını belirten bu cümleler çölde vaha bulmuş bir bedevi gibi sevindirdi delikanlıyı. evet, evet sanki günlerdir çölde bir damla su için kilometrelerce yol kat etmiş bir bedevinin suyla buluşması gibi kana kana içmek istiyordu sözcüklerini. antikacıda sessiz kalarak kendisini geceler boyu düşündürdüğü günlerin acısını çıkarmak istiyor, bitmesin diyordu içinden: konuş, konuş, konuş...

arda yalnızca: "fark ettim" diyebildi sinem'e. sonrasında da neredeyse hiçbir kelime edemedi. bir iki saat boyunca masada oğul ve hakan'ın çekip çevirdiği gürültünün içine karışan sohbete çoğu zaman pespembe yanakları ve tebessümüyle meze oldu. bir bira içerek eşlik etti arkadaşlarına. ortamın loşluğundan faydalanıp defalarca sinem'in bal rengi gözlerine kaçamak bakışlar attı. kızın alnını tamamen örten kahküllerini, omuzlarına inen sapsarı saçlarını artık görebiliyordu. dükkana her geldiğinde başında harikulade taşlarla bezenmiş bir tac gibi duran beresi yoktu. yüzünün sert çizgilerinin aksine güldükçe dudağının kenarında beliren ve yumuşacık bir tebessüm belirtisi olan o minik gamzeyi ilk kez orada fark etti. kadehinden her yudum alışında arda'nın gözüne çarpan, zümrüt taşlı yüzük kızın güzelliğinin yanında sönük kalıyordu.

gecenin sonuna doğru bir telefon üzerine arkadaşlarından affını isteyen hakan masayı ilk terk eden kişi oldu. arda, beni arabanla eve bırakacaktın; söz vermiştin, diyemedi bile. şimdi bu saatte ne yapabileceğini düşünüyordu. saatine telaşla baktı, bir an evvel masadan kalkarsa son otobüse yetişebileceğinin farkındaydı.

durağa yürürken oğul ve hakan'ın davetini geri çevirmemesinin fena olmadığını, hakan'ınsa tahmin ettiği gibi güvenilmez olduğunu düşünüyordu. her şeye rağmen günlerdir merak ettiği, ona ilk kez hissettiği duyguları yaşatan kızı görmüş, onunla aynı masayı paylaşmış dahası onun da arkeoloji ve tarihten hoşlandığını öğrenmişti. ayrıca kayıtsız gibi dursa da sinem onun antikacıda çalıştığının farkındaydı.

durakta son otobüsleri bekleyen bir yığın insan vardı. durağın arkasında yer alan caminin etrafını çevreleyen alçak duvarın kenarına yaslandı. bütün günün yorgunluğunun ardından yarın tatil yapacağı için kendini mutlu hissediyordu. kentkartını bulmak için cebini yokladı. kentkartı olmadan bu saatte evine dönmesi mümkün değildi. cebinde beş kuruş parası yoktu. elini diğer cebine attığında nihayet cebin derinliklerinde kentkartına ulaştı. cebinden çıkarmakta zorlandığı kart, o anda elinden kayarak kaldırıma fırladı. kartı almak için bir sürü insanın beklediği kaldırıma eğildiğinde aynı karta hamle yapan kırmızı oje sürülmüş narin parmaklarıyla o küçük eli fark etti. gözleri şimdi olduğu yerde kendisine gülümseyen bu tanıdık bal rengi bir çift gözle karşı karşıyaydı...

DEVAMI YARIN

ANTİKA - 1 (ÖYKÜ)



bütün gün öyle çok çalışmıştı ki akşamüstü için arkadaşlarından gelen buluşma çağrısına "evet" demek gelmiyordu içinden. oldukça içine kapanık bir çocuktu arda, yaşıtlarına nazaran gayet sessizdi. işini yapar; fazlasına karışmazdı. sohbetlerin içinde zaman zaman "evet"lerin, "haklısınız"ların, çoğu zaman da "valla, bilmem ki"lerin adamıydı. etrafında pek arkadaşı olduğu söylenemezdi. etrafındaki arkadaşlarınınsa alay konusuydu bu çekingen hali. üniversitedeki sınıf arkadaşları kendisine acımayıp onu buluşmalara davet etmese, dışarıda vakit geçireceği de pek yoktu. onların eğlence kaynağıydı bir anlamda bu zayıf, uzun boylu çocuk. bir yandan tarih bölümünün zor derslerine kafa patlatıyor; diğer yandan da okul harçlığını çıkarabilmek için çalışıyordu. 1 senedir fakülteye yakın bir antikacının yanındaydı. çalıştığı dükkanda antika eserlerin tozunu alıyor, rafları düzeltiyor; patron yokken müşterilerle ilgileniyordu. patronu, onun bu sessiz sakin halini çok severdi. zaten aradığı da böyle sessiz, her işe burnunu sokmayan mülayim bir çıraktı. arda, alelade bir çırak da değildi üstelik, üniversitede okuyordu ve tarihe ilgi duyuyordu, bununla beraber disiplinle çalışan genç adam, patronu için biçilmiş kaftandı.

oğul'dan gelen " kanki; biz, alsancak'ta 'takıl'dayız; hemen otobüse atlıyorsun, geliyorsun... itiraz istemem...;) mesajına cevap vermemeyi tercih etti arda. bütün gün çok yorulmuştu; ayrıca oğul, hakan ve serhat'ın bazen kırıcı olabilen şakalarına maruz kalmaktan sıkılmıştı. yarın erken kalkacak ve her zamanki gibi okulun yolunu tutacaktı. sabahki dersi kaçırmaya niyeti yoktu. bütün bunları düşünüp kendince haklı mazeretler üretirken telefonu çaldı. arayan hakan'dı. telefonu açıp açmamak arasında tereddüt yaşadı. telefonsa öyle ısrarla çalıyordu ki içinden bir ses "açmalısın" diyordu.

-arda, birader neredesin?
-eve, dönüyorum hakan, yoldayım...

aslında yürümüyordu; durakta otobüsünün gelmesini bekliyordu. ev arkadaşı gökberk ile yaşadığı, gökberk'in tez ödevini bahane ettiği şu günlerde bulaşıkları yıkadığı, odasındaki elektrik tesisatı yandığından bu yana haftalar geçmesine rağmen tamirciye verecek parası olmadığı için mum ışığında ders çalıştığı, boş zamanlarında gökberk'in düşük çenesini çektiği, fırsat bulduğu zamanlarda bilgisayarın başında sörf yaparken sızdığı, o sıkıcı öğrenci evine gidecek tek otobüs bu duraktan geçiyordu.
hakan, mesajdaki isteğini yineledi:
- oğlum, hemen bi otobüse binip takıl'a geliyorsun, yemin ederim darılırım bak, bir daha konuşmam seninle. burada işletmeden arkadaşlarla kafa dağıtıyoruz biraz, sen de olacaksın aramızda.
hakan sesinin duyulmasını istemiyormuşçasına adeta fısıldayarak:
"kanki, çok güzel hatunlar var ayrıca, sen bi gel yaaa!!!"

anlaşılan sınıf arkadaşları hakan, oğul ve serhat'ın eğlencesi tamam olmamıştı. her fırsatta takıldıkları arda'nın da yanlarında olmasını istiyorlardı. fakülteden arkadaşları arda'nın mülayim halini severlerdi aslında. çoğu zaman kendisine takılsalar da bu pasif haline acırlardı arda'nın. biraz sosyalleşmesini arzu ederlerdi. buna rağmen sözleriyle kimi zaman arda'nın kalbini kırdıkları da oluyordu.arda, pek bulunmasa da katıldığı ortamlarda kendisine eğlence arayanların hedef kişisi oluveriyordu.

adeta su sızdırmayan kumral saçlarını birazcık şekle soksa yakışıklı bile sayılabilirdi arda. keskin yüz hatlarını saran kirli sakalı bal rengi gözleriyle uyum içindeydi. 13 yaşından beri taktığı demode gözlüğü bir kaza sonucu kırıldığı hafta fakültedeki birçok kızın kendisine anlam veremediği bir şekilde bakması onu şaşırtmış, bir hafta boyunca utancını gizlemek adına okulun kantinine uğramamıştı.

arda, hakan'ın telefondaki sözlerine inanmak istemiyordu ;ancak kendisini boğan o evi "biraz daha geç görsem, iyi olabilir." diyordu bir yanı. arkadaşlarının buluşma tekliflerini genelde reddeden delikanlı bu kez kararsız kalmıştı. bir taraftan oğul ile hakan'ın eğlencesine meze olmayı istemiyor bir yandan da evde bekleyen yalnızlığını düşünüyordu.

uzun süredir odasına kapandığı günlerde dükkana arada sırada uğrayan ve iletişimden olduğunu düşündüğü sarışın kızı düşünüyordu. adını bilmediği bu sarışın kızın eski yüzüklere olan ilgisi dikkatini çekmişti ilkin. patronun olmadığı bir anda onunla ilgilenmek durumunda kalmıştı. hiçbir suretle kendisiyle konuşmayan bu kızı düşlediği vakit:


-ee, ne diyorsun birader, orada mısın?
-bilmem, napsam ki, çok oturacak mısınız orada? sesi titreyerek sorduğu bu soruya kararlılıkla cevap verdi hakan:
-ya atla gel işte, kalktığımızda ben seni arabayla bırakıcam, söz! hadi,çabuk bekliyoruz..

bölümdaşı gökberk'in tarih programlarını andıran, dünyayı kurtardığı ya da saçma sapan cümleler kurduğu sıkıcı gece sohbetindense hakan ve oğul'un arkadaşlarıyla farklı bir dünya içinde olmak, biraz kafa dağıtmak fena fikir değildi aslında. aynı ses tonuyla "peki" diyerek kapadı telefonu. yolun karşısına geçerek alsancak yönüne giden bir otobüsü son anda yakaladı. genç adam bu buluşmanın hayatını alt üst edeceğini asla bilemeyecekti...


DEVAMI YARIN...

27 Ağustos 2011 Cumartesi

SESSİZ VEDA -3 (ÖYKÜ)


... dilekolay o kritik sınavdan sonra 2 sene geçmişti. çocuğun arkeoloji'de okuduğunu öğrenmiş, farklı bölümlerde olsalar da sık sık karşılaşmışlardı. o, hiçbir gün içinde bahar rüzgarları estiren bu duyguları sarışın mavi gözlü çocuğa açamadı. başlarda yanaklarını pespembe eden o güzel his sonraları onu sinsice kemiren bir maraz halini aldı. şimdi gözyaşlarını akıttığı bu ahlat ağacının altında aşık olduğu adamı bir başkasıyla görmenin derin acısını yaşarken içinde tek bir ukteydi sevgisini söyleyebilmek.

onca zaman içinde büyüttüğü o masum bebeği, her karşılaşmalarında içinde kopan fırtınaları, adamın o ucsuz bucaksız deniz gözlerinin önüne sermeyi ne çok isterdi. ama olmamıştı. o bir kadındı. hislerini ifade etmek onun için haramdı sanki. bir kadın nasıl olur da erkeğine sevdiğini söyleyebilirdi. bu ona göre değildi.

gördüklerine inanmak istemese de yıllarca hayalinde, göz nuru döküp oluşturduğu o görkemli tablo, yalancı bir fırça darbesiyle mahvolmuştu. kendisini enayi gibi hissetti kadın. böyle bir sonu bekliyordu ve bile bile ladesti yaptığı.beklemişti, sonucuna aldırmadan beklemişti kadın. fark edileceği günü iple çekmişti.

ahlat ağacının altından hışımla kalktı, alelacele üstünü başını düzeltti. kararlı adımlarla talihine sövdüğü mekana yöneldi. yanaklarında yeni kurumuş gözyaşlarının tuzu duruyordu. ilerliyordu. bir kenarda sohbet eden arkadaşları ağırkanlı diye tanıdıkları arkadaşlarını böyle telaş içinde koşuyor görmenin şaşkınlığını yaşıyorlardı. kadının, adamı bir kızla gördüğü kafe, üniversitenin ders görülen binasının en alt katındaydı. binanın diğer yanından kendi sınıfına çıktı. masasının altına kaldırdığı pembe kapaklı defterini açtı, defterin sayfaları arasından bir yaprak kopardı. başlangıcı ne idiyse, sonu da öyle olmalıydı. o anda gözyaşlarına hakim olamıyordu...
***********************

- Evet genç adam ! İstersen artık tahtayla ilgilenmeye başlayabilirsin. Anlattığım konudan daha mühim olan nedir ki? Eren, birkaç gündür kendinde değilsin farkında mısın? Elinde bir kağıt parçası dalıp gidiyorsun uzaklara...

-Özür dilerim hocam, biri defterimin arasına bir kağıt parçası koymuş. Cihan'a onu gösteriyordum.

-Hımm, ne yazıyor peki kağıtta? Bizimle paylaşabilir misin?

-Tabii ki

sen desem seni bilir misin?
sen diye bir desen çizebilir misin?
bir mesken bulamadım kalbime
büyük aşklar vardır bilir misin?
elveda...

SON

Murat GİL

26 Ağustos 2011 Cuma

SESSİZ VEDA -2 (ÖYKÜ)


... rüzgar saçlarını bir o yana bir bu yana dağıtırken karanlıkta gözyaşlarının damla damla yanaklarından süzüldüğünü fark ediyordu zavallı kadın. sağ koluyla iki gözünün yaşını da sildi. derin derin soluk aldı verdi. elini çenesine dayayıp uçsuz bucaksız karanlığı izlemeye koyuldu. "bir gün böyle olacaktı" dedi içinden. bir gün böyle olacağı belliydi. ya yıllardır içinde biriktirdiği özlem? şimdi ne yapacaktı onu? nasıl dayanacaktı bu acıya? hasreti acıya çeviren bu olay, yaşamının seyrini değiştirecekti besbelli. onun masmavi gözlerini gördüğü gün geldi yine aklına, gülümsedi. büyük bir tezatı yaşıyordu şimdi. evet, gülümsüyordu. onu ilk gördüğündeki gibi gülümsüyordu.

güzel bir bahar sabahı karşılaşmışlardı. karşılaşmak da denemezdi aslında buna. koca bir amfide, kadın tıpkı bugün gibi masmavi gözlerinin içine düşmüştü onun. aynı sıraya oturmuşlardı. sanat tarihi sınavıydı. günlerdir hazırlanıyordu bu sınava. bu dersi vermekten başka çaresi yoktu. üniversitenin en büyük amfisi böyle sınavlar için oldukça sıkıcı olurdu. bugün de öyle olacakmış gibi geliyordu ama bu kez düşündüğü gibi olmadı. genç kadın yüreğinin atışını kulaklarında hissediyordu sanki. henüz kağıtlar dağıtılmamıştı. öğretmen de ortalarda görünmüyordu. bir uğultu ile kaplıydı koca salon. kimdi yanında oturan bu çocuk? daha önce neden görmemişti onu. belli ki bu dersi alttan alıyordu. kadın bir kere daha baktı kaçamak bakışlarla. kalbi yerinden çıkacak gibi olmuştu. delikanlı, kadının kendisine baktığını hissetmemişti. önündeki notlarla ilgileniyordu. son bir kez daha bakmaya yeltenecekti ki iki gencin bakışları bir anda kesişiverdi. belki saliselerle ölçülebilecek bir andı; ancak kadın yıllar boyu süren bir huzur uykusuna dalmış gibi hissetti kendisini. zaman sanki durmuş bu iki genç insanın bakışları havada asılı kalmıştı. salonu dolduran o uğultu şimdi yoktu. sanki herkes susmuş bu iki insanın hayret ve hayranlıkla dolu bakışmalarını izliyordu. upuzun bir sessizlik içerisinde kesişen bakışlar, genç adamın belli belirsiz tebessümü ile farklı noktalara dağıldılar. kadın öldüğünü düşündü. öldüğünü ve cennet denen yerin kapısına dayandığını. başını önüne eğdiğinde tıpkı adam gibi ve hınzırca gülümsediğini hissetmişti.

o sınavda neler soruldu, neler için yanıt istemişti hoca hiç bilmiyordu kadın. vermesi gereken ders onun bir yılına mal olacaktı. ancak o yıllarına mal olacağını bilse de yanında oturan çocuğu düşünüyordu. fark etmiş miydi acaba kendisini ? o gülümseyiş bir fark edişin işareti miydi? bugün o kadar özensizce çıkmıştı ki dışarı. kendi kendine küfürler ediyordu içinden. keşke bu bluzu giymeseydi, keşke saçlarını böyle toplamasaydı. acaba heyecanlandığını fark etmiş miydi? sınavda bir ara başını kağıttan kaldırdı. bir yudum su içecekti. başını sağa çevirmeye korkuyordu, korkuyla karışık bir utanıştı bu. göz ucuyla baktı o yana. sınavın bitmesine henüz 30 dakika vardı. o anda adam doğruldu yerinden. ve kağıdıyla birlikte kıza doğru yürümeye başladı. kız afallamıştı. bir elinde su şişesi, bir elinde kalem bakakalmıştı. evet ona doğru geliyordu sarışın mavi gözlü delikanlı. yüzünde kızıla yakın kirli bir sakal vardı. kirpiklerinin rengi sakallarınınki gibiydi, uzun ve kıvrık. kaşları alnına özenle yerleşmişlerdi. burnu ince ve uzuncaydı. gülümsediğinde fark edilen sağ gamze adam yaklaştıkça daha da belirginleşiyordu. adam özür dileyerek geçmek için izin istedi. o anda ne yapacağını şaşırdı kadın." sana başarılar" diyen delikanlı ardında heyecandan pespembe olmuş bir çift yanak bırakıyordu.

ahlat ağacının altındaki bankta ıslanan yanaklarını mendiliyle silmeye çalışan genç kadın, amfide çocuk yanından geçerken ciğerlerine doldurduğu o kokuyu anımsadı. nasıl da başı dönmüştü. o kokuyu her duyduğunda, gözleri adını bile bilmediği o adamı arıyordu. sınavdan çıkıp deniz kıyısından ufku uzun uzun izlediğini, ilk kez tattığı bu duygunun aslında ne kadar eşsiz olduğunu düşündüğünü anımsadı. şimdi acı acı gülümsüyordu. o güzel anların ardı hayatının en çekilmez dakikalarıyla doluydu...

DEVAMI YARIN...

25 Ağustos 2011 Perşembe

SESSİZ VEDA -1 (ÖYKÜ)


kadın, onu başka bir kadınla göreceğini hissettiği halde adımını atmıştı kapıdan içeri. ne olacağını çok iyi bildiği halde içeriye girmekten hiç çekinmemişti. adımını usulca atarak etrafı boş gözlerle izlemeye koyuldu. adımlarını sıklaştırmıştı, acelesi var gibi mekanın diğer kapısına yürüyordu. yaptığı şeye izlemek de denemezdi artık. kadının gözlerinde mekan, sis altında kalmış bir ovadan farksızdı. masaların üzerinde ne varsa siste renkleri birbirine girmiş çiçekleri andırıyordu. bir köşede birkaç dostu oturmuş dertleşiyor, bir diğerinde tavlanın zarlarını sallayan genç bir adam kahkahalar atarak gülüyordu. sigara dumanı ve yüksek sesli müzik mekanın görüntüsünü iyice karıştırmaktaydı.

kadının gözleri bir an kalabalık içerisinde köşede oturan adama ilişti. ona benziyordu, oradaydı; tam karşıda, peki gerçekten o muydu? uzun uzun bakmaya gerek kalmadan onlarca metreden onu tanıyacak kadar aşinaydı o surata. uzun uzun bakmıştı çünkü çehresine. belki toplasa aylar edecekti bu gizliden gizliye izlemeler. o gürültülü masanın en ucunda oturan sarı saçlı, deniz gözlü çocuğu eskitmişti kadın bir fotoğrafına baka baka. evet o kadar aşinaydı ki o yüze: yüzlerce metre uzaktan o olduğunu anlayabilirdi. kaç gece gözyaşları içerisinde ondan yadigar tek fotoğrafıyla uyuyakalmıştı. kaç kere onu, belli etmeden saatlerce izlemişti yine bu mekanda?gülümsediğinde yanağında beliren gamzesi için kaç defa içinin yağları erimişti ? keşke bu saçının rengini uçsuz bucaksız anadolu bozkırlarından alan delikanlı bilseydi onun için çarpan şu yüreği, sonrasında yine o masada o kadınla olsaydı; ölse de gam yemezdi.

hayır öyle olmamıştı.onu gördüğü ilk günden bu yana cayır cayır yanıyordu ; ancak ne dumanı ne de ateşi görebilmişti delikanlı. adam hiçbir şeyin farkında değildi. belki de farkındaydı, bunu allah'tan başka kim bilebilirdi ? kadın kafeteryanın çıkış kapısına ulaştığında gözleriyle o masayı bir kez daha süzdü. kısa bir bakış fırlattı. adamla göz göze gelmiş gibi hissetti kendini. onun masmavi gözlerinde boğuluyor gibiydi. dudakları titremeye başladı. utancını gizlemeye uğraştı dudaklarını ısırarak. insanlar görmesin diye başını önüne eğerek hızlı adımlarla dışarı attı kendini. kısa bir müddet koştuktan sonra bir ahlat ağacının altına ulaştı. insanlardan uzaktaydı. hıçkırıklarını dizginlemenin alemi yoktu artık. onu gördüğü ilk güne lanetler edip, bütün acısını soğuktan pespembe kesilmiş yanaklarına akıttı...

DEVAMI YARIN


23 Ağustos 2011 Salı

TELAŞLI

Ömer Bayramoğlu'na ait bir parça bu ve harika bir albümün içinde yer alıyor. Meraklısı dışında pek bilen olduğuna inanmıyorum. Zaten ülkemizdeki "bakkal" diye tabir edilen kategorinin dışında kalan önemli sanatçıların ne yazık ki tanınmadığı, gerekli değeri görmediği ortada. Bu şarkının orijinalini sanatçının Biz Önemliyiz albümünden mutlaka dinlemelisiniz...


söz-müzik: ömer bayramoğlu yorum: eeyore

22 Ağustos 2011 Pazartesi

ARAMIZDA


ARAMIZDA
Söz-Beste: Deniz Özçelik Yorum: eeyore



Küller alevlenmeye başladı
Yine aynı dert
Ayrılık vuruyor başa
Yine hayli sert

Ben senden vazgeçmişim
Al yeşiller giymişim
Ne yazar
Can dayanır mı yar

Aramızda uzak yollar
Hayatın ne tadı var
Her nefeste hatıralar
Her köşede adın var


21 Ağustos 2011 Pazar

BU ŞİİRLERİ BİR YERLERDEN HATIRLIYOR MUSUNUZ?


Bildiğiniz gibi edebi ürünlerin en yoğunudur şiirler. Şiirler bir romanın sayfalar dolusu kelimeyle anlattıklarını birkaç dizede sunabilirler sizlere. Edebiyat dünyasının incileri şiirler işitsel sanatların temeli müziğin yaratı dünyasına da kaynaklık ederler. Şiirlerin usta dillerde notalara dökülüşü bambaşka lezzetler bırakır ruhumuzda. Kulağımızın pasını o anlamlı sözlerle silerler. Günümüzün yozlaşan popüler kültürünü ve bu kültürün ürünü saçma sapan sözlere sahip melodilerini düşündükçe şiirleri besteleyen üstadların bir kere daha kulaklarını saygıyla çınlatıyoruz. Aşağıda izleyeceğiniz-ya da bir işle ilgilenirken bir yandan dinleyeceğiniz de diyebiliriz- video klipte bestelenmiş şiirlerden bir kuple sunmaya çalıştık sizlere. Bunların bazılarını daha önceden de duymuş olmanız olası, bazılarınıysa ilk defa öğreneceğinize eminiz. Aa bu bir şiir miymiş de bestelenmiş, diyebileceğiniz bu güzel şarkıları keyifle dinleyeceğinize inanıyoruz.

Umarım beğenirsiniz bu mutevazı çalışmayı

SİLİNMEZ SEVDAN


silinmez sevdan eeyore21

Müzik edebiyat gibi olmazsa olmazlardandır. Bazen yalnızca dinleyici olmak yetmiyor
Deniz Özçelik'in bu güzel şarkısını yorumlamaya çalışmıştım bir zamanlar. Güzel bir şarkıdır ve çok kişi bilmez.

18 Ağustos 2011 Perşembe

ERİK ÇİÇEĞİ


ERİK ÇİÇEĞİ

Şiir anlamaktır
Şair, şiiri arayan ahmak
Hece, uyacağı heceyi bilir
Şair uyanacağı sevgiliyi

Gözleri deniz kıyısında sıralanmış cilalı taşlar
İri ve kahverengi.
Kirpikleri ne uzun ne kısa bir bildiri
Gibi açıklayıcı,yol gösterici,tehtidkar.
Kaşları, yarım ay ya da gergince bir yay durumu.
Ortasında kutsal anıtlar gibi burnu
Saçlarında yıldızlar...

Hiddeti, Gordion Düğümü
Gülümseyiş onda.
Şiddeti kıyas kabul etmeyen
Şiirime nokta.
Ve dudakları
Sevgiyi ayakta
Karşılayan hizmetkar.

Dişleri yer yer ve görünüp kaybolan utangaçlar.
Yanağı,çarşaf deniz üstü balık kıpırdaması.
Gamzesinden dağılır
Yüzüne dalgalar
Gamzesinden başlar sarayı.

Akşamüstlerinin kızılığı
Yaz gecelerinin gök yıldızlığı
Yusufçuk böceğim, haylazlığım
Teninin kokusuna dayanamadığım
Epey anlaşılmaz bir şiir
Ve vazgeçilmez bir şehir gibi sözlerin
Süslü,sanatlı,girişken
Ki gözlerin, sözlere ilham verirken
Açan erik çiçeği.

Murat Gil (eeyore)

**Şiir Lacivert Şiir ve Öykü Dergisinin 2011 Temmuz-Ağustos sayısında yayımlanmıştır**

17 Ağustos 2011 Çarşamba

SOURCE CODE- YAŞAM ŞİFRESİ


Yine bir film önerisi yapmak için işgal ediyorum bu sayfayı. Filmin orijinal adı "Source Code". Türkçeye şöyle çevrilmiş bir yapıt: Yaşam Şifresi

Filmi, konusu hakkında hiçbir fikir sahibi olmadan yani önyargısız izlemeyi amaçladım. Henüz filmi izlemeden kafamda bu da abidik gubidik bir Hollywood yapımıdır sesleri yankılansa da arkadaşımın önerisine uydum ve izledim filmi. 2011 yapımı bu film için tipik Amerikan sineması örneği diyebiliriz ancak daha kötü örneklerine göre oldukça etkileyici olduğunu da itiraf etmeliyiz.

Şahsen beni film boyunca düşündüren hesaplar yaptıran filmlere bayılıyorum. Source Code böyle bir yapım olmuş. Gözlerini bir rüyadan trende seyahat halinde açan kahramanımız Colter-Jake Gyllenhaal-aslında olduğundan farklı bir kişi olduğunun dehşet içinde farkına varır. Karşısındaki bayanın onu farklı bir kişi olarak tanıdığını anlayan Colter için serüven başlamıştır. Colter kendisine ne olduğunu anlamadan tren büyük bir gürültüyle imha olacaktır. Sonrasını filmde soluk soluğa takip edeceksiniz. Bu yüzden bilgi vermemeyi uygun buluyorum.

Jake G. hayranlarına duyrulur.Son yıllarda pek çok filmde başrolü kapan Jake G. bu filmde de iyi bir oyunculuk örneği sergilemiş. Love and Other Drugs filminde oyunculuğuna hayran kaldığım aktör farklı karakterlere bürünüşüyle izleyiciyi etkiliyor.

Filmde güncel bir kavram haline gelen quantum yasası kullanılmış. Eskiden salt zaman makinesi olarak sinemaya yansıyan bu bilimsel olgu artık daha derin temellere dayandırılarak izleyiciye sunuluyor bu da filmlerin daha gerçekçi algılanmasını sağlıyor.

Bugünlerde kafanızı karıştıracak, " Acaba şimdi ne olacak" gibi soruları size sorduracak güzel bir film izlemek istiyorsanız Yaşam Şifresi sizi kesinlikle tatmin edecektir. İyi seyirler...




16 Ağustos 2011 Salı

HAYALLER...



Mezun olduktan bir iki sene sonra anlıyor insan. Belki daha öncesinde anlayanlarımız vardır;ancak kendi adıma söyleyebilirim ki üniversitelerin Türkiye'de işlevini yitirdiğini, okulu bitirip hayatla baş başa kalınca anladım.

Öncelikle şöyle soruyorum kendime: Üniversitelerin misyonu nedir?

Evrensel ölçütlerle değerlendirdiğinizde, üniversite kurumu: Yeni ve geçerli bilgiyi bulmayı amaçlayan, işleyişinde özerk bilim yuvalarıdır. Byu kurularda öncelikle işin erbabı öğretim üyelerinin rehberliğinde öğrencilerin belli bir disiplini kavramaları amaçlanır. Sonrasında yetişen öğrenciler araştırma gruplarına dahil olurlar ve yeni bilgiler üretmeye başlarlar. Çeşitli pozisyonlara gelerek yeni öğrenciler yetiştirirler. Dünyanın büyük üniversitelerinde durum budur.

Peki ülkemizde durum nedir? Ülkemizde evrensel niteliklere uygun eğitim veren üniversite sayısının -vakıf üniversiteleri dahil-bir elin parmaklarını geçtiğini sanmıyorum. Anadolunun hemen her şehrinde bugün üniversiteler olduğu düşünülürse oranı tahmin edebiliyorsunuzdur. Peki evrensel niteliklere sahip olmayan üniversitelerde neler oluyor?

Öncelikle olayın öğrenci boyutunu ele alalım. Öğrenci, işine yaramadığını düşündüğü bilgiler yığını ile lisesinden mezun oluyor. Lise hayatı boyunca girdiği her ders, öğrendiği her şey-zorla öğrendiği- ona zulm olarak geliyor. Eğitim sisteminin öğrenciyi gerçek hayata hazırlayamayışı, derslerin işlenişindeki materyal eksiklikleri,öğretmen yetiştiren kurumlardaki problemler ve bununla beraber türeyen binlerce yetersiz öğretmen, ne yazık ki temel eğitimini tamamlayan öğrencide söylediğim izleri bırakıyor. Lise hayatı boyunca üniversitenin tek çıkış yolu olduğunu düşünen öğrenciyse, salt bu hedefe kilitlenerek, asosyal bir kimliğe bürünüyor ve yarışı kazanabilirse üniversite sıralarını şereflendiriyor.
Peki öğrenci için üniversite günümüzde ne ifade ediyor?
Üniversite=Ortam \ Üniversite=Akademik Birikim \ Üniversite=İş
Üniversiteye giren öğrenci yazının başında belirttiğim evrensel niteliğe sahip üniversitelere yerleşmişse, büyük aksilikler olmadığı müddetçe hem uygun ortamla hem de eğitim sonrasında uygun işle tanışıyor. Peki geriye kalanlar?

Şunu belirtmeliyim ki üniversitelerde yer alan birçok bölümün günümüzde iş anlamında karşılığı kalmamıştır. Bütün hayalleri ceplerinde, liseden mezun olan öğrenci, büyük bir heyecanla üniversitesinin kapısından giriyor. Tahmin ettiğim kadarıyla büyük bir bölümü hiçbir araştırmaya girişmeden, sadece yuvarlakları doldurarak tercih ettiği bir fakülteye yerleşiyor. Dolayısıyla büyük bir bölümünün kafasındaki Üniversite=Güzel Ortam ümidi belki de şehre indiği ilk günden kırılıyor. Peki öğrenci eğitimi boyunca üniversitede neler yaşıyor?

Öğrenci, çoğu zaman azap çektiğini düşüne düşüne eğitim sürecini tamamlıyor. Hayal ettiklerinin çoğuyla karşılaşamıyor. Ki hayal eden öğrenci sayısının da az olduğunu düşünüyorum. -Yani lise yıllarında felsefe ile harmanlanmış, felsefe altyapısı sağlam, felsefe ile ilgili hayaller kuran kaç öğrenci felsefe bölümünü seçiyor ki değil mi? Çoğu puanı nereyi tutarsa giderim düşüncesini benimsemiş bir kere, bu da temel eğitimde yönlendirme problemini işaret ediyor-

Neyse, öğrencinin eğitim sürecinde nelerle karşılaştığını daha da irdeleyelim. Ne ile mi karşılaşıyor bir öğrenci? Örneğin:Bir tarih bölümü öğrencisi, bölümünü Topkapı sarayını bir kere bile hocaları ile dolaşamadan bitiriyor. Birçoğu Efes Antik Şehri'ni slaytta dahi göremiyor. Slayt aletini hiçbir şekilde göremeyen öğrenciler de oluyor tabii. Birçok edebiyat bölümü öğrencisi hayatta olan bir yazar ya da şairin söyleşisini dinleyemiyor eğitimi boyunca ya da eline bir yazma alıp onun sayfalarına dokunamıyor. Birçok iktisat fakültesi öğrencisi bir işletmenin kısa süreliğine bile olsa yönetimi içinde olamadan sadece ders notlarını okuyarak bitirebiliyor üniversiteyi. Örnekleri bölümlere göre çoğaltabiliriz. Anlayacağınız yüksek lise okumuş oluyor binlerce öğrenci. Dolayısıyla hayali akademik birikim yapmak , akademik çevreyle yoğrulmak olan binlercesi de hayal kırıklığına uğramış oluyor. Birçok öğrencinin liseden taşıdığı asosyalliği devam ediyor haliyle...

Gelelim mezuniyet sonrasına. Birçok şeyi üniversitesinde bulamayan, bazı şeylerin farkına erken varamayıp hayata hazırlıksız yakalanan binlerce genç işsizlik gerçeği ile karşı karşıya kalıyor. Birçoğu anlıyor ki üniversite=iş denklemi her ortamda geçerli değil. Eğitimi boyunca travmalar yaşayan ve çoğu zaman bir birey olmayı başaramayan gençler, en büyük şoku mezuniyet sonrasında yaşıyor. Birçok işletme yöneticiden ziyade iş peşinde koşacak ara eleman ihtiyacını karşılamaya çalıştığından; yönetici vasıflarıyla donatıldıkları kandırmacasına inanan deneyimsiz mezunlarımız haliyle ortada kalıyor. Çoğu zaman lise mezunu olup da mesleki beceri kazanmış yaşıtlarından daha kötü şartlarda çalışmaya mecbur kalıyorlar. Bu da travma üstüne travma demek oluyor.

Son olarak durumu üniversiteler pencerinden ortaya koyalım.

Üniversiteler bütün bu sorunların hiçbiri ile ilgilenmiyor bile. Üniversiteler dediğimde neyi kast ettiğimi anladınız. Her geçen gün dışarıda boşta kalan eleman sayısı şişiyor dahi olsa gereksiz bölümler hatta bu bölümlerin ikinci öğretimleri açılıyor. Üniversitelerdeki öğretim görevlilerinin büyük bir bölümü donanımsız, evrensel yayınlardan uzak, kendi saltanatını yaşar halde eğitim işlerini devam ettiriyorlar. Birçoğunun astığı astık,kestiği kestik oluyor. Saltanat öyle bir hal alıyor ki koridorlarda eş,dost,akraba trafiği yaşanıyor. Birçok üniversitenin fiziki şartları günden güne kötüleşirken, derslerde kullanılabilecek materyaller çağa inat eksiliyor,dersler yalnızca kitaplardan işlenir hale geliyor. Ve artan bir şey: Her yıl üniversiteye yerleşen öğrenci sayısı artıyor, tabii üniversitelere ödedikleri katkı paraları da!!
Bir düşünün beyler!

13 Ağustos 2011 Cumartesi

El Secreto de Sus Ojos \ Gözlerindeki Sır - FİLM ÖNERİSİ


Bu sıcak günlerde sonuna kadar nefesinizi tutarak izlemek istediğiniz bir film arıyorsanız,kesinlikle doğru adrestesiniz keza ben de sizler gibi gecemi hoş eyleyecek bir film önerisi aramış ve umduğumu yakın bir lise arkadaşımdan bulmuştum.

Kabul etmeliyim ki sinema dünyasını bir hayli geriden takip ediyorum öyle ki 2010'da en iyi yabancı film oskarını almış olan bu Arjantin işi başyapıtı yeni izleyebildim.

Neyse sadede gelmenin zamanıdır. Benjamin Esposito, Arjantin'de görevini tamamlamış yani emekliye ayrılmış bir savcıdır. İşi bıraktıktan sonra çok sevdiği edebiyat alanında bir eser bırakmak ister. Bir roman yazmaya koyulmuştur. Romanı görevdeyken araştırdığı ve onu derinden etkilemiş bir tecavüz olayıdır. Eski savcı yeni yazar romanına nasıl başlayacağına bir türlü karar veremez ve yardım alabilmek için yıllarca beraber çalıştığı arkadaşlarının yanına döner ve özellikle müdüresi İrene'nin fikirlerini merak eder. Film tahmin edebileceğiniz gibi geçmişe dönüşlerle kendisini gösteriyor ve sizi 1970'lerin Arjantin'ine götürüyor. Film boyunca pek çok konu hakkında hem hayatınızı hem de dünyayı sorgulayacaksınız. Konusu hakkında daha fazla bilgi vermenin gereksiz olduğunu düşünüyorum.

Hani bazı filmler vardır sonuna dek hiçbir şeyi doğru tahmin edemediğinizi anlarsınız. Türkçesiyle "Gözlerindeki Sır" tam da bu açıklamaya uygun bir film. Filmi izlerken güleceğiniz pek çok sahne de var. Özellikle B.Esposito'nun yardımcısı sizi kahkahalara boğacak.

Evet, sanırım filmi izledikten sonra kulaklarım uzun süre çınlayacak, kötü sözler işitmeyeceğimi umuyorum. Keyifli seyirler!!!

11 Ağustos 2011 Perşembe

İZMİR İSTANBUL ARASI



Bugün sizlerle güzel bir blogu paylaşacağım. Bayanların ilgisini çekeceğini düşündüğüm içerisinde moda ve yaşam tarzı ile ilgili pek çok paylaşımın yapıldığı sevimli mi sevimli bir blog. "İzmir İstanbul Arası"

İzmir İstanbul Arası 2009'da kurulmuş bir blog ve gün
geçtikçe yerini daha da sağlamlaştırıyor. Ben de moda ve "lifestyle" blogları arasında parlayan bu güzel blogun sahibesi Eda Hanım'la bir röportaj gerçekleştirdim. Sadece moda ile ilgilenenlerin değil bütün blog yazarlarının okuması gereken bir röportaj oldu.

Blog yazma fikri ne zaman ortaya çıktı?

Aslına bakarsanız, bloggerdaki hesabımı 2006 yılında aldım. O dönemlerde farklı bir amaç için, bir elektronik günlük tutmak amacıyla kullanmayı planlıyordum blogu. Dünyadaki blog çılgınlığı o yıllarda ülkemizde henüz başlamamıştı. Buna rağmen gerçek anlamda blog ile uğraşmam 2009 yılına denk gelir. O yıl modayı ele alan bir blog kurmayı arzu ettim ve bugünkünden farklı bir konseptte oluşturdum ilk blogumu. Bu sırada özellikle Avrupa ve Amerika'daki blogları yakından takip ediyordum ve daha farklı bir anlayışla blog tutmam gerektiğinin farkına vardım. İzmir İstanbul Arası'nın macerası o günlerde başladı ve bugünlere geldi.
Blogunun adı çok ilginç İzmir İstanbul Arası, nereden çıktı bu isim?

Blog sahipleri için en önemli unsurlardan biri sanırım uğraştıkları blogların isimleri. Bu isimler bir anlamda sizin vitrininiz oluyor. Bulduğunuz isimlerle ya akıllara kazınıyorsunuz ya da unutulup gidiyorsunuz. İlk blog denememde vurucu olmasını dilediğim bir isim düşünmüştüm:"Moda"retor... Benden yarım yıl kadar sonra kurulan başka bir blogda blog başlığımın neredeyse aynı olduğunu görünce o blogumu sonlandırma kararı aldım. Bu isim beni yansıtmıyordu yalnızca ilgi çekmeye odaklıydı. Sonrasında beni yansıtan ve samimi duygularıma tercüman olan bir isim düşündüm. İzmir ve İstanbul arasında geçen ömrümü düşündüm. Biri doğduğum büyüdüğüm, biri küçüklüğümden bu yana hayal ettiğim şehirlerdi. Ve beni tanımlayan unsurların tamamının bu iki şehrin arasında akıp geçtiğinin farkındaydım. Böyle doğdu İzmir İstanbul Arası.


Blogunda insanlara sunmak istediğin şeyler nelerdir? Neyi amaçlıyorsun...

Başta da belirtmiştim aslında, 2006'dan bu yana özellikle yabancı blogları takip ediyor ve hayalini kurduğum pek çok şeyi o bloglarda bulabiliyordum. Yanlış anlaşılmasın ancak hiçbir yerli blogun an itibariyle o düzeye ulaşabildiğine inanmıyorum. En azından kıstaslarım seviyesine... Tabii kendi blogumun da henüz yolun başında olduğunu söylemeliyim.

Takip ettiğim pek çok yabancı blogda olduğu gibi insanlara alternatifler sunmaktı ilk amacım. Yalnızca moda olanında değil, yaşamı renklendirebilecek pek çok şeyi bloguma taşımayı ve insanlarda izlenim uyandırmayı seçtim. Beğendiğim bir cafe hakkında bilgi de verdim, bir pantolonu "vintage" eskitilmiş görünüme nasıl sokabileceklerini de tarif ettim insanlara. Bunun yanında hangi kıyafetleri nasıl bir araya getirdiğimi gösterebilmek, bir fikir uyandırmak için fotoğraf çekimleri de gerçekleştirdim. Anlayacağınız amacım yaşadığım renkleri bana ulaşabilen herkesle paylaşmaktı.

Arzu ettiğin amaçlara ulaşabildiğini düşünüyor musun? Kendini nerelerde görüyorsun ileride?

Profesyonel anlamda blog yazarı olmanın güçlüğünü algılamış durumdayım. Bu işi dünyada ve ülkemizde profesyonelce yapan bu işi bir gelir aracı haline getirenler var. Ben de pek tabii işimi profesyonelce sürdürmeyi amaçlasam da amatör ruhun kaybolmaması gerektiğinin farkındayım. Bu işten keyif almak öncelikle blog yazmayı sürdürmek için şart. Amatör ruhunuzu kaybettiğinizde post girmeyi yazı yazmayı bırakıyorsunuz. Tek amacınız okunmak ve rant sağlamak haline geliyor. Ben en başta böyle bir duruma düşmek istemiyorum.

Şu anda istediğim yerde değilim ancak gün geçtikçe paylaşımlarımın yepyeni okurlarla buluşması, yazdıklarımın dünyanın pek çok yerine ulaştığını görmek beni deliler gibi mutlu ediyor. İleride bu işi daha da profesyonelce ancak asla amatör ruhtan mahrum kalmadan yapacağımı görüyorum.


Son olarak blog yazarlarına bir tavsiyen var mı?

Aslında böyle öğütvari cümleler kurmak haddime değil, kendimi o yeterlikte görmüyorum ancak naçizane birkaç öneri sunabilirim.

Blog yazarları öncelikle ne hakkında üreteceklerini ve neyi okurlara sunacaklarını belirlemeliler. Bunun bir sistematiği olmalı. Kafaya esen her şeyi blogda paylaşmak yerine üzerine çalışılmış, planlanmış şeyleri yayımlamalılar. İlk amaç çok izleyiciye ulaşmaktan ziyade kaliteli postlar girmek olmalı.

Bu güzel sohbet için sana teşekkür ediyorum ve çalışmalarında başarılar diliyorum.

Ben teşekkür ederim.


İzmir İstanbul Arası: http://www.izmiristanbularasi.com/


8 Ağustos 2011 Pazartesi

BENİM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM - GABRİEL GARCİA MARQUEZ


Yüz Yılık Yalnızlık pek çok edebiyat eleştirmeni tarafından son yüzyılın en iyi romanı olarak adlandırılıyor. Nobel ödüllü yazar Gabriel Garcia Marquez'in bir başka etkileyici romanı kesinlikle Benim Hüzünlü Orospularım.(BHO)

BHO'yu okuyanlar bilir, oldukça ince bir roman olmasına rağmen ilginç konusu ve kurgusu ile bitmesin diye dua ettiğiniz;ancak yazarın kısa kestiğini düşündüğünüz bir başyapıt bu roman. Bu anlamda ben okumaya üşeniyorum uzun, hacimli eserleri diyenler için harika bir alternatif bu öyküden bozma kitap.

Aşk; roman türünün belki de yüzde 80'ine yüzde 90'ına öyle ya da böyle girmiş, çoğunda kitaba hakim olmuş bir tema. Bu pencereden baktığınızda aşkla ilgili yeni ne okuyabilirim ki diyenlerinizi duyabiliyorum:

"Gençlik yıllarında uzun soluklu ilişkiler yerine para karşılığında fahişelerle yatmayı ve bunu hayat tarzı haline getirmeyi kafaya koymuş bir gazetecinin ilginç öyküsünü okuyacaksınız BHO'da. Yazarımız 90 yaşına bastığı günde yıllar boyunca kapısını aşındırdığı genelevin patroniçesinden çılgınca bir şey isteyecek ve 90 yaşına bastığı ilk saatlerde hayatının değiştiğini iliklerine kadar hissedecektir. Siz ondaki bu değişimle belki de bedenin duygular söz konusu olduğunda bir hiç olduğunu anlayacaksınız."

90 yaşına basmış bir insanın pek çok işlevi rahatlıkla yerine getiremeyen, ona zorluklar çıkaran pörsümüş vücudunda pır pır eden o genç yüreğinin nelere kadir olduğunu bizzat yaşamak ve o yaşlara geldiğinizde ayna önünde kendinizi hayal etmek istiyorsanız, hemen bu küçücük kitabı edinin ve bir çırpıda okuyun. Hani sıcak yaz günlerinde bir bardak soğuk suyun yetmediği anlardaki gibi hissedeceksiniz, bir bardak daha, bir bardak daha...

SATIN ALMAK İÇİN TIKLA
internet kitapçınız kitapyurdu.com'dan binlerce kitaba ulaşabilirsiniz.

7 Ağustos 2011 Pazar

DÖNÜŞÜM-KAFKA


"Bir düşünün, ertesi gün gitmek zorunda olduğunuz bir işiniz, bir okulunuz ya da buna benzer bir kurum var. Siz şu andan itibaren değişmeyi tercih ederek her şeyi reddediyorsunuz ve bu zorunluluklarınızın boyunduruğundan kurtuluyorsunuz. En yakınlarınızdan başlayarak etrafınızdaki bütün insanları bir düşleyin. Onların size neler söyleyeceğini, neler yaptırmaya çalışacaklarını, hatta daha da iler giderek neler yapacaklarını... Canınızı bile seve seve verebileceğiniz en yakınlarınızı düşleyin, ailenizi."

Kafka'nın "Dönüşüm"ünü mutlaka okumalı. Sabah işe gitmek üzere uyanan Gregor Samsa'nın bir böceğe dönüştüğünü fark etmesiyle başlayan bu hikaye içinde Kafka'nın müthiş anlatımını ve tabii ki belirlemelerini barındırıyor.

Sanayileşmenin Avrupa topraklarında başlamış olması, bu toplumların yeni yeni yeşeren vahşi düzen içinde ilk acıları yaşayanlar olmalarına vesile olmuştur. Kafka, düzenin örümcek ağları arasında sıkışıp kalmış ve değeri çok sonra anlaşılmış en önemli sanatçılardan biridir ve toplumun acılarını, düzenin çarkları arasındaki inleyişlerini harika bir öyküyle somutlaştırmıştır.

Dönüşüm'de ailesi için her şeyini verebilecek, kendini adeta onlara adamış Gregor Samsa'nın "tiksinç" bir böceğe dönüşerek farklılaşması ve düzendışına çıktığı için dişlilerin arasında ezilmesi konu edilmiş. Araştırmacılar bir bölümüyle Kafka'nın kendi yaşamından izler taşıyan bu alegorik eser için başyapıt yorumu yapıyorlar.

Dönüşüm, değişen insanın düzenin çarkları arasında ezilmesini gözler önüne seren en güzel örneklerden. İlgi çeken konusu, akıcı dili, Kafka'nın muhteşem betimlemeleri bu esrarengiz öykü içinde hoşça vakit geçirmenizi ve tabii ki kendiniz ve yaşadığınız ortam hakkında düşünmenizi sağlayacak.

Kitabı Can Yayınları'nın basımından edinebilirsiniz. Kitabın sonunda Dönüşüm için Sonsöz adı altında bir yazı yayımlayan Ahmet Cemal'in sözleriyle bitirelim yazımızı:

"Dönüşüm, hiyerarşi ve otorite düşüncesiyle temellenen, bu amaçla sözü edilen düşünceyi önce aile kurumu içerisinde odaklaştıran toplum içerisindeki bireyin tragedyasıdır. Gregor Samsa, "dönüştüğü" güne değin çeşitli kölelikler içerisinde yaşamış bir tolum tekidir, işyerinde köledir; ailesi çevresinde köledir ve zincirleri içerisinde uslu oturduğu sürece de benimsenip sevilir. Başkaldırısı bilinçaltında başlar;bu biliçaltı, kendine uygun biçimi yaratır: Gregor Samsa'nın böceğe dönüşmesi, gerçekte artık başkalaşmasıdır. Böceğe dönüştüğü andan başlayarak, toplumun ve ailesinin ona ilişkin-onu tutsak kılan- beklentileri, artık sonuçsuz kalmaya yargılıdır; böeğin iğrençliği, çizgisi sürüyle uyuşmayan bağımsız bireyin iticiliğiyle özdeştir. "

6 Ağustos 2011 Cumartesi

ŞAH VE SULTAN - İSKENDER PALA


Pala'nın pek çok kitabını okuma fırsatı bulmuş biri olarak onun özellikle Klasik Türk Edebiyatı'na katkılarını azımsayamam. Ülkede tarihi insanlara sevdiren adam İlber Ortaylı, Bale'yi sevdiren isim Tan Sağtürk, vb. ise Divan edebiyatını sevdiren isim kesinlikle İskender Pala'dır. O, Divan geleneğini bol Arapçalı, bol Farsçalı yüzünden değil de insanı hayrete düşüren sıcacık ve gülümseyen çehresiyle gösterebilmiştir okura.

Bütün bunları söyledikten sonra Katre-i Matem'de yaşadığım hayal kırıklığını yeniden yaşarım korkusuyla Şah ve Sultan'ı okumama kararı aldığımı söyleyerek başlayayım. Kitap çıktıktan epey sonra NTV'de yayımlanan Tarih Konuşmaları adlı programda bir tarih profesörünün söyledikleri fikrimi değiştirdi ve kitapçıya koştum ( internet kitapçısına koşulmaz ama idare edin :)

Şah ve Sultan özellikle tarihten hoşlananlar için vazgeçilmez bir yapıtmış meğerse. Tarihi gerçekliğin üzerine kurulmuş yapıtta o gerçeklikten sapmamaya özen gösterilmiş ve tarafsız olmaya çalışılmış. Kitap için Şah İsmail aşağılanmış, Sultan Selim övülmüş gibi eleştirilere asla katılmıyorum. Pala olabildiğince itinalı davranmış ve hiçbir topluluğu kırmamayı kendisine düstur edinmiş belli ki. Olası bir mezhep gerginliğine asla bulaşmamış hatta yanlış anlaşılmaların nerelerden geldiğini edebi bir üslupla harika bir biçimde anlatmış.

Kendisi bir Türk Edebiyatı profesörü olduğu için doğal olarak Türk diline ve Türk şiirine çok hakim. Bu hakimiyet romanının akıcılığını ve inandırıcılığını artırmış. Pala tarih sayfalarında salt iki büyük hükümdarın mücadelesi olarak aktarılan Osmanlı-Safevi mücadelesine iki büyük şairin atışması gerçeğini de katmıştır. Bu anlamda iki büyük üstadın atışmalarına tanık olmak da büyük bir keyif oluyor roman boyunca.

Şah ve Sultan, zaman zaman Şah İsmail'in kardeş çocuklarından olan ancak bunu kendisinin dahi bilmediği Kamber'in, zaman zaman Sultan ve Şah İsmail'in fedailerinin yani Hasan ve Hüseyin'in ağızlarından anlatılmış. Roman boyunca Pala, akademik bilgilerinin ışığında okura aşkı, sevgiyi Divan edebiyatı ve tasavvuf perspektifi ile sunmayı amaçlamış. Sadece aksiyona dayandırmadığı romanda okuru bu temalar hakkında düşünmeye çalışması bana kalırsa romanın okunabilirliğine katkı sağlamış.

Şah ve Sultan için başta belirttiğim kıstası değiştiriyor ve şöyle diyorum: Hem tarih hem de eski şiirin büyülü dünyasında her yolculuğa varım diyorsanız mutlaka bu güzel romanı okumalısınız.

SATIN ALMAK İÇİN TIKLA
internet kitapçınız kitapyurdu.com'dan binlerce kitaba ulaşabilirsiniz.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Gitmek İstiyorsan Bahanesiz Git \Nusret Kesemenli

GETMEK ISTEYIRSEN, BAHANESIZ GET

Getmek isteyirsen, behanesiz get,
oyatma murgulu xatireleri.
Sesin hemin sesdir, bakışın ögey,
gedirsen sesin de yad olsun, bari.

Sen deniz qoynuna tullanmis cicek,
ustune dalgalar atilacaqdir.
Saxta mehebbetin saxta sened tek
ne vaxtsa ustunde tutulacaqdir.

Demirem, sen uca bir dagsan, eyil
demirem, elacim qalibdir sene.
Ne sende mehebbet qara pul deyil,
ne men dilenciyem, el acim sene.

Dosenim yollar tek ayaqlarina,
sene yalvarim men, bu mumkun deyil.
Qoymaram qelbim tek vuqarim sina,
alcalib yasamaq omur-gun deyil.

Getmek isteyirsen, o yol, o da sen,
bir cut goz baxacaq arxanca senin.
Getdinmi, geriye donmek istesen,
tikanli yastiga donecek yerin.

Getmek isteyirsen ne danis ne din
Yox ol uzaglartek dumanda cende
Neyimi sevmisdin deye bilmedin
Indise yuz eyib gorursen mende

Getmek isteyirsen, behanesiz get,
oyatma murgulu xatireleri.
Sesi hemin sesdir, baxisin ogey,
gedirsen sesin de yad olsun, bari.
Ellerin elime deymeyeydi kash,
Sachlarin uzume toxunmayaydi.
Gerek evvelki tek sen ureyi dash,
Ele evvelki tek saymaz olaydin…

Bu istilik hardan, sen ki, buz idin,
Qelbimden sen niye ovcuma dushdun?
Sen Mene elchatmaz bir ulduz idin,
Goylerden qolumun ustune dushdun.

Bu da vusal gunu… Yox, sevinmirem,
Indi darixiram bes neler uchun?
Menmi bu zirveye chixdim, bilmirem,
Yoxsa sen darixdin dereler uchun?

Oten gunlerime bir umman dedim,
Boshalib ureyim, dolmur ki, dolmur.
Sahile chatmisham, haraya gedim?
Denize meqsedsiz qayitmaq olmur…


Nusret Kesemenli


oyatma - uyatma
mürgülü - uykulu
xatire - hatıra
ögey - üvey
yad - yabancı
tullanmış - fırlanmış, atılmış
saxta - sahte
sened - senet
vaxt - vakit
qara pul - kara para
vüqar (gürur) - kurur
sınmak - kırılmak
cüt - cift
tikan - diken
çen - sis
eyib( ayıb, xeta) - ayıp, hata

LACİVERT 40. SAYI RAFLARDA !!



Lacivert Öykü ve Şiir Dergisinin 40. sayısı raflarda!

İCİNDEKİLER

SOYLEŞİ / “Talat Sait Halman”
Tuncer Ucarol / Eleştiri / 8 Dizelik Bir Şiir: “Ovada”
Shiga Naoya / Ceviri Öykü / İhtiyar (Rōjin, 1910)
Alp Turan / Öykü/ Korkaklık
Gulcan Ergul / Öykü / Guvercin

DOSYA / “Edebiyatta Ceviri ve Cevirmen”
Hasan Fehmi Nemli / Sakine Eruz (Esen) / Ayşe Nihal Akbulut / Turgay Kurultay
Necdet Neydim / Yusuf Eradam / Asiye Koray Bendon / Dilek Cenkciler
Kıvanc Guney / Ayşe Nur Tekmen / Ryō Miyashita / Musa Yaşar Sağlam
Oktay Saydam / Hatice Koroğlu Turkozu / S. Goksel Turkozu

SOYLEŞİ / “Bedriye Korkankorkmaz” / Tumay Cobanoğlu
ESKİ YAZILARDAN/ “Nazım Hikmet” / Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar
Mehmet Onder / Öykü / Pazike’nin Kot Pantolonu
Onur Bayrakceken / Öykü / Ufacık Bir Adam
Sedat Kaygalak / Öykü / İyi ki Geldin Oğlum
Vesile Dilek / Öykü / Bıyıklı Karanfiller
Bahri Karaduman / Tanıtı / Yitik Zamanlarda Yitirilmeyen Umutlar
Hande Baba / Derleme / Paylaşmak İstediklerimiz

ŞİİR
Talat Sait Halman • Yunus Emre Şahinler • Maksut Koto • Eyüp Erhun Köse
Abuzer Gulpınar • Üzeyir Karahasanoğlu • Murat Gil • Orkun Destici
Nilgun Baykızı • Mehmet Akif Tutumlu

Ön ve Arka Kapak / Firuz Kutal
Kapak Sözu / Ataol Behramoğlu