Hediye Nur Doğru İçin…
Huzursuzdu Gizer bey. Denizi
seyreden herkes gibi o da, kendini bir su taşıtı sanıyordu, pek de rahat
sayılmayacak taburesinde çayını yudumlayıp, hep aynı martıyı izlemenin
olanaksız bir iş olduğunu düşünürken…
-Evham, oğlum şeker de getiriver!
-Siz şekersiz içersiniz Gizer bey!
Neşesizdi
Gizer bey. Hediye hanımdan beklediği mektup, hala gelmemişti. Neden
telefonlaşmadıklarını yalnızca Tanrı biliyordu. Yalnızca onun bildiği ne çok
şey vardı! ‘Vardım’ dercesine bir çaldırsaydı bari Hediye hanım da, bu kadarı
da fazla değil miydi? Adamcağız günlerdir haber bekliyordu işte…
-Evham,okunmamış gazeten var mı oğlum?
-Demin hepsini okudum Gizer bey, kırış kırış oldular.
Titizdi Gizer bey. Binlerce
dirseğin dayandığı bu tahta masa, kimbilir kimlerin dudaklarına değen şu cam
bardaklar, hiç ona göre değildi aslında. Çayocağının sahibi Cemil’i, öğretmenlik
yaptığı yıllarda tanımıştı, Sait Faik Abasıyanık Lisesi’nin hademesiyken.
Aferindi ona, kendi işini kurmaya cesaret edebilmişti sonunda. Arada bir
uğrayarak destek vermeye çalışırdı, bu eski dostuna. Üstelik manzara da
harikaydı. ‘Okunmamış bir mektup gibi’ dedi kendi kendine, tuzunu, görüntüsüne
de taşımayı nasılsa beceren, önünde bitmek bilmez bir yol gibi açılan o
lacivert denize bakarak. Sonra ‘gazete’ olarak düzeltti, benzetmesini. İnsan,
kaygılanırken ve benzetme yaparken özgürdü, başka durumlarda değil. Gizer bey,
tam da buna güvenmiş olmalıydı.
-Evham, baban nerede oğlum, gelmeyecek mi bugün?
-Biraz önce gitti, Gizer bey. Akşama kadar da gelmez, bana
emanet etti ocağı…
Umutsuzdu Gizer bey. Hediye
hanım, her yıl bir haftalığına Van’daki kuzenlerinde kalmaya gider, döndüğünde
neden mektup yazmadığı sorusuna, ‘Aman Gizer ne huysuz adamsın, mektup yazsam
benden önce mi gelecekti yani?’ sorusuyla karşılık verirdi. Kadınlar, bazı
sorulara yalnızca soru sorarak cevap verebilirlerdi ve Gizer bey bunu bilmiyor
değildi. ‘O kadar doğuya gitmenin ne anlamı vardı’ diye dertleniverdi, oldukça
tembel bir martıyı uzun uzun takip edebildiği için gururlanırken, ‘Ankara’daki
teyzekızlarında buluşsalar ya!’. Hemen
ardından da ‘Bir Aborjin’le de evli olabilirdim’ diye geçirdi içinden,
dudaklarında imgeyi gözünden vurmuş bir şairin belirsiz gülüşüyle. Hoş bulduğu
şey, Hediye hanımın nispeten yakın bir doğuya gitmiş olduğunu düşünmenin
verdiği avuntudan çok, Aborjinler’in herhangi bir yazı sistemi kullanmamış
olmalarına yaptığı yaratıcı göndermeydi kuşkusuz.
Meraksızdı
Gizer bey. Tarih öğretmenliğinin getirdiği öğrenme alışkanlığı da kalmamıştı artık.
Geçmişe de geleceğe de kayıtsızlaşmıştı, ikisine de uzak durmaya çalışan bir yan
hakem gibi. Gazeteyi bile, yalnızca ilk okuyanıysa şöyle bir eline alır, kat
izlerindeki bozulmamışlığa dokunarak biraz olsun keyiflenirdi. Yine de
geliverdi aklına, Evham’a karnesini sordu. Öyle ya, o gün okulun son günüydü ve
emekli bir öğretmenin iç saati hala Milli Eğitim Bakanlığı’nın yıllık çalışma
planına göre işlerdi. ‘Bilmiyorum Gizer bey, ocağı sabahtan ben açtım, babam
aldı getirdi okuldan’ dedi, daha çok bir karakalem çalışmasına benzeyen yüzü,
meraklandıkça biraz olsun beyazlaşarak. ‘Oturduğunuz tabureye koymuştu karnemi,
kalktığınızda ben de bakmak istiyorum, tarihten çakmış olabilirim!’.
Sıtkı Silah
8Haziran2012/İstanbul