4 Eylül 2013 Çarşamba

KELEBEĞİN RÜYASI


Yoğun bir döneme rastladığı için Kelebeğin Rüyası'nı izleyememiştim. Geçen gün bir fırsat yaratıp bu güzel Yılmaz Erdoğan filmini izledim. Filmin sonunda-aslında film boyunca- boğazımda bir yumru varmış da yutkunamıyormuşum hissine kapıldım. Film bitti ve araştırmaya başladım. Filmde başrolü paylaşan iki kahramanın gerçek kişiler olduğunu öğrenince utandığımı itiraf etmeliyim. Şiirle bunca ilgiliyken nasıl olmuştu da Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'yu daha önce hiç duymamıştım? Bu da kendi adıma "öğrenmenin yaşı yoktur" savını destekleyen bir durum oldu.


Film genel izleyiciyi etkilemiştir buna şüphe yok ancak edebiyatseveri iki kat etkilemiştir diye düşünüyorum. Yılmaz Erdoğan'ın Zonguldak'ta yaşayan ve henüz 20'li yaşlarının başlarında verem yüzünden hayatlarını kaybeden iki edebiyat tutkununu beyazperdeye taşımasını takdir ettim doğrusu. Şiirleri vasıtasıyla edebi kişiliğine de aşina olduğum Erdoğan'ın kenarda köşede kalmış ve gencecik yaşta hayata veda etmiş bu iki sıkı dostun dramını filmine konu etmesi beni şaşırtmadı. Buna rağmen Yeşilçam'da beni şaşırtan çok şey var elbet bunların en önemlisi de  edebiyat dünyamızda hayatıyla beyazperdeye yakışan bunca  isim varken onların filmler sayesinde izleyiciyle buluşamaması tabii ki. Senaristlerin böylesine büyük bir deryadan yeterince balık tutamamasına inanamıyorum gerçekten.  

Filmde cins şairlerimiz arasında adı büyük harflerle yazılabilecek Behçet Necatigil, genç şairlerin fikir babası ve hocası olarak yer alıyor. Hayalimdeki Behçet Necatigil'den çok da farklı bir portre çizmemiş Erdoğan. Evlerin Şairi unvanına uyabilecek sakinlikte ve babacanlıkta bir karakter yansıtmış perdeye. Rüştü Onur ve Muzaffer Uslu'yu canlandıran iki sanatçı da rollerinin hakkını veriyor allah için. Hem Mert Fırat hem de Kıvanç Tatlıtuğ içlerinde edebiyat aşkını barındıran sanatçıların her halini başarı ile yansıtıyor. Belçim Erdoğan'ın oyunculuğuna karşıma çıktığı ilk andan beri mesafeli yaklaştım, nedense bu filmde de görüşüm değişmiyor.

Filmde döneme dair aklımı kurcalayan, "gerçekten böyle miymiş?" dediğim olaylarla da karşılaşmış oldum. Mesela Zonguldak'taki kömür madenlerinde çalışan köylülerin mükellef olma durumları beni çok şaşırttı. Bir anlamda cezaevi şartlarında çalışıyorlardı açlık ve yokluk içinde kıvranan bu insanlar. Verem'in ülkemizde 1940'larda bu kadar etkili olduğunu bilmiyordum mesela. Verem'in 1900'lü yılların başında tehdit olmaktan çıktığını ve  Heybeliada'daki senatoryuma hastaların sıra ile  alındığını da...

Filmde pek çok şiir sever gibi beni derinden etkileyen kareler tabii ki şiire ve edebiyata ilişkindi. Şairlerimizin Varlık dergisinde yayımlanacak şiirlerini beklemeleri, iki gencin bırakın daktiloyu kağıdın bile zor bulunduğu yıllarda şiirlerini duvarlara yazma pahasına edebiyata tutkuyla bağlı oluşları, her şair gibi şiirlerine fazlaca güvenmeleri ... Eserlerinin yayımlanmasını beklemeyenin bilemeyeceği türden duygulardı bunlar. 
Sözün kısası, edebiyat dünyasında basitliğiyle kenara itilmiş olsa da her zaman bana sempatik gelmiş olan Garip'in hüküm sürdüğü yıllarda, o akıma bağlı şiirler kaleme alarak Varlık'ta boy göstermeye çalışan hevesli,idealist şairleri ekranda görünce duygulandım. Onların sefalet içinde ölmeleri üzmedi mi beni, tabii ki üzdü ama onlar için ölümün değil de tarih içinde silinip gitmenin ne denli büyük bir acı olduğunu anladığımda sevindim. Çünkü bu iki şair asla ama asla unutulmayacaklar ve şiirleriyle yaşayacaklardı. İki dostun şiirleri Varlık'ta yayımlanınca bir şiirimin ilk kez bir edebiyat dergisinde yayımlandığı gün geldi aklıma. Sevindiğim, gurur duyduğum, işte bu! dediğim gün...  Necatigil gibi bir ustanın, bir yol göstericinin eksikliğini de hissettim film bitince. Cins şairlerin hayatın içinde gerçek bir birey olarak yer aldığını, öğrenciler yetiştirdiğini, yol gösterdiğini görüp durumuma hayıflandım. Gencecik yaşta verem yüzünden hayatlarını kaybeden bu iki dosta "Ne şanslıymışsınız arkadaşlar !"dedim kısık bir sesle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder