11 Eylül 2009 Cuma

HAYATA DAİR



Sizin de zaman zaman günleri boşa geçiyorum hissine kapıldığınız oluyor mu? Benim son dönemlerde fazlasıyla bu hisse kapılmamın birden çok nedeni var sanırım. Ancak en önemlisi belli bir yaşam standardında yaşama arzusu. Hayat öyle zorluyor ki bizleri,öylesine sorumluluklarımız var ki bunlara zaman harcamaktan yaşamımızı renklendirmeye dolayısıyla en önemli vasıflarımızdan biri olan yaratıcılığımızı kullanmaya vakit bulamıyoruz.

İnsanlık sanayi devriminden bu yana refah seviyesini yükseltmiş gibi görünse de kazın ayağı hiç de öyle değil. Benim refahtan anladığım insanın her anlamda egolarını tatmin edebiliyor olmasıdır. Teknolojinin hızlı ilerleyişi ve kapitalist sistemin bu durumdan yararlanmasıyla insanoğlu insanlık dışı bir yaşayışa sürükleniyor. İnsanı insan yapan dürtülerinin taleplerini yerine getiremiyor. Adeta biyolojik bir makineye dönüşüyor. Düşünün bir kere, iş yerlerinde tabi olunan mesai saatleri insanların sevdiklerine, aile üyelerine en önemlisi de kendilerine vakit ayırabilmelerine izin verebilir durumda mı? Siz kendinizden pay biçerek yanıtlayın bu soruyu.

Bütün bu zırvalarımı nereden yola çıkarak yazdım biliyor musunuz? Geçtiğimiz gün tekrar izlediğim Truva filminden. İzleyenler ya da mitolojiyi okuyanlar bilir. Efsane Yunan mitolojisinin en büyük savaşçısı Achiles'in öldükten binlerce yıl sonra da hatırlanma arzusu temel alınarak kurgulanmıştır. İnsanların en büyük dürtülerinden biri temel alınarak yani. Öldükten sonra hatırlanma fikri! Filmi izlerken bunu düşünmüştüm. Bizim bu insan öğüten çarkta böyle bir şansımız var mı?

Film içerisinde küçük bir çocuk Achiles'i bir düello konusunda uyarıyordu, hatırlarsanız. Çocuk ,Achiles'in savaşacağı adam için:"Hayatımda böyle büyük bir adam görmedim,onunla savaşmak istemezdim doğrusu" diyordu. Achiles'in de çocuğa cevabı: "İşte bu yüzden senin adını ölümünden sonra hiç kimse hatırlamayacak" oluyordu. Ne güzel bir cevap değil mi? Evet, dediğim gibi insanoğlunun en büyük dürtülerinden biri bu. İnsan yaşarken öyle şeyler yapabilmeli ki ölümünden binlerce yıl sonra bile adı saygıyla anılsın. Haydi şimdi kendinize itiraf edin, yaşamınızın bir döneminde böyle bir duyguya kapıldınız. Hatta içinizden birçoğu hala böyle bir insan olabileceğini düşünüyor. İtiraf etmek gerekirse küçükken öldükten sonra dünyanın adımı saygıyla anacağını hayal ederdim. Her insanda olduğu gibi bu dürtü bende de vardı. Ancak yaşım ilerledikçe anlıyorum ki, yaşam mücadelesi günümüz insanını kısır bir döngüye sürüklüyor. İnsan, rutine bağlandığı hayatta bir robot misali aynı şeyleri tekrarlamak durumunda kalıyor. Bu da zamanla boş yaşıyoruz hissine kapılmamıza neden oluyor. Bir başka deyişle öldükten sonra unutulup gideceğimiz düşüncesi bizleri umutsuzluğa,karamsarlığa dolayısıyla bezginliğe itiyor.
Şartlar ne kadar ağır olursa olsun birilerinin adı yüzyıllar boyunca anılacak. Kim bilir belki bu bizlerden birinin adı olacak. Her ne kadar yüzyılımızın figüranları olma olasılığımız bu şartlar altında çok yüksek olsa da yaşamdan keyif alabilmek adına sanırım adımız yüzyıllar sonra anılacakmış gibi nefes almalıyız. Cesur olup sürekli bir şeyler yaratarak...

Cam Çakıl Taşı...


Yollar başlıyor yüreğimden
Yürüyorum
Ayaklarımın altında
Camdan çakıl taşları
Kanım öperken yoksunluğundan
Yerleri
Sevda tefeci gibi
Kat kat acılar talep etmede
Yüreğim ipotekte
İğreti gülüşler ekliyorum hayata peşi sıra
Hatırlatma panoları gibi
Ey yer
Ey göğün yedi katı
Meleklerin yalnız kalpleri
Herc ü merc ettiğin dünya
Hallac gibi atarken yüreğimde
Ölüyorum an be an
Işığının yoksunluk zamanlarında,
Nefes gönülsüz bir misafir ciğerlerimde
Hadi
Söndür tüm gereksiz kandiller gibi
Direnen yürekleri
Çek ışığımı aydınlansın ruhum
Suyun bakiresi konarken ellerime
Rengârenk kanatları ışık verecek evrene
Çek içine
Çocuklar bağıracak çılgınca
Bak yusufçuk kuşu
Yüreğimin nasırları acıyor
Ne zaman ağlasam
Gecenin rahmine düşer gözyaşlarım
Gebe kalırım
Çekin kirli ellerinizi
Umutsuzluk kırıntıları
Ve paramparça hayallerin gölgesi
Ellerinizin ayasında kaybederim benliğimi
Gün doğacak birazdan
Ölümü dilememi bekleme benden
Ruhum bir uçurtmanın kuyruğu
Sal beni mavime
Süzüleyim
Ben yükseldikçe semavatta
Çınlasın neşen kulaklarımda
Ve kaçsın ip ellerinden
Bende öpeyim mavinin koynundan
Bir çırpıda
Bunu çok görmeyin bana...



Burcu Akkanlı

UÇURTMA UÇURAN BİR ÇOCUĞUN SEVİNCİ


Dönemem artık biliyorsun
Sensiz bir geceyi denemem
Uzat bir yerlerden elini
Kanayan yaramı sağalt
Zaman vurdun ağzıma
Kıstın iyice sesimi
Bir gemici düğümüdür
Artık saat

Gel
Tok açın halinden anlamaz
Bak
Kırçıllı beyaz bir kurdum
Bir uluyorum dağlarda
Bir yaprağı kemiriyor duruyorum
Ama sun kendini adağım
İradenle sun
Hayal olduğunu da
Nereden çıkarıyorsun?

Gelsen ne çıkar
Bu bir bakıma cezan
Elin de kuruyacak mı yazsan
Binlerce kez sevdiğini
Hani yaşatsan da diyorum şenliğini
Uçurtma uçuran bir çocuğun

BİR SAZIN BAKIŞINDAKİ İNSAN


sözgelimi, insan bir müzik aletidir.

faniye ayak bastığında çıkardığı manasız, anlam yüklenemeyen sesleri bir şekilde anlamlı kılmak adına bir anahtara ihtiyacı vardı. kendisine bahşedilen duygu ve akıl tellerinin rahatsız edici anlamsızlığından kurtulmak adına…
böylelikle doğadaki sesleri taklit edebilecek,duygu ve akıl tellerine vurulduğunda bir saz gibi ahvalini anlatabilecekti. iletişimin, iletişimsizliğe dönüşebilme olasılığını göz ardı ederek..

Nitekim, kendi çapında anlamlı, anlam yüklenebilen işaretler bütününü yaratmayı başardı. kulağa daha hoş,anlamlı gelir şekilde müzik yaşantısı da sekillenmeye başladı.farklı bir boyuta taşımak istedi,kendi keşfi olan dilini kullanarak ‘’müzik’’ kavramını anlamlı kıldı. doğa susmuyordu, buna dembedem kendisi sebep oluyor, dembedem mevcut dillere eşlik ediyordu.

Dembedem kopuyordu anlamlı olduğu yerden, farklı şekillere bürünüyor,büründürüyordu.bir müzik aleti olarak evrensel boyutta iletişimsizliğe sebep oluyor, kavramlaştırdığı müzik ise ona nazire yaparcasına ‘’ortak iletişim’’ dili oluveriyordu.

Hakan Karabulut

BİR GARİP ORHAN VELİ



Hayatı boyunca kafiyeden kaçan adamın peşini bırakmayan kafiye Sunay Akın'ın dikkatini çekmiş. Mezar taşında yazıyor:

Orhan Veli
1914-1950


Nereden çıktı şimdi Orhan Veli diyeceksiniz. Son zamanlarda Haluk Oral'ın yazılarıyla sıklıkla karşılaşıyorum. En son "Şiir Hikayeleri" kitabını bir solukta okumuştum. Sizlere de tavsiye ederim. Haluk Bey'in araştırmacı bir kimliği var. Sanatçıların hayatlarına dair çok güzel bilgiler sunuyor meraklılarına. Son olarak kendisinin Orhan Veli'ye dair bol resimli,belgeli bir yazısını okuma fırsatı buldum. Meğer Orhan Veli hakkında ne çok şeyi bilmiyormuşum.

1914 doğumlu Orhan Veli. İstanbullu. İlkokul 5'e kadar Galatasaray Lisesi'nde okumuş. Mektebi Sultani ekolünden geliyor bir nevi. Ancak hayatındaki pek çok şey gibi orada bırakmış okulu. Sonrasında Ankara'ya taşınıyorlar ailece. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünü 4 sene okuyor yarım bırakıyor. Sonrasında memurluk yapmaya başlıyor.

1941'de askere gitmiş Veli. O yıllarda askerlik hizmeti 4 yıl. Asteğmen olarak başlıyor,teğmen olarak terhis oluyor. Haluk Oral askerlik fotoğrafını da yayımlamış yazısında Orhan Veli'nin.
Orhan Veli'nin alkolle arası iyi bildiğiniz gibi. Askerde de zaman zaman talimleri asmak pahasına meyhaneye kaçıyor. Gelibolu'da yapmış askerliğini.Gelibolu'dayken tatbikat sonrasında Salim'in meyhanesine kaçıyor ara sıra. Çadırınaysa bir not bırakıyor muzip adam:

Herkes gider talime
Orhan gider Salim'e


Haluk Oral'ın yazısında "Garip" adlı kitaplarının adını Melih ve Oktay ile değil de bir arkadaşı sayesinde bulduğu yazıyordu. Bu arkadaşı Cavit Yamaç. Orhan Veli, kitaplarına "Tahattur" adını vermek isterken aynı zamanda arkadaşlarının da fikrini alıyor. Bu sırada Cavit Yamaç: Sizin şiiriniz herkesçe yadırganıyor. İnsanlara farklı geliyorsunuz. Tahattur eski yani demode bir ad olur"Garip"e ne dersin? diyor. Bunun üzerine edebiyatımıza bir devir adı olarak geçen Garip çıkıyor ortaya.

Resimlerin en güzellerinden biri de Orhan Veli'nin el yazısıyla imzaladığı mısrası.

Bir de rakı şişesinde balık olsam



Biliyorsunuz Orhan Veli Ankara'da bir belediye çukuruna düşüyor. Kazadan birkaç gün sonrasında bir dost meclisinde fenalaşıyor. Otopsisinde beyin kanaması teşhisi konuyor. Ve henüz 36 yaşındayken hayata gözlerini yumuyor.