7 Mayıs 2012 Pazartesi

DENGE




İnsanoğlunun doğuştan getirdiği bir özelliği midir bencillik? Öyle sanmıyorum... Bu duyguyu tanımadığını, hiç yaşamadığını iddia edenin samimiyetinden şüphe ederim. Tarih boyunca bir sürü olay, kıssa, hikaye insanın bu önüne geçemediği duygusu üzerine kurulmamış mıdır? Mutlu mesut yaşayan insanların nefslerine hakim olamayışları sonlarını hazırlamamış mıdır?

 Toplulukların parmak ısırtan uyumunun bozulması için birkaç dakika yeterlidir. İnsanoğlunun önüne geçemediği "bencilliği" kusursuz işleyen çarkların arasına istekle sokulmuş demir parçası gibidir.

Bakın bu 1989 tarihli animasyon durumu özetliyor:


http://www.youtube.com/watch?v=MfBMimsvTKI&t=2s



3 Mayıs 2012 Perşembe

DOSTLUKLAR ÜZERİNE


Dostluklar üzerine ne düşünürsünüz bilemem ama etrafında 3-4 kişi barındıran biri olarak ben dostlukların pek çok şeyin üzerinde tutulması gerektiğini düşünenlerdenim. Söz başı geldiğinde herkesin bu cümleyi kuracağına ya da bu cümlenin altına imzasını basacağına eminim. Gerçi etrafında onlarca insan görüp de "her birine davrandığı ölçüde mi değer  veriyor bu adam?" sorusunu sorduğum çok olmuştur. Tarif ettiğim insan tipini anlamışsınızdır, şu "dostsever" şirinbaba ve şirinelerden bahsediyorum. En tehlikeli tiplerden yani...



Neyse bahsini etmek istediğim konu bu tipler değildi, dostluğun ta kendisiydi. Dostluk gibi ince naif bir konuyla giriş yapacağım, öfke, sinir, "bilmem ne damarı" ile kapatacağım konuyu. Bu da nasıl bir çelişki yaşadığımı özetliyor sanırım.


Dostluklar pek az kişi ile sağlanabildiği için hava gibi, su gibi aziz olmalı kanımca. Yukarıda da dedim pek çok şeyin üzerinde tutulmalı dostluklar. Bir söz bir tavır dostluk surlarını yıkmaya yetmemeli.  Hele ki devir post-modernist yaşam tarzını bizlere dayatırken ideolojiler, siyasi fikirler, tutulan takımlar vb. asla girmemeli dostların arasına. 18. ya da 19. yüzyılın "meydan adamı", "eylem insanı" bireylerinden olsaydık ya da değişim mücadelemizi, ütopyalarımızı her şeyin önüne koyabilseydik belki dostluklarımız da buna göre şekillenirdi.

Devir şartları gereği düşündüklerimizle yaşayışımızın paralel olmadığı bir ortamda "kahve sohbetleri" kıvamında ülkeyi kurtarırken sarf ettiğimiz sözlerle dostlukları bitirebiliyor olmamız çok acı. Evet sözü dolandırıp dolandırıp kendi meseleme getirdim tabii ki. Bunca şeyi yukarıda bahsettiğime yakın bir vak'a yaşadım diye yazıyorum. 16 yıllık bir dostumun sözünü ettiğim bir kahve sohbetinde "düşüncemden"-belki de düşüncemi ifade tarzımdan- dolayı ortamı terk etmesi, dostluğu bitirdiğini belirtmesi beni çok üzdü. Oysa özgürlüklerin her alanda, her anlamda olması gerektiğini konuşuyorduk...

Üzüldüm, üzülmedim değil ama bu sonsuza kadar üzüleceğim anlamına da gelmiyor. İşin özündeyim hala yani dostlukların bunca ucuz konulara heba edilmemesi meselesindeyim. Böyle durumlarda insanî dürtüler önplana çıkıyor ve böylesine basit bir konuda haksızlığa uğradığımı düşünerek sinirleniyorum.
Bu içimde bir af duygusunun gelişmediğini göstermez tabii atılacak her adım geçmişi rahatlıkla unutabilecek yapıda olan ben için yeterli olacak. Ama adım atmayı asla düşünmüyorum! 

Alakasız ama çok sevdiğim bir şiiri paylaşmak isterim:

DOST

dostumdu önceleri
göznurunu kitaplara dökmek varken
avare gezerdi caddelerde
dünya böyledir zaten
kadın olmasın ara yerde

bir varmış bir yokmuş aramızdaki dostluk
kızına kıl kadar göz koysaydım
derdim, buydu korktuğu
odama uğramaz oldu semtimden geçmez
oysa bir ben vardım içli dışlı olduğu

BEHÇET NECATİGİL




1 Mayıs 2012 Salı

BLOG KÜLTÜRÜ VE EDEBİYAT DERGİLERİ

Blog edebi amaç taşıyınca içinde paylaştıklarınızın da ister istemez o çizgide olma zorunluluğu doğuyor. Blogun adının verdiği ağırlıktan mıdır bilmiyorum;  yazdıklarımda yazım hatası, noktalama yanlışlığı, anlatım bozukluğu olmasın diye uğraşıyorum. Aslına bakarsanız bu durum beni bir yandan mutlu ediyor. Mutlu ediyor ; çünkü edebiyat dergilerinde arzuladığı köşeyi bulamamış biri olarak söylemek istediklerimi zaman zaman buradan duyuruyorum. Haliyle söylemek istediklerimi bir edebiyat dergisine yakışır biçimde sunmam gerekiyor. Bu durum beni geriyor da. Geriyor; çünkü insan kimi zaman da daha rahat yani özgür olmayı da arzuluyor. Blog salt bilgi vermeyi, "kasıntı" sanat yorumları yapmayı amaçlayan bir platform olmadı benim için. İtiraf etmeliyim uğraşsam da o denli "marjinal","kasıntı" sanat yazıları yazamam. O yeterlikte değilim demeye çalışıyorum, olmayı da çok istediğim söylenemez. 

Her neyse, bugün aldığım bir kararla fırsat buldukça burada "denemeler" de yayımlamaya karar verdim. Denemeler işte... İstediğim her konu ile ilgili yazılar. Edebi yazılar :)  Ha iki gün sonra hevesim geçer ya da zaman yaratmakta sıkıntılar yaşamaya başlar ve bu işi bırakırım orasını bilemem; ama dedim ya bugün bir karar aldım:)

2009'dan bu yana blog yazıyorum. 3 yıl bir sürü gün bir sürü saat demek. 90'lı yıllarda izlediğimiz "Geleceğe Dönüş" filmlerini hatırlıyorum da o yıllarda bugünler için  gerçekten uçan arabaları ve kaykayları,  neon renkli kıyafetlerle dolaşmayı falan öngörüyorduk. "Geleceğe Dönüş" serisinin filmlerinden birinde geçtiğimiz yılın 16 Mayıs'ına yolculuk ediyordu M.JFox. Evet, 2011'de düşündükleri gibi olmadı belki ama insanlar bir ekranın karşısına geçerek kilometrelerce ötedeki insanlara bir tıkla seslerini, düşüncelerini ulaştırabiliyorlar. Diyorum ya 2009'dan bu yana belki de binlerce insan yazdıklarımı okudu. 120 bin kez görüntülenmiş bu sayfa, bir edebiyat dergisinin asla ama asla ulaşamayacağı bir tiraj sanırım.

Kim ne derse desin, internet ve e-yazın zaman gelecek  sahifenin yerini alacak. Sanatçı kalmayacak mı demek bu? Hayır! Ama "öğrendiğimiz anlamda sanatçı" kalmayacağı anlamı taşıyor bu sözler. Daktilosuna, karalama defterine ürünlerini yazıp senelerce yayımlanmasını bekleyen eski zaman üstadlarının yerini ekran başında benim gibi klavyesiyle döktüren gençler alacak. Alıyor da.

Muhafazakar bir yapıya sahip olsam da" ah ben bu yozlaşmanın esiri olmak istemiyorum, kalemi, kağıdı kullanmaya devam edeceğim, yeniyi lanetleyeceğim" şovenistliğini yapmayacağım. Her yazın insanı günün koşullarına göre davranmayı öğrenmeli.

Edebiyat dergileri ile ilgili kısacık bir şey yazarak bitireyim: 

3-4 ay önce "yasakmeyve" dergisinde  Sina Akyol'un bir yazısını görünce ne yalan söylemeli canım sıkıldı. Sina Akyol yasakmeyve dergisinin umut vaad eden gençlere ait şiirlerin değerlendirildiği köşesine bakıyordu. Akyol, dergiye şiir gönderen şairlerin sayısının derginin aylık tirajını birkaç kat katladığını itiraf ediyor, bu göndericilerin şiirlerinin yayımlanıp yayımlanmadığını görmek adına dahi dergiyi almadıklarından yakınıyordu. Ben de kendisine "evet okumuyoruz" temalı özeleştiri kokan bir mektup yollamıştım. O yazı yayımlandı. (Şiirlerimin yayımlanmayacak kadar yetersiz olduğunu söyledi Sina Akyol ki bu konu hakkında da daha sonra yazacaklarım var.)

Gerçekten okumuyoruz. Yok yok okumuyoruz derken roman-hikaye-şiir okumuyoruz meselesinden bahsetmiyorum. Başkasına ait herhangi bir yazıyı, bir şiiri kısacık bir notu dahi okumuyoruz. Bu devirle mi ilgilidir kestiremiyorum ama bizim olmayan hiçbir şeyi okumuyoruz. Bu yazıyı da işte... :)