28 Ağustos 2011 Pazar

ANTİKA - 2 (ÖYKÜ)


... takıl'ın önüne geldiğinde gözlerini kısmış masalarda oğul ve hakan'ı arıyordu. astigmat olan gözleri için bu gözlüklerin de miyadı dolmuştu anlaşılan. arkadaşları dışarıdaki masalarda değillerdi, belli ki kendilerine içeriden bir masa seçmişlerdi. arda, yan yana sıralanmış bu eski rum evlerinin kafeden ziyade insanların yaşayacağı meskenler olarak kullanılması gerektiğini düşünürdü hep. kapının hemen dibinde sokağı mis gibi kokusuyla kuşatan yaseminler, pencere ve cumbaları çeşit çeşit renge boyayan sardunyalar hayal ederdi. böylesine loş odaların sevimsiz karanlık duvarlarında müzik diye korkunç bir gürültünün yankılandığı yapılar olmamalıydı bu güzelim evler. öyle ki o kapılardan çığlık çığlığa sokağa fırlayacak afacanlar, onları cumbalarında çay keyfi yaparken gözeten anneler düşlüyordu. o anda, arkadaşlarının giriş katında da olmadıklarını fark etti. geriye tek bir ihtimal kalmıştı: onları üst katta bulacaktı.

zemini üst kata bağlayan ahşap merdivenden çıkarken ev arkadaşı bekir'in son zamanlarda iç sıkan felsefi sohbetlerini tercih etmeliydi diye düşündü. buraya gelişini sorguluyordu. bu tip yerler hiçbir zaman arda'yı cezbetmemişti. ortam, şarkılar, insanlar onun ilgi alanına girmiyordu. memleketten beraber geldiği oğul ve hakan'ın gönül koymayacaklarını, sırf o gece onları reddetti diye okulda kendisine takılmayacaklarını bilse belki de bu mekana adımını dahi atmazdı. son basamağı da aşarak üst kata vardığında çevresini şöyle bir süzdü. nihayet,oğul ve hakan hemen karşıdaydı.

masaya geldiğinde oğul ve hakan'ın zevzekliğe varan takılmaları onu etkilemedi bile. arkadaşları hoş geldin mahiyetinde yanaklarını öpüp sırtını sıvazlarken o masada oturan kıza kilitlenmişti. bu oydu. evet, tam karşısında tebessüm ederek oturuyordu. defalarca tezgahtarlığını yaptığı antikacıya gelen, takılara göz atan, onca gelip gitmesine karşın ağzından tek kelime dahi çıkmayan sarı saçlı, pembe bereli kız karşısında duruyordu. kalbinin göğüs kafesini yırtarak dışarı çıkmak istediğini hissetti. midesine boğazından inen bir ateş topu ilerliyordu şimdi. bu güzel anı oğul'un gereğinden fazla nükteli cümleleri böldü.

-arkadaşlar, size daha önce de bahsettiğimiz hemşerimiz arda. memleketimizin yüz karasıdır kendisi. bizi bilenler bu sizin oralı olamaz derler sanırım. her defasında bizi yalvartır, bugün kendinizi şanslı hissetmelisiniz bayanlar, arda bey bir mucize eseri teklifimizi reddetmedi ve masamızı şereflendirdi. bu arkeolog arkadaşımıza kaldıralım kadehlerimizi!!

oğul bunları söylerken arda'nın yanakları hemen pespembe kesilmiş, delikanlı gözlerini nereye kaçıracağını bilmez bir halde söylenenlere tebessüm etmişti. hakan, haddini aşan bu kısa tanıtma faslından sonra masadakileri arda'ya bir bir tanıttı. masada 3 kız vardı. masadaki kızların ikisi kardeştiler. merve ve gizem. gizem'in yanında erkek arkadaşı berke oturuyordu. oğul ve hakan gibi işletme bölümünde okuyorlardı ve sınıf arkadaşıydılar. arda'yı ilgilendiren sözcüklerse az sonra dökülecekti.

-sinem, radyo televizyon ve sinema 3.sınıfta okuyor. bu güzel kıza iyi bak arda, geleceğin yönetmeniyle aynı masayı paylaşıyorsun.

arda dünyadaki hiçbir nesneye belki böyle dikkatle bakmamıştı.

-hadi ama abartma, diyerek hakan'dan sözü aldı sinem. memnun oldum arda. okuduğun bölüme büyük bir ilgim var, sanırım biliyor musun? eski eşyalara olan ilgimden bunu anlamışsındır.

arda, adının sinem olduğunu nihayet öğrendiği sarışın kızın kendisine kurduğu cümlelerin bitmesini hiç istemiyordu. onun antikacıda çalıştığının farkına vardığını belirten bu cümleler çölde vaha bulmuş bir bedevi gibi sevindirdi delikanlıyı. evet, evet sanki günlerdir çölde bir damla su için kilometrelerce yol kat etmiş bir bedevinin suyla buluşması gibi kana kana içmek istiyordu sözcüklerini. antikacıda sessiz kalarak kendisini geceler boyu düşündürdüğü günlerin acısını çıkarmak istiyor, bitmesin diyordu içinden: konuş, konuş, konuş...

arda yalnızca: "fark ettim" diyebildi sinem'e. sonrasında da neredeyse hiçbir kelime edemedi. bir iki saat boyunca masada oğul ve hakan'ın çekip çevirdiği gürültünün içine karışan sohbete çoğu zaman pespembe yanakları ve tebessümüyle meze oldu. bir bira içerek eşlik etti arkadaşlarına. ortamın loşluğundan faydalanıp defalarca sinem'in bal rengi gözlerine kaçamak bakışlar attı. kızın alnını tamamen örten kahküllerini, omuzlarına inen sapsarı saçlarını artık görebiliyordu. dükkana her geldiğinde başında harikulade taşlarla bezenmiş bir tac gibi duran beresi yoktu. yüzünün sert çizgilerinin aksine güldükçe dudağının kenarında beliren ve yumuşacık bir tebessüm belirtisi olan o minik gamzeyi ilk kez orada fark etti. kadehinden her yudum alışında arda'nın gözüne çarpan, zümrüt taşlı yüzük kızın güzelliğinin yanında sönük kalıyordu.

gecenin sonuna doğru bir telefon üzerine arkadaşlarından affını isteyen hakan masayı ilk terk eden kişi oldu. arda, beni arabanla eve bırakacaktın; söz vermiştin, diyemedi bile. şimdi bu saatte ne yapabileceğini düşünüyordu. saatine telaşla baktı, bir an evvel masadan kalkarsa son otobüse yetişebileceğinin farkındaydı.

durağa yürürken oğul ve hakan'ın davetini geri çevirmemesinin fena olmadığını, hakan'ınsa tahmin ettiği gibi güvenilmez olduğunu düşünüyordu. her şeye rağmen günlerdir merak ettiği, ona ilk kez hissettiği duyguları yaşatan kızı görmüş, onunla aynı masayı paylaşmış dahası onun da arkeoloji ve tarihten hoşlandığını öğrenmişti. ayrıca kayıtsız gibi dursa da sinem onun antikacıda çalıştığının farkındaydı.

durakta son otobüsleri bekleyen bir yığın insan vardı. durağın arkasında yer alan caminin etrafını çevreleyen alçak duvarın kenarına yaslandı. bütün günün yorgunluğunun ardından yarın tatil yapacağı için kendini mutlu hissediyordu. kentkartını bulmak için cebini yokladı. kentkartı olmadan bu saatte evine dönmesi mümkün değildi. cebinde beş kuruş parası yoktu. elini diğer cebine attığında nihayet cebin derinliklerinde kentkartına ulaştı. cebinden çıkarmakta zorlandığı kart, o anda elinden kayarak kaldırıma fırladı. kartı almak için bir sürü insanın beklediği kaldırıma eğildiğinde aynı karta hamle yapan kırmızı oje sürülmüş narin parmaklarıyla o küçük eli fark etti. gözleri şimdi olduğu yerde kendisine gülümseyen bu tanıdık bal rengi bir çift gözle karşı karşıyaydı...

DEVAMI YARIN

ANTİKA - 1 (ÖYKÜ)



bütün gün öyle çok çalışmıştı ki akşamüstü için arkadaşlarından gelen buluşma çağrısına "evet" demek gelmiyordu içinden. oldukça içine kapanık bir çocuktu arda, yaşıtlarına nazaran gayet sessizdi. işini yapar; fazlasına karışmazdı. sohbetlerin içinde zaman zaman "evet"lerin, "haklısınız"ların, çoğu zaman da "valla, bilmem ki"lerin adamıydı. etrafında pek arkadaşı olduğu söylenemezdi. etrafındaki arkadaşlarınınsa alay konusuydu bu çekingen hali. üniversitedeki sınıf arkadaşları kendisine acımayıp onu buluşmalara davet etmese, dışarıda vakit geçireceği de pek yoktu. onların eğlence kaynağıydı bir anlamda bu zayıf, uzun boylu çocuk. bir yandan tarih bölümünün zor derslerine kafa patlatıyor; diğer yandan da okul harçlığını çıkarabilmek için çalışıyordu. 1 senedir fakülteye yakın bir antikacının yanındaydı. çalıştığı dükkanda antika eserlerin tozunu alıyor, rafları düzeltiyor; patron yokken müşterilerle ilgileniyordu. patronu, onun bu sessiz sakin halini çok severdi. zaten aradığı da böyle sessiz, her işe burnunu sokmayan mülayim bir çıraktı. arda, alelade bir çırak da değildi üstelik, üniversitede okuyordu ve tarihe ilgi duyuyordu, bununla beraber disiplinle çalışan genç adam, patronu için biçilmiş kaftandı.

oğul'dan gelen " kanki; biz, alsancak'ta 'takıl'dayız; hemen otobüse atlıyorsun, geliyorsun... itiraz istemem...;) mesajına cevap vermemeyi tercih etti arda. bütün gün çok yorulmuştu; ayrıca oğul, hakan ve serhat'ın bazen kırıcı olabilen şakalarına maruz kalmaktan sıkılmıştı. yarın erken kalkacak ve her zamanki gibi okulun yolunu tutacaktı. sabahki dersi kaçırmaya niyeti yoktu. bütün bunları düşünüp kendince haklı mazeretler üretirken telefonu çaldı. arayan hakan'dı. telefonu açıp açmamak arasında tereddüt yaşadı. telefonsa öyle ısrarla çalıyordu ki içinden bir ses "açmalısın" diyordu.

-arda, birader neredesin?
-eve, dönüyorum hakan, yoldayım...

aslında yürümüyordu; durakta otobüsünün gelmesini bekliyordu. ev arkadaşı gökberk ile yaşadığı, gökberk'in tez ödevini bahane ettiği şu günlerde bulaşıkları yıkadığı, odasındaki elektrik tesisatı yandığından bu yana haftalar geçmesine rağmen tamirciye verecek parası olmadığı için mum ışığında ders çalıştığı, boş zamanlarında gökberk'in düşük çenesini çektiği, fırsat bulduğu zamanlarda bilgisayarın başında sörf yaparken sızdığı, o sıkıcı öğrenci evine gidecek tek otobüs bu duraktan geçiyordu.
hakan, mesajdaki isteğini yineledi:
- oğlum, hemen bi otobüse binip takıl'a geliyorsun, yemin ederim darılırım bak, bir daha konuşmam seninle. burada işletmeden arkadaşlarla kafa dağıtıyoruz biraz, sen de olacaksın aramızda.
hakan sesinin duyulmasını istemiyormuşçasına adeta fısıldayarak:
"kanki, çok güzel hatunlar var ayrıca, sen bi gel yaaa!!!"

anlaşılan sınıf arkadaşları hakan, oğul ve serhat'ın eğlencesi tamam olmamıştı. her fırsatta takıldıkları arda'nın da yanlarında olmasını istiyorlardı. fakülteden arkadaşları arda'nın mülayim halini severlerdi aslında. çoğu zaman kendisine takılsalar da bu pasif haline acırlardı arda'nın. biraz sosyalleşmesini arzu ederlerdi. buna rağmen sözleriyle kimi zaman arda'nın kalbini kırdıkları da oluyordu.arda, pek bulunmasa da katıldığı ortamlarda kendisine eğlence arayanların hedef kişisi oluveriyordu.

adeta su sızdırmayan kumral saçlarını birazcık şekle soksa yakışıklı bile sayılabilirdi arda. keskin yüz hatlarını saran kirli sakalı bal rengi gözleriyle uyum içindeydi. 13 yaşından beri taktığı demode gözlüğü bir kaza sonucu kırıldığı hafta fakültedeki birçok kızın kendisine anlam veremediği bir şekilde bakması onu şaşırtmış, bir hafta boyunca utancını gizlemek adına okulun kantinine uğramamıştı.

arda, hakan'ın telefondaki sözlerine inanmak istemiyordu ;ancak kendisini boğan o evi "biraz daha geç görsem, iyi olabilir." diyordu bir yanı. arkadaşlarının buluşma tekliflerini genelde reddeden delikanlı bu kez kararsız kalmıştı. bir taraftan oğul ile hakan'ın eğlencesine meze olmayı istemiyor bir yandan da evde bekleyen yalnızlığını düşünüyordu.

uzun süredir odasına kapandığı günlerde dükkana arada sırada uğrayan ve iletişimden olduğunu düşündüğü sarışın kızı düşünüyordu. adını bilmediği bu sarışın kızın eski yüzüklere olan ilgisi dikkatini çekmişti ilkin. patronun olmadığı bir anda onunla ilgilenmek durumunda kalmıştı. hiçbir suretle kendisiyle konuşmayan bu kızı düşlediği vakit:


-ee, ne diyorsun birader, orada mısın?
-bilmem, napsam ki, çok oturacak mısınız orada? sesi titreyerek sorduğu bu soruya kararlılıkla cevap verdi hakan:
-ya atla gel işte, kalktığımızda ben seni arabayla bırakıcam, söz! hadi,çabuk bekliyoruz..

bölümdaşı gökberk'in tarih programlarını andıran, dünyayı kurtardığı ya da saçma sapan cümleler kurduğu sıkıcı gece sohbetindense hakan ve oğul'un arkadaşlarıyla farklı bir dünya içinde olmak, biraz kafa dağıtmak fena fikir değildi aslında. aynı ses tonuyla "peki" diyerek kapadı telefonu. yolun karşısına geçerek alsancak yönüne giden bir otobüsü son anda yakaladı. genç adam bu buluşmanın hayatını alt üst edeceğini asla bilemeyecekti...


DEVAMI YARIN...