8 Mart 2010 Pazartesi

DOYUMSUZLUK


Toplumumuzun son yıllarda iki temel problemi gözüme çarpıyor:Bir tanesi "doyumsuzluk" diğeriyse "alışılmış çaresizlik".

Doyumsuzluktan bahsedelim öncelikle. Doyumsuzlukla beslenen hastalıklı bir kültürün dünyayı sardığı ortada. Yani kendi sorunumuz olarak sunduğum doyumsuzluk; aslında evrensel bir hastalık, insanlığın temel problemidir. Biz de "globalleşen dünya" içinde kendimizi bu fanustan soyutlayamadığımızdan bu sorunu 7'den 70'e iliklerimizde hissediyoruz. Özellikle genç kuşak, tüketim toplumunun canavarı olarak yetişiyor. Hiçbir kıyafetin, hiçbir yiyeceğin, hiçbir zevkin, hatta hiçbir kederin dahi bu gruba yetmediği, onları doyuramadığı ortada.

2000'li yılların başında "MATRİX" filmi vizyondayken filmin senaryosuna uygun bir dünyada yaşadığımıza inanıyordum. Düşüncelerim daha da kemikleşerek bugüne kadar geldi. Dünya üzerindeki hakim güç, filmdeki gibi belki bir kapsül içinde yetiştirilen insanların beyinlerini kabloyla, hapla şunla bunla uyuşturup ona göre yaşayan bireyler yaratmıyor; ancak farklı yöntemlerle istekleri karşılayacak, beyinleri uyuşmuş, embesil diye tabir edilebilecek bireyleri ve bu bireylerin oluşabileceği zeminleri ustalıkla yaratıyor. Böyle bir habitatın oluşumunda görüyoruz ki insanın "doyumsuzluk" duygusu işe en çok yarayan zaaf. Etrafınızdaki doyumsuzluğu ya da bizzat doyumsuzluğunuzu hayatın her saniyesinde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.

Doyumsuzluğumuz ne işe yarıyor peki? Doyumsuzluk, tabii ki tüketimi tetiklediği için büyük bir ekonomik kaynak hakim güç için. İnsanlar statüleri, yani toplumdaki sıfatları uğruna öyle bir parlama, öyle bir beğenilme tutkusu ile yaşıyorlar ki böyle bir dürtü ile yaşamını sürdüren insan dış görünüşe sapkınlık derecesinde önem verir hale geliyor. Dolayısıyla bu duygu kendisini karşısındakine beğendirme aşkıyla yanıp tutuşan kompleksli insanları ve pek tabii akıllara ziyan bir alışveriş çılgınlığını da beraberinde getiriyor.

Aynı doyumsuzluk duygusunun insanların cinsi münasebetlerinde de öne çıkartıldığını görüyoruz. İnsani ilişkilerinde beğenilme arzusu ve statü kazanma hırsının kurbanı olan birey için flörtlerin de bu amaca hizmet ettiğini fark ediyoruz ne yazık ki. Bu grup için çok fazla insanla beraber olmak öyle bir statü kazanma yolu haline getirtiliyor ki gençlerin karşı cinsle beraber oluşlarının bir yarış haline dönüştüğünü seziyoruz.

Klasik devirlerin "bir göz süzüşe can verdiren, heyecanlı aşkları"nın yerini bütün tenselliği ile duyguyu çürütmüş, bambaşka şeyleri arzular hale gelmiş hastalıklı doyumsuzluk duygusu almıştır. Bu doyumsuzluk duygusunun hakim güce faydası tabii ki farklılıkları olmayan, yepyeni zevkler veremeyen bir dünyada apayrıyı,bambaşkayı arayan gençlerdir. Bu gençlerin büyük bir bölümü çeşitli maddelere yönelerek bu doyumsuzluğu birkaç dakika olsun dindirebilmektedirler. Birkaç dakikaysa sistemini kurmuş güç açısından milyon dolarlar demektir.


Yazının başında "alışılmış çaresizlik"ten bahsetmiştim. Şimdi ona gelelim. Bu doyumsuzluk illetinin bir güruha işlemesi için bu güruhun öncelikle köksüzleştirilmesi ve belli zevkleri tatmaktan alıkonması gerekmektedir. Nasıl mı? Tabii ki beyni uyuşturacak bir şeylerle, tilki kurnazlığıyla oluşturulmuş karalamalarla.

Türk toplumunu ele alalım. Bir bakın etrafınıza. Kendi ulusal kimliğinden utanan, bu kimliğe güvenmeyen bir sürü insanla karşılaşacaksınız. Yıllar yılı Türk'ten hiçbir şey olmaz, Biz mi ? asla başaramayız, gibi sinsice düşünceler idrakımızı örümcek ağı gibi sarmıştır. Bunun bize kabullendirilen bir düşünce olduğu ortadadır. Buna inananlarımız o kadar çok ki. Onlardan biri olma olasılığınız da yüksek tabii. Nereden çıkarıyorum mu bunu, ben de onlardan biriyim, sizlerden biriyim yani.

Zevklerinize bir bakın. Uğraşılarınıza. Köklerinizle bağlantılarınıza. Kültürünüze ait bir edebi eserden aldığınız hazza bakın mesela. Bir Fransız'ın J.J. Russo ile J.P. Satre ile övünüşünü düşünün. Bir İngiliz'in Şekspir'i nasıl da keyifle okuduğunu. En son ne gün Nedim'i,Baki'yi gururla okuduğunu düşün. Dede Korkut Hikayelerinde kendinden bir şeyler bulabilmek için uğraştığın günleri? Nazım'ı, Necip Fazıl'ı Orhan Kemal'i, Ömer Seyfettin'i okuyup zevk aldığın son günü düşün. Fazla edebi olmasın mı? Pekala, Bir Türk markası ile X gelişmiş ülkesinin markasını karşılaştırışını düşün. Bir araç gereci elinde incelerkenki "adamlar yapıyoo abi yaa" deyişini. Ayağına tarz diye giydiğin filanca ülkenin işçi ayakkabısı olan 5-10 dolarlık lastiği düşün. İki kuru yuvarlak ekmek arasına konmuş kupkuru eti, patates kızartmasını, o beyaz adamın köpüklü siyah suyunu düşün. Kendi mutfağına ağız burun kıvırışlarını. Haydi doğruyu söyle "Er Ryan'ı Kurtarmak" filminin sonunda dalgalanan o 55 yıldızlı kırmızı beyaz bayrak sahnesinde o bayrağın altında yaşayanlardan daha çok heyecanlandığını. vb.vb.vb.vb.

Evet buna benzer o kadar çok şey çıkarabiliriz ki. "Alışılmış çaresizlik" yani köklerimizin olmadığına inanmak, asla bir şeyleri başaramayacağımızı düşünmek, onlar en iyisini yapar biz de tüketiriz anlayışıyla büyümek acı şey değil mi? Hepimiz bu acının çocuklarıyız ve bir şeylere bir yerlere özenerek büyüyoruz. Elimizde pırıl pırıl duran "Anadolulu Atatürkçü Şerefli Türk İnsanı"kalıbı yerine daracık kalıpları zorluyoruz. İlaç-hastalığın farkında olan dahi yok ama:D- özümüzde!