8 Haziran 2012 Cuma

KARNE GÜNÜ


Hediye Nur Doğru İçin…


Huzursuzdu Gizer bey. Denizi seyreden herkes gibi o da, kendini bir su taşıtı sanıyordu, pek de rahat sayılmayacak taburesinde çayını yudumlayıp, hep aynı martıyı izlemenin olanaksız bir iş olduğunu düşünürken…
-Evham, oğlum şeker de getiriver!
-Siz şekersiz içersiniz Gizer bey!
                Neşesizdi Gizer bey. Hediye hanımdan beklediği mektup, hala gelmemişti. Neden telefonlaşmadıklarını yalnızca Tanrı biliyordu. Yalnızca onun bildiği ne çok şey vardı! ‘Vardım’ dercesine bir çaldırsaydı bari Hediye hanım da, bu kadarı da fazla değil miydi? Adamcağız günlerdir haber bekliyordu işte…
-Evham,okunmamış gazeten var mı oğlum?
-Demin hepsini okudum Gizer bey, kırış kırış oldular.
Titizdi Gizer bey. Binlerce dirseğin dayandığı bu tahta masa, kimbilir kimlerin dudaklarına değen şu cam bardaklar, hiç ona göre değildi aslında.  Çayocağının sahibi Cemil’i, öğretmenlik yaptığı yıllarda tanımıştı, Sait Faik Abasıyanık Lisesi’nin hademesiyken. Aferindi ona, kendi işini kurmaya cesaret edebilmişti sonunda. Arada bir uğrayarak destek vermeye çalışırdı, bu eski dostuna. Üstelik manzara da harikaydı. ‘Okunmamış bir mektup gibi’ dedi kendi kendine, tuzunu, görüntüsüne de taşımayı nasılsa beceren, önünde bitmek bilmez bir yol gibi açılan o lacivert denize bakarak. Sonra ‘gazete’ olarak düzeltti, benzetmesini. İnsan, kaygılanırken ve benzetme yaparken özgürdü, başka durumlarda değil. Gizer bey, tam da buna güvenmiş olmalıydı.
-Evham, baban nerede oğlum, gelmeyecek mi bugün?
-Biraz önce gitti, Gizer bey. Akşama kadar da gelmez, bana emanet etti ocağı…
Umutsuzdu Gizer bey. Hediye hanım, her yıl bir haftalığına Van’daki kuzenlerinde kalmaya gider, döndüğünde neden mektup yazmadığı sorusuna, ‘Aman Gizer ne huysuz adamsın, mektup yazsam benden önce mi gelecekti yani?’ sorusuyla karşılık verirdi. Kadınlar, bazı sorulara yalnızca soru sorarak cevap verebilirlerdi ve Gizer bey bunu bilmiyor değildi. ‘O kadar doğuya gitmenin ne anlamı vardı’ diye dertleniverdi, oldukça tembel bir martıyı uzun uzun takip edebildiği için gururlanırken, ‘Ankara’daki teyzekızlarında buluşsalar ya!’.  Hemen ardından da ‘Bir Aborjin’le de evli olabilirdim’ diye geçirdi içinden, dudaklarında imgeyi gözünden vurmuş bir şairin belirsiz gülüşüyle. Hoş bulduğu şey, Hediye hanımın nispeten yakın bir doğuya gitmiş olduğunu düşünmenin verdiği avuntudan çok, Aborjinler’in herhangi bir yazı sistemi kullanmamış olmalarına yaptığı yaratıcı göndermeydi kuşkusuz.
                Meraksızdı Gizer bey. Tarih öğretmenliğinin getirdiği öğrenme alışkanlığı da kalmamıştı artık. Geçmişe de geleceğe de kayıtsızlaşmıştı, ikisine de uzak durmaya çalışan bir yan hakem gibi. Gazeteyi bile, yalnızca ilk okuyanıysa şöyle bir eline alır, kat izlerindeki bozulmamışlığa dokunarak biraz olsun keyiflenirdi. Yine de geliverdi aklına, Evham’a karnesini sordu. Öyle ya, o gün okulun son günüydü ve emekli bir öğretmenin iç saati hala Milli Eğitim Bakanlığı’nın yıllık çalışma planına göre işlerdi. ‘Bilmiyorum Gizer bey, ocağı sabahtan ben açtım, babam aldı getirdi okuldan’ dedi, daha çok bir karakalem çalışmasına benzeyen yüzü, meraklandıkça biraz olsun beyazlaşarak. ‘Oturduğunuz tabureye koymuştu karnemi, kalktığınızda ben de bakmak istiyorum, tarihten çakmış olabilirim!’.

Sıtkı Silah

8Haziran2012/İstanbul