28 Eylül 2009 Pazartesi

TEBEŞİR KOKAN BİR AŞK: KARNE


KARNE

Ilım günleri gelirdi taraçalar
Uzatırdı mevsimölçerlerini
Tıkabasa yaprak arka pencere
İnsan iki kişiyi sevebilir mi?

Onunla aşkımız, o diyorum ona,
Bir kez söylenmiş ve istense de
Bir daha geri alınamaz
Kırıcı sözler gibiydi

Tartışıp dururduk yollarda
Hızla çevirirdi başını
Çiçek aşısı gibi bakardı
Seğirtir karşı kaldırıma

Ötekiyse nasıl incelikli
Türkçe sığmazdı ağzına
Bir ilçeyi sever gibi
Yürürdü odalarda

Parmakları her yana döner
Bir yetenek gibi gelişirdi
Dursuz duraksız güdülerime
Bir şeyler katardı düşüncemsi

Birinin ısırığı badem şekeri
İç kaslarıyla uçar biri
Yüz kez yırtılmıştır gömleğim
Doksan dokuz kez de dikildi

Kısacası o yıllarda ben
Hayatım karışık çantam gibi
İki kişiyi birden severdim
Karnemde sevinç bir aşk iki


Cemal SÜREYA

27 Eylül 2009 Pazar

DİVAN SOHBETLERİ: BİRAZ DA GÜLELİM.




Bugün Divan Sohbetleri köşesi için eğlenceli olabileceğini düşündüğümüz bir şiir ele aldık. Şiirdeki tüm anlam olayları okurun tahayyülü içinde bir değer bulur dolayısıyla şiirden ne Sünbülzade Vehbi Bey ne de bir başkası sorumludur.

Sünbülzade Vehbi aslına bakarsanız, Şeyh Galib'in esintisinin olduğu yıllarda devlet adamlığı ve sıradışı hayatı ile ön plana çıkmış bir şair-bürokrattır. Şair sıradışı hayatında zevk ve sefayı abarttığından birkaç kez idamına karar verilse de idamdan şiirleri yardımıyla kurtulmuştur. Öyle ki büyükelçilik görevi sırasında devletin itibarını zedeleyen hareketleri olduğu gerekçesiyle idamına karar verilmiş ancak Sultan 3.Mustafa'ya sunduğu "sefaretname" türündeki eseriyle ölümden dönmüştür.

Sıradışı yaşayışı olan bir şairden sıradışı eserler de beklemek olağan tabii. Şevk-engiz adlı eserinde cinsi mevzular üzerinde duran şairin bu eseri dönemine göre oldukça uçuk kaçık sayılabilir. Nihad Sami Banarlı'nın Türk Edebiyatı Tarihi ansiklopedisinde bu eser için: "Yer yer perde dışı ve laubali bir üslup içinde yazılmıştır" denir.

Aşağıya tıpkı basımını görmediğim ancak internet ortamında Sünbülzade'ye ait olduğu belirtilmiş bana göre "dahiyane" bir üslupla kaleme alınmış o meşhur şiiri aldım. Rivayet odur ki padişahlardan biri-ya 3.Mustafa ya da 3.Selim- şaire: " Bana öyle bir şiir yaz ki, ilk mısrasını okuduğumda seni idama göndereyim,ikinci mısradaysa altına boğayım."

Ve aşağıda gördüğünüz şiir ortaya çıkmış. Bir methiye parçasına benziyor ancak dediğim gibi aslını herhangi bir edebiyat kitabında görmedim. Bir arkadaşımızda varsa bizleri umarım bilgilendirir!

Azm-ü hamam idelim,sürtüştürem ben sana,
Kese ile sabunu,rahat etsin cism-ü can..

Lal-ı şarab içirem ve ıslatıp geçirem,
Parmağına yüzüğü,hatem-i zer dırahsan..

Eğil eğil sokayım,iki tutam az mıdır
Lale ile sümbülü kahkülüne nevcivan..

Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
Bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan..

Salınarak giderken arkandan ben sokam,
Ard eteğin beline,olmasın çamur aman..

Kulaklarından tutam,dibine kadar sokam,
Sahtiyandan çizmeyi,olasın yola revan..

Öyle bir sokayım ki,kalmasın dışarda hiç,
Düşmanın bağrına,hançerimi nagehan..

Eğer arzu edersen ben ağzına vereyim,
Yeterki sen kulundan lokum iste her zaman..

Herkese vermektesin,bir de bana versene
Avuç avuç altını,olsun kulun şaduman..

Sen her zaman gelesin,ben Vehbi'ye veresin,
Esselamun aleyküm ve aleykümüsselam...


Azm: Toplantı
Dest: Ayak
Drahsan: Süslü
Nagihan: Aniden
Nevcivan: Genç kişi
Sadumnan: Mutlu,sevinçli
Sahtiyan: Kuzu derisi Zer: Altın

25 Eylül 2009 Cuma

NECİP FAZIL KISAKÜREK'İN KALDIRIMLARI


NEDEN KİTAP OKUMUYORUZ?


Bu soru sanırım gelenekselleşti. Ya da şöyle diyelim: "İnsanımız kitap okumuyor". Asıl bu söz gelenekselleşti. Gerçekten de dünya ülkelerinin kitap okuma istatistiklerine bakarsanız,ülkemizin çok gerilerde olduğunu göreceksiniz. Hatırladığım kadarıyla ülke nüfusumuzun %10'unda dahi kitap okuma alışkanlığı yok. En acısı bu verdiğim istatistiğin %80'lik kısmı içinde öğretmenlerimiz de var. Hem de Türkçe ve Edebiyat öğretmenleri.

Bu sorunsala ben de zamanında kafa yormuştum. Neden böyle bir alışkanlık edinemiyordu halkımız. Aslında onlarca cevabı var. Kimisi uzun süre bir kitaba konsantre olamadığından bahsediyor. Kimisi sıkıntıya gelemediğinden. Kimisi kitaba ayıracak vaktinin olmadığından dem vuruyor. Ancak genelinin birleştiği nokta, insanımızın zahmet vererek bir şeyler okumaya erinmesi sanıyorum. Tezcanlı insanlarız. Hemen olup bitsin istiyoruz her şeyi. Aceleciyiz. Biraz da maymun iştahlı. Sırf almış olmak için alınmış kitapları olan bir sürü insan tanıyorum. Öylece raflarda duruyor.

Ben ilginçtir bir paragraf sorusunda farklı bir teoriyle karşılaşmıştım. Tuttum da o teoriyi. Paragraf bir düşünce yazısından alınmıştı. Yazar şöyle diyordu:" Bizim insanımız kitap okumuyor,biliyoruz. Öykü ve roman kast ettiğim. Bunun sebebi 10 tane ise ilk 3'ü değil ancak 10.'yu biliyorum. Roman ya da öykü genlerimizde yok bizim. Öyle ya roman 19 yüzyılda gelmemiş miydi bize? Daha dün gibi.Öykü desen aynı değil mi? Bizim kanlarımızda şiir dolaşıyor,tezcanlı insanlarız hemen sonucu arıyoruz. Şiir de bize o sonu çabuk hazırlıyor."

Şiir okuduğumuz da pek söylenemez ya,neyse bir kafa yorun buna dostlar!

24 Eylül 2009 Perşembe

Açılım


Geçmişten bu yana yapılagelenler ve kürt vatandaşlarımızın özellikle doğu bölgelerindeki refah düzeyi, şu sıralar ağızlara pelesenk olan kürt açılımına ne denli açık bilemiyorum.

Geçmişte uygulanan politikalar ile silahını kapanın dağa çıktığı vaziyetlerden işi hep zamana bırakarak bir nebze kurtulduk. Hatta oraları görmüş geçirmiş biri olaraktan o coğrafyada yaşayan insanların da terör konusunda illallah çekmesi ve tek dertlerinin geçim sıkıntısı olması kürt açılımını pek bir anlamsızlaştırıyor. Etnik ayrımdan ziyade “terör” kavramı üzerine yoğunlaşmak ve bunun kaynağı üzerine fikir açılımlarında bulunmak inanın oynayan iktidar için daha olumlu sonuçlar doğurabilir. Bu sıkıntıda, haritalarda görünmeyen ama basbaya var olan Kürdistan’ın parmağının olduğu aşina ve amerikanın çekilmesinden sonra rahat rahat top koşturduğu da bir gerçek. O bölgede ciddi bir yapılanma var ve önlemi alınmaz ise daha vahim sonuçlar doğuracağı kesin.

Senelerdir ezilen ve hak ettiği değeri göremeyen bu halk her şeyi sindirmiş durumda. hatta akp’ye oy verecek kadar da kötü durumda. Bu, her şeyin açık seçik göstergesi ve iktidar partisinin de oy kaygısı güttüğü açık.

Yakın zamandaki alevi açılımını müteakip şimdilerde kürt açılımını görmekteyiz.

Söylenecek pek bir şey yok.


Hakan Karabulut

22 Eylül 2009 Salı

MÜJDEYE BİR BAKIN!


YÖK'ten Pedagojik Formasyon Müjdesi


Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK); Fen-Edebiyat ve

İlahiyat fakültesi öğrencilerine, öğretmenlik yolunu açan bir karar aldı.

YÖK'ün aldığı bu kararla 2009- 2010 öğretim yılından itibaren

İstanbul, Marmara, Atatürk ve Uludağ üniversitelerinin Edebiyat,

Fen ve İlahiyat fakültelerinde, lisans öğretimi sırasında

Pedagojik formasyon dersleri verilecek.

Önceki uygulamada, öğrenciler mezun olduktan sonra

1.5 yıl formasyon eğitimi alıyordu.

YÖK, formasyon isteyen diğer üniversitelerin

taleplerini de değerlendirecek.


"Müjde mi desek,vah öğretmenlerimizin haline mi desek,

diğer üniversitelerde okuyanlar öğretmen adayı değil mi diye sorsak?

Ne yapsak?


ALTINTI: trt.net

21 Eylül 2009 Pazartesi

KAPTAN: ATTİLA İLHAN



Bu şiiri okumalısınız!


Uzun şiirleri aslında sevmem. Okumaya üşenirim çoğu zaman. Zaten lafı dolandıran, çok kıymetli zamanımı alan düz yazıya karşı şiiri tercih etme sebebim de biraz bundandır. Türk milletinin şiirde gelişip düzyazıda önderliği Batı'ya kaptırmasının da sebebi budur bence. Tezcanlı insanlarız, her şey hemen olsun bitsin istiyoruz.

Ancak bu şiiri okuduğumda deyim yerindeyse sarsılmıştım. Attila İlhan'ın Fransa'da yaşadığı yıllarda yazdığı bir şiir. Öyle güzel kurgulanmış ki. Daha doğrusu kurgulanmamış ki:D Şiir kel alaka geçişlere sahip,ancak onun güzelliği bu kopukluğunda. Bir insanın bir şehirde yaşadığı dramı gözler önüne seriyor. Şiirde aşkı sunan dizeler çok içten. Şair,arkadaşlarını, sevdiği kadınları,sevmediklerini kısacası etrafındaki herkesi her mekanı şiire sokmuş. Modern şehri şiire sokan adam Attila İlhan, taa Fransalarda yazıp bizi en ince yerimizden yakalamış. Şiiri okurken o adamın haline üzülüyorsunuz, acıyorsunuz ona. Kendinizi onun yerine koyuyorsunuz. Şunu söyleyebilirim ki bu şiire çok öykünmüşümdür. Hani sorarlar ya : "Bir şiir olsun onu şairi değil de siz yazmış olsaydınız, bu hangisi olsun isterdiniz?". Hiç düşünmeden:"Kaptan serisi." derdim. Son olarak bir dipnot : Şiirin içinde geçen iki dize beni özellikle etkilemiştir: ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum\sen artık bir din değilsin bunu biliyorsun.



kaptan 1
eflatun gözlerin olduğunu bilmiyordum
gece yarısını yaşamaktan yorgunum

ayazın avucunda unutmuştun ellerini
önünden geçtiğim halde beni tanımadın
ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
şiirlerim külrengi kumrular gibi uçuyorlar
bakır çalığı göklere katiyen tahammülüm yok
hele paris’in gökleri aklımı başımdan alıyor
bana seni senden evvelki poitiers’li kızı hatırlatıyor

ayazın avucunda unutmuştun ellerini

karanlığın arkasında kıvılcım gözlü xxxxxxlar
gölgelerine yaslanmış evliya gibi bekliyorlar

ışıklar kırmızı yandığı zaman duracaksın

ben değiştim biliyorum hem sakal bıraktım
soğuk gözlerinde buğulanmıştı ölsen tanıyamazdın
hatta ricardo bile hani vatansız ricardo
burnumun dibinden geçti geçen gün beni tanıyamadı
oysa au vieux châtelet’de akşam sabah beraberdik
üçümüz viyana kahvesi ve sıcak rom içerdik
üstelik o krapfen severdi güzel olurmuş rivayet
neden ve nasıl sevdiğini anlayamadım gitti

yalnızlıktan da kurtulup yalnız kalmak isterim

montmartre metrosu civarında seni gözden kaybettim
o zenci yine arkanda mıydı hiç dikkat etmedim
ağzında yoksul bir ıslık ıslak bir cıgara gibi
sidney bichet’nin caz havalarını çiğneyip tüküren
o saklasın varsın seni sevdiğini biliyorum ben
yüzünün renginden geliyor bütün üzüntüsü

bir gazete aldım ama evde okuyacağım

kahvelerden birine girip bir grog ısmarlasam
seni öldürmek için çareler tasarlasam
sükût bembeyaz buz tutsa bıyıklarımda
mağrur bir totem gibi sussam konuşmasam
ve türküm kaybolsa sessizliğin hırçın türküsü
ve ben unutulsam yazdığım şiirler
senin için yazdıklarım herkes için yazdıklarım
eski padişahlar gibi unutulsa birer birer
ve ben seni unutsam hiç hatırlamasam hiç mi hiç
ihanetini hatırlamasam şehvetini hatırlamasam
ellerim oldum olasıya seni unutsalar

yarı gecenin içinden bir zenci süt beyaz bakıyor
rue lafayette’de dünden bugüne geçiyorum

eflâtun gözlerini bir grog kadehinde unuttum

kaptan 2
bu geminin yelkenlerine herifin biri paris yazmış

luxembourg garı’nın dirseğindeki çiçekçiyi bileceksin
yeşil muşamba ceketli sarışın küskün kızcağız
en dokunulmaz kızı en temizi fikrimce paris’in
pablo’ya sorsanız bir taksi şoförüyle yatıyor
pablo!.. ah pablo!.. onunla bir tanışsanız
önüne gelene salamança’dan bir şeyler anlatıyor
babasını orda bir duvar dibinde bırakmış
halbuki konuştuğu zaman fransız sanırsınız
saint-michel’de bir talebe kahvesindeyim
gündüz olduğu halde bütün ışıkları yakmışlar
bir cumartesi günü saat dört buçuğa beş var

ellerim kırılsa ben senin için bu şiirleri yazmasam
dinamit taşırmış gibi gözlerini taşımasam
avanue vagram’da bir akşam yeter bana ağustos’ta
yapraklara serilmiş yirmi beş franklık yıldızlar
bir mısra yeter geceleyin bir tren gibi pırıl pırıl
sen kendine yetmiyorsun hiç kimse sana yetmiyor
birini bitirmeden aklın öteki yolculukta

dün gece chatelet’de metro’nun yanı başında durdum
yağmur bilmediğim başka bir gökten yağıyordu
yağmur saint-jacques kulesine doğru yağıyordu

yanımda olduğun zaman her zamankinden yalnızım

şimdi bir nefeste café de l’écluse’ü hatırladım
seine kıyısındaki küçük nehir kahvesini
kapısında bir gemici feneri asılmış duruyor
seine gemicileri her akşam burada toplanırlar
onlar için birtakım maceralar düşünürüm
sine sanki petrolmüş gibi iştahlı ve obur akıyor
dupont’daki kızlar yalnız cıgara içerek yaşıyorlar

utrillo’nun bir sokağından seni çektim çıkardım
elin yüzün kirlenmiş üstün başın toz içinde
sana mardi gras için bir japon maskesi aldım
sen bana kaptan diyorsun herkes bana kaptan diyor
sahici bir kaptanmışım gibi tükürüyorum

kaptan 3
yalın kılıç bir kasım sabahını paris’te yaşadım
sokaklarda sonbahar şiirleri salkım salkım
faubourg saint-denis’de işte yine pazar kurulmuş
beş franga çorba içtiğimiz julien’in kapısı önünde
kırmızı ve siyah ve sarı saçlı bir kadın durmuş
muzaffer patatesler satıyor üç renkli neşesi içinde
camların arkasında ekmekçi kızlar mavi beyaz
raflarda uzun uzun herifler gibi taze ekmekler
üstüne bir yağmur yağdırmak hevesi uyanır içinde
ben bu mısraları yazarım tout-va-bien kahvesinde

concorde’da bütün fıskiyeler birden ayaklanacak
gri bir demir gibi ensende hissedeceksin ebemkuşağını

paris’in göklerinden uzanıp bir yıldız kopardım
kırmızı bir karanfilmiş gibi yıldızı saçlarına taktım
on beş dakika sonra bordeux’ya bir tren kalkacak
garın merdivenlerinde benim için ağlayacaksın
ellerim yağmura açılmış sakallarım ıslak

ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım
st-vincent de paul kilisesi benim otelin arkasına düşer
saat kulesi her gece uyur uykumdan uyandırıyor
her seferinde seni tekrar bordeaux’ya yolcu ediyorum

saadetin ıstırap çekmek olduğunu ben keşfettim
çarmıhta bir isa gibi ben ıstırap çektim
bir sulfat acılığı sinerse parmaklarına şiirlerimden
gözyaşları sinerse eğer küstahça kafiyeli
anla ki ölümle hayat arasında zaman gibi mesudum
kendimi öldürecek haldeyim seni öldürecek saadetimden
dona-maria! bir kahvede isyan halinde bulduğum
çekik gözleriyle ermenice küfürler yazıp çizen çocuk
sen! bordeaux’ya yorgun bir flamingo gibi yolladığım
geceleri benim için dua etmelisiniz

renault’daki grevciler toptan sokağa atıldılar
paris’in duvarlarını boydan boya afişler kapladı

seni hatırladıkça bir kadeh armagnac içerim
armagnac demek yirmi beş damla gözyaşı demekmiş
demek her akşam yirmi beş damla gözyaşı içerim
senin dağlardan ve sarhoşlardan korktuğunu bilirim
bebn sarhoş olduğum zaman korkmuyorsun hiç korkmuyorsun
gözlüklerim kırılmasın diye sakladığını bilirim

kalbim bakır bir mangır gibi boynuma asılmış
ondan kurtulmak için sürgünlere gitmeye razıyım
nehir gemilerinde muçoluk etmeye ölmeye
seni terk etmeye razıyım parasız pulsuz çekip gitmeye
kur’andaki bütün belalara tevrattaki bütün belalara
ibranice öğrenmeye razıyım hapis yatmaya
kalbim yüzünden madem ki ellerimi parçaladım
kalemimi kırdım hayatımı çiğnedim ağladım
madem ki en büyük düşmanım kalbim benim kendimim
onu inkar ediyorum kalbimi inkar ediyorum
geceleri benim için dua etmelisiniz

üçüncü paralelde eski bir dünya gibi batacağım
malgaş halkı birkaç yüzyıl hikâyemi anlatacak

kaptan 4
cenova’ya indiğim zaman seni katiyen göremezdim
aklım başımda değildi küfür gibi huzursuzdum
herkes beni unutmuştu ben kimseyi unutmamıştım
zehra’yı unutmamıştım allahsız gözlerini unutmamıştım
sol böğrüme sanki çıplak bir hançer saplamışlardı

şimdi benim gözlerim paris’te marivaux sinemasında
bir çift kara maça gibi yorgun ve uykusuz
ellerim derseniz marsilya’da garsonla hesaplaşıyor
martini-cin seksen frank on frank da servis
kalbim derseniz onun nerede olduğunu bilmiyorum
ağlıyorum onun nerede olduğunu bilmiyorum
hiç kimse kalbimin nerede olduğunu bilmiyor
nihayet seni terk edip gitti diyebilirsiniz

benim acılarım ilahlar gibi şiirlerimi doğuruyorlar
onları karanlıkta bembeyaz izleriyle görüyorum
karanlıkta seni görüyorum dudaklarına ellerimi sürüyorum
seni kollarımın arasında tutuyorum ağzından öpüyorum
ikimiz birden bire austerlitz garı’na gidiyoruz
austerlitz garı önüne bakıyor bizden utanıyor
bir trene binmek ve rastgele defolup gitmek istiyorum
trenin barında alnımı yağmurlu camlara dayamak
küstah bir duble birayla karşılıklı oturup ağlamak
kalemimde mürekkep kalmıyor insanlar beni görmüyorlar
insanlar kendilerini kaybetmişler onlara acıyorum
ümitsiz bir akrep gibi ben aynı zamanda mağrurum

samaritain’in ışıkları ocağıma düşmüş yalvarıyor
bir roman için fevkalade oldukları düşünülebilir

sen bir paket gauloise aldın bir paket mavi gauloise
bense on frangımı amerikan bilardosuna kaptırdım
seine kıyısında mırç büyük bir hayal kuruyordu
seine kıyısında üçümüz sarhoş bir hayal kuruyorduk
mavi bir ışık vardı işte ben onu kaybettim
ben gölgemi kaybettim max jacob’un şiirlerini
sen avucunda bir lokma rüzgar tutuyordun
bu rüzgar için şairliğimi hınzırlığımı kaybettim
aklımdan sen geçiyorsun bir bulut gibi geçiyorsun
dün gece ezberimden çehreni defterime çizdim
sen belki hakikaten bir bulut gibi yolcusun

marsilya’da bir akşam soğuktan tir tir titredim
p. cheyney’in bir kitabını bir kahvede soluksuz bitirdim
vapur ertesi gün saat beşte kalkacaktı

ölümüm herkesinkinden başka türlü olacak
bunu allahım gibi aşikar biliyorum
kim ne derse desin biliyorum içime gün gibi doğuyor
on bir gün aç ve sususz gözlerinin içine bakacağım
on ikinci gün jiletle damarlarımı keseceğim

kaptan 5
hep aynı manzarayı kullanmaktan bıktım usandım
bir yumruk vurdum dünden kalma bir şarkıyı dağıttım
van gogh bana bakıyordu deli gözleriyle bakıyordu
ellerim titriyordu bir dakar yolculuğu kuruyordum
güya bir şilebin kıç güvertesinde durmuştum
nabızlarım bir deniz fenerinin gözlerinde atıyordu
asor adalarında on sekiz mısraımı unutmuşum
onlar beni terk etmişlerdi yalnız kalmıştım mahvolmuştum
sen beni terk etmiştin bunu yalnız serdümen biliyordu
geceleyin ışıkları söndürüp senden bahsediyorduk

seine kitapçılarında villon’un şiirlerini buldum
nehir yürek gibi kabarmıştı rüzgar esiyordu
bir hafta her gece villon’dan bir şeyler okudum

sen benim şiirlerimi okudukça ağlayacaksın

seni hiç görmeseydim seni keşke hiç görmeseydim
şu benim iki gözüm aksalardı kıpkızıl kör olsaydım
sacré-coeur’de armonik çalsaydım dilenseydim
seni hiç görmeseydim ismini hiç duymasaydım
belki kendime göre rezilce saadetlerim olurdu
kaldırımlara renkli tebeşirlerle katedral resimleri çizerdim
kaldırımlara senin resimlerini çizerdim herkes seni çiğnerdi
bistroya yıkılır çırılçıplak bir quandro içerdim
lucie-anne yine gelir yine bana senden bahsederdi
lucie-anne neden gelir neden bana senden bahsederdi

benim şu çektiklerimi bir çocuk var ki anlıyor
kendimi yerden yere vuruşumu içimdeki zehri
bir çocuk var ki anlıyor benim gibi kahroluyor
odasında şiirlerim fukara mumlar gibi yanıyorlar
sen o çocuk değilsin sen artık çocuk değilsin
dudakların eskisi gibi beyaz değiller biliyorsun
ben ki yaşadıklarımı büyük dinler gibi yaşıyorum
sen artık bir din değilsin bunu biliyorsun

eifel’in dibinde durduk ben bir cıgara yaktım
saint-dominique sokağında şehir ışıklarını yaktı
içim büyük karanlıktı ellerimi göğe uzattım

soluk bir sisin arkasından yüzün gözüküyordu
gece inmişti takım takım yıldızlar gözüküyordu
şimdi sen başka bir şehirdeydin saçlarını kesmiştin
dudaklarını boyamıştın bu seni tamamen değiştirmişti
rüyana erkekler giriyordu hem çıplak giriyordu
aklına ben geldiğim zaman utanıyordun
onların arasında değildim çünkü ben yoktum
ben paris’te kalmıştım adresim ezberindeydi
her cumartesi istesen bir kart gönderebilirdin
ne var ki bunu hiçbir zaman yapmayacaksın

kendimden kurtulmak için gölgemi koridora astım

pazar günü sözleşmiştik beni mutlaka bekleyecekti
simdi kalkıp gitsem mırç’ı bulacağım malum
sonra vini-prix’ten üç litre şarap alacağımız
sarhoş olacağımız malum şarkı söyleyeceğimiz
sonra mırç zehra’dan bahsedecek ben susacağım
camlardan bakınca paris’in damlarını göreceğiz

bana ancak sabahları telefon edebilirsiniz

19 Eylül 2009 Cumartesi

BAYRAM SABAHLARI VE PİLAV


Sizleri bilmem;ama benim için bayram sabahlarının başka bir havası olur hep. Hep eskiden dem vururlardı hatırlarım. "Nerede o eski bayramlar." derlerdi. Anlam veremezdim,yaşım küçüktü o zamanlar. Şimdi anlıyorum!

Rahmetli babaannemde uyanırdım bayram sabahına. İnsanın çocukken yaşadıkları hafızasında yer ediyor hakikaten. Babaannemin evinde o yıllarda televizyon yoktu. Minicik bir radyosu vardı. Ev ahalisi benden çok önce uyanırdı tabii. Hiç unutmam bir keresinde radyoda Barış Manço'nun "Bugün Bayram" şarkısı ile uyanmıştım. Hani şu, buuugün bayram erken kalkın çocuklar!! diye sözleri olan şarkı. Şimdilerde bayram sabahı denince o sabah geliyor hep aklıma.

Bayram sabahları beni en çok düşündüren buz gibi suyla abdest almaktı. Babam sobanın üzerindeki güğümde su ısıtırdı. Ilık suyla; ama titreye titreye alırdım abdestimi. Sonrasında namaz ve eve dönüş. Bayramlaşma faslı en güzeliydi. El öpüp para almak ne büyük bir mutluluktu. Sonrasında mezarlık ziyareti yapardık babamla. Her yerin adeti farklı. Bizim buralarda arefe ya da bayram sabahı yapılır mezarlık ziyaretleri. Bu tip adetlerin yararlı olduğuna inanıyorum ben. Mezarlıkta insan kendi kendiyle baş başa kalıyor. Küçücükten dünyanın gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Hem gidenleri hem de kendi gittiğin yolu düşünüyorsun.

Mezarlık faslı da bitince eve dönülürdü. Veeee bayram sabahlarını iple çekmemi sağlayan son olay:D Birçoğunuza ilginç gelebilir; ancak babamın da çocukluğunda yaptıklarını söylediği yani bize özgü bir gelenek: "Bayram Sabahı Pilavı". Evet bizim evde bayram sabahı pilav ve onun ortasında kocaman bir tavuk yenirdi. Ama tavuk da tavuktu he. Şimdikiler gibi değildi, anlayacağınız. Doğal ortamda büyümüş bir tavuğun lezzetini tatmamış milyonlarca çocuğumuz var bugün! Uzun yıllardır çok istememe rağmen ben de tadamıyorum köy tavuğunun etinden. Yok artık, ilçe pazarlarında dahi satılmıyor.

Neyse en iyisi hijyenik şartlarda yetiştirilmiş tavuğumuzun suyuna yapılan "yavan" pilavı kaşıklamaya gideyim ben:D Buna da şükür!

Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.

ÇİLE ŞAİRİ: NECİP FAZIL KISAKÜREK


Tam anlamıyla bir "Çile" şairi Necip Fazıl. Şiirlerini okursanız devrinin acı çekmiş bütün şairleriyle aynı duyguları paylaştığını görürsünüz. Öyle ki dünya görüşleri taban tabana zıt olduğu bilinen Nazım Hikmet'le bile aynı karakterde şiirler kaleme almıştır. Şiirimizin bu iki ustasını bir araya getiren belki de ilk nokta "çile"dir. Fikir çilesi...

İnsanlar birbirlerinden farklıdır. Farklı hikayelere sahiptirler. Necip Fazıl'ınki de diğerlerinden biraz farklı tabii. Öncelikle şunu belirtelim:Zengin bir ailenin,lüks bir konağın şımarık çocuğu olarak büyür küçük Necip. Dedesinin statüsü devrine göre oldukça yüksektir. Hayli haylaz bir çocuk olan Necip için babaaannesinin roman okutarak uslandırma politikası çok işe yaramıştır. O sayededir ki Necip Fazıl çok küçük yaşta Fransız klasiklerini tanımıştır. Çeşitli okullarda ilk öğrenimini tamamlar. Kız kardeşini erken yaşta kaybetmesi annesini de hasta kılar. Annesinin hastalığı Necip Fazıl'ı Heybeliada'ya orada da Bahriye Mektebi'ne sürükler. Üniversite çağı geldiğinde Darülfünun'da Felsefe okumayı tercih eder. Çok küçük yaşta üniversitenin yollarının arşınlayan genç adam, genç yaşına rağmen yazdığı şiirlerle Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi devrinin "dev" diye kabul ettiği ustaların dikkatini çekmiştir. Başarılı bir üniversite hayatı sonrasında devlet belli öğrencileri Avrupa'ya yollayarak yüksek tahsil yapmalarını sağlayacaktır. Bunlardan biri de Necip'tir. Çocukluğundan bu yana marazi duyguların esiri olan genç Necip için Fransa ve Paris farklı bir deneyim olur. Bu yıllarda inanılmaz "bohem" bir hayat benimseyen Necip Fazıl'ın 30 yaşına değin yaşadığı hayatı ortaya koyarak şiirlerini değerlendirseydiniz bu şiirleri böyle bir hayatı yaşayan adamın yazamayacağını düşünürdünüz. Kumar belasına yakasını kaptıran Necip Fazıl için Paris'in en güzel yanı Türk Edebiyatı'na "Kaldırımlar" şiirini kazandırması olmuştur. Öyle ki büyük fikir çilesinden muzdarip genç Necip için Paris geceleri ve sokakları bir şiir olup dökülmüştür kalemden. Bütün bursunu kumara harcayan Necip Fazıl devletin de isteği ile ülkeye dönmek durumunda kalır.

Necip Fazıl'ın şiir gücü 1930'lu yıllarda "Kaldırımlar" şiiriyle edebiyat dünyasına tanıtılmıştır diyebiliriz.. Necip Fazıl, devirdaşları gibi olup bitenlerden sıkılmış,aidiyet duygusunu yitirmiş, içgüdüleriyle yaşamayı arzulayan sanatçılardandır. Devirdaşlarından tek farkı yetiştiği ortamın ve tanıştığı bir adamın da etkisiyle geleneğe dönüşüdür.
Bu adam: Abdülhakim Arvasi'dir Dünya hayatı ve metafizik yaşam ile ilgili kafasında binlerce soruyla dolanan şair, rastladığı bu adamla çok daha büyük bir karmaşanın içine düşmüştür. Zamanında kazandığı her kuruşu keyfi için harcayan bu adam-yazdıklarından kazandığı parayla bir taksiye atlar ve bütün İstanbul'u aç kalma pahasına dolaşır,gerisini siz düşünün- adeta sarsılır. Bu derviş mizaclı adam, şairi inanılmaz etkilemiştir. Necip Fazıl bugünkü, onu tanıdığımız karakteristik şiir anlayışına o tarihlerde sahip olmaya başlamıştır.-içerik anlamında tabii-

Bütün bunları neden mi yazdım. Fikir çilesi, ikilemlerde kalmak birçoğmuza has değil mi? Birçoğumuz neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda çoğu zaman kararsız kalmıyor muyuz? Bunu yalnızca metafizik endişelerimiz olarak almayın. Her türlü çelişki, vicdan ile gerçeklik arasında kalış bizleri 1-2 sene yaşlandırıyor,bu kesin. Ama öyle ama böyle bir şeylerin muhakemesini yapa yapa bazen sabahı buluyoruz. İşte böylesi bir çırpınışı anlatan dahiyane bir şiir "Çile". Şiirdeki sesi alabilmek için şiiri sesli okuyun. Okuduğunuzda sarsılacağınız bir şiir "Çile".
Sonuna doğru dünyaya bakışınız ne olursa olsun bir insanın fikir çilesine bakarak,şairine karşı acıma duygusu besleyeceğiniz bir şiir!

ÇİLE

Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkalandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Makâni bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu ögrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Akrep nokta nokta ruhumu sokmus,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatıi bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmis zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
Içiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...

N.Fazıl KISAKÜREK




MUŞTU



günün akan ışığından uçan
usul bir sözcükle başlıyor
kendi yörüngesini arayan bir sözcükle
ısıtıyor zamanın geniş göğsünü
gülerek yayılıyor kalbin sığınağına
ıssızlığı yalnızlığa düşüren bozkır
geri çekiliyor gözlerinin önünde
özlemi kaçak tütün gibi
ömrüne saran gözlerinin

ardından masallar bırakan sevgili
can yoldaşının uzağında
yüzünü bileyen kederle bekliyor

bakışlarımı sırtında götürdün
ayrıldığımız sapaklarda diyen
nice ateşlerde suyunu sınayan bir ses
ensemde adım adım kendini ölçüyor
oysa biliyorum biliyorum
nice dizelerde dağılıyor yüzün geceleri
küçük sevinçlerde birikmiş anlamla
saçlarına sinen aşkın ışığıyla dağılıyor

tam senden ayrılduığım saatlerde
ağzımda bir nar tanesi gibi duruyor adın
dişlerimin buğusunda
kendi ıslıklarına dolanan
tenhalıklarda duruyor

daha ışıklar sönmemiş bulvarlarda
tenimde titreyen su damlacıkları gibisin
bilinmezliğin bezgin tohumu düşüyor yüzüne
bir çekirdek kıpırdıyor pembesinde yaramın
adınla açılıyor surlarımın kapıları
muştusunu gizlemiyor gözlerin

Hidayet KARAKUŞ

18 Eylül 2009 Cuma

BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ



Cemal Süreya

I

Buzdağına çarptın mı bilmiyorum ama Titanik

gibi oldu batışın

bir sen vardın çünkü

şiirin dört bacalı şairi


Dalgaların kıyıya vurduğu

eşyalarını toplama telaşında

imgenin derin sularına

nefesleri yetmeyen

lodosçular

Bir gemi gibi batmak

yakışırdı sonuna

filikaya biniş sırasına benzeyen yaşantının:

-Önce çocuklar

ve kadınlar

II

Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama

tanıdığım Cemal gül idi...


Sunay Akın

ŞİİRİN ÖYKÜSÜ

Antik Acılar adlı kitabımın ilk şiiri olan Cemal Süreya şiiri, Sunay Akın’la Cemal Süreya’nın öyküsüdür. Benim ilk şiirim 1984 yılında yayımlandı ve Cemal Süreya yayımlanan ilk şiirimle ilgili yazılar yazdı. Söyleşilerinde hep bana dikkat çekti. “1980 sonrasında şiirin tıkandığı söyleniyor,” dendi kendisine, “ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. O her seferinde, “Hayır! Sunay Akın var!” diyordu. Güncesi çok önemliydi onun; çok okunuyordu çünkü. Sadece şiirden söz etmiyordu orada, sanatın her alanından, sinemadan, tiyatrodan, resimden, heykelden de söz ediyordu ve belli günlerde yalnızca benim şiirlerimi yayımlıyordu, daha doğrusu dergilerden alıp koyuyordu. Aslında bu çok güzel bir şeydi; fakat o yıllardaki kendi kuşağımdan pek çok arkadaşı da benden uzaklaştırdı. Ben bunu çok sonradan fark ettim, o yıllarda fark etmiyordum, çünkü her şairi kendim gibi sanıyordum, yani paylaşan, birlikte düşlerini ortaya koyan, düşlerin bir araya gelmesinden aydınlık, ışık çıkacak diye düşünüyordum. Zaten Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmemdeki amacım da buydu, bir Şiir Cumhuriyeti olsun, şairler bir araya gelsin, paylaşsın, kitap okusun ve bir müze olsun... Yanılmışım. Herkes hayata, şiire-edebiyata benim baktığım pencereden bakmıyormuş. Ya da herkesin penceresi kendi genişliği, düşlerinin genişliği kadarmış.

Cemal Süreya’yla ilk tanışmam da çok ilginç. Hiç görmedim. Bu arada Cemal Süreya iki yıl benden söz etti, benle ilgili yazılar yazdı. Cemal Süreya’yı ilk gördüğüm yer neresi biliyor musun; bak bunu ilk kez sana söylüyorum; Cemal Süreya’yla ilk karşılaşmamı, daha doğrusu konuşmamı... (Ondan önce Cemal Süreya’yı Kadıköy’de görüyordum, vapurda karşılaşıyordum ama, kolay mı koca üstadın yanına gitmek. Biz çekinirdik. Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıkarken, arkalarına takılır, sohbetten dökülenleri toplardık, o bile yeterdi bize.) Cemal Süreya’yla ilk konuştuğum tarih: 7 Mart 1986’dır; hiç unutmam. Neden? Çünkü evlendiğim gün. Hani gelinle damadı tebrik etmek için sıraya girer ya insanlar, işte o kuyrukta Cemal Süreya da vardı ve bana doğru geliyordu. İçimden diyordum ki, ‘şu işe bak, herkes Cemal Süreya’ya gider tanışmak için, Cemal Süreya ise kuyruğa girmiş, tanışmak için bana geliyor.’ Ben nikahıma davet etmiştim Cemal Süreya’yı; kalktı geldi Arif Damar’la beraber. Aynı gün Süreyya Berfe de vardı. Yaa, beni düşünebilir musun; zaten bir yandan evliliğin heyecanı var, bir yandan da Cemal Süreya bana doğru geliyor. Vedat Günyol da sonradan gelmişti; İsmet Zeki Eyüboğlu da vardı. Çok büyük bir olaydı. Hepsi kuyrukta. Bütün, benim kuyruğa girip kitaplarını imzalattığım yazarlar, şairler, şimdi kuyruk olmuş, benim ilk imza günüme gelmişler (daha kitabım yok ama, nikah masasında imza atıyoruz ya)...

Cemal Süreya’yla aramızda gerçekten çok farklı bir ilişki vardı, büyük bir entelektüeldi. Bana hep şunu diyordu: “Sen yazdıklarınla çok şey yapacaksın, ama eylemlerinle de hayata çok şey katacaksın.” Tabii Cemal Süreya görmedi Şiir Cumhuriyeti olgusunu; keza Oyuncak Müzesi’ni... Ama bunları hissetmişti, bunu anlıyorum sohbetlerimizden... Cemal Süreya’yla çok yakın, baba-oğul ilişkisi diyebileceğimiz sıcaklıkta bir dostluğumuz, usta-çırak ilişkimiz oldu. 84 yılından ölümüne değin sürdü dostluğumuz. Mektuplaşıyorduk önceleri; tanıştıktan sonra da sürdü mektuplaşmalarımız; ben askerdeyken bile mektuplaşıyorduk...

Ben bu şiiri Cemal Süreya’nın ölümünden sonra yazdım. O günlerde kiralık bir ev istiyordu Cemal Süreya. Bir evi vardı ama, Elif Hanım, oğlu Memo’yla birlikte yanına gelmişti; ve bundan rahatsızdı Cemal Süreya, tek başına yaşamak istiyordu. Eski eşi ve oğlu için bir ev bulmamı rica etti benden. Ben de biliyordum hocanın sıkıntısını, koşturdum ve kiralık bir ev buldum; o sevinçle telefon ettiğimde evine, Elif Hanım, “Sunay maalesef kaybettik.” dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çok etkilenmiştim. Anlatılmaz bir duygu. O dönem tabii çok konuşuldu, Cemal Süreya’yı oğlu öldürdü falan denildi. Hayır! Ben şunu söyleyeyim: Cemal Süreya’nın ölümünden sonra hemen evine koştum, Memo’yla konuştum, hastaneye gittim ve morgta Cemal Süreya’yı gördüm. Bir ben vardım, bir de onun en zor anlarında yanında olan Hatay Restoranın sahibi Mehmet Ali Işık vardı, bir de kız kardeşleri Ayten Hanım, Perihan Hanım ve oğlu Memo; başka kimse yoktu. Edebiyatçılar yoktu, şairler yoktu. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama, herkesin haberi vardı, ben tanıdığım bildiğim herkese telefon etmiştim çünkü. Hocanın ekonomik sıkıntısını da biliyorum, yardımcı olalım diye aradım herkesi. Hiç kimse gelmedi. Ben morgta gördüm, doktorlarla konuştum; şeker komasıydı... Oğlunun dövdüğü söyleniyordu Cemal Süreya’yı. Evet, oğlu belki şiddet uygulayacak birisi olabilirdi ama, ölümcül darbe falan asla görmedim ben hocanın vücudunda, çırılçıplak bedenini gördüm çünkü, yıkanırken hep yanındaydık. Biz aldık, götürdük, taşıdık, getirdik hocayı. Biz onu kefenine sardık. Bütün o işleri biz yaptık. Çünkü o işi yapan insanlar rutin davranıyorlar, sanki sıradan bir paketleme yapar gibi, çok ağrımıza gitti ve ‘bir dakika’ dedik, ‘biz yaparız’. Seyirci kalamazdık zaten. Kimsecikler yoktu. Ama cami avlusu tıklım tıklımdı; o ayrı bir konu. Orada da zaten ben kenara çekildim. Ve şunu gördüm Haydarpaşa Hastanesi’nin morgunda: Memo hocanın yanına gitti, tam ayaklarının önünde diz çöktü ve ağlayarak, gözyaşları içinde hocanın çıplak, soğuk ayaklarını öptü. Çok trajik bir görüntüydü. Tabii Memo’nun bazı davranış bozuklukları vardı, bunu herkes biliyor. Ama Cemal Süreya Memo’yu çok seviyordu, Memo da onu.

İşte bütün bu olaylar sırasında, ölümünün ardından, Cemal Süreya’nın evinde Memo bana bir gün, dedi ki: “Sunay Abi, hocanın bütün şeyleri burada; kitapları, eşyaları, yazdıkları...”

Sahaftan birileri gelip gidiyordu, hocanın şeylerini satın almak istiyordu... Memo bana, “Sen al abi,” dedi, “hepsi senin olsun, al git.”

Bak, ne var biliyor musun: Bugünkü gücüm olsa alırdım, fakat o yıllarda şairler daha iç içeydi ve birbirlerini hançerlemek için elleri arkalarında dolaşıyorlardı; anladın mı!.. Eğer ben almış olsaydım, demediklerini bırakmayacaklardı. Şair demek de yanlış onlara; şair şeklinde gezinenlerin yılan dillerinden, hançerlerinden korktuğum için almadım, büyük de hatalıyım. Bugünkü Sunay Akın olsa... Zaten bugünkü Sunay Akın kırıp geçiyor, dinliyor mu, tek kişilik ordu. Ama o zaman hem çok yeniydim edebiyat dünyasında, hem de hocanın ölümünün üzüntüsü vardı. Fakat ‘belli bir yer almalı’ dedim Memo’ya. O sırada 2000’e Doğru dergisi vardı, onlar almak istiyordu, ben de Memo’yu oraya yönlendirdim. Cemal Süreya arşivini, hiç olmazsa bir kurum, bir kuruluş alsın istedim. Aslında gönül ister ki bunlar müze olsun. Bak ne kadar doğru şeyler söyledim, ama iş işten geçtikten sonra anlıyor millet. Kız Kulesi demiştim, gelin burayı alalım demiştim, bizim PEN’imiz var, Yazarlar Sendikamız var, alalım burayı, müze yapalım. Sorsana ‘sana kim destek oldu’ diye; hiç kimse. Sadece o yıllarda Kız Kulesi Derneği’ni kuran isimler vardır destek olan, bir de Oktay Ekinci... Kültür, kent, çevre bilinci, doğa, zaten bir tek Oktay Ekinci’nin umurunda. Nerde diğer arkadaşlar; ağızlarına sakız yapmaktan başka bir şey yapmadılar, n’oldu şimdi kurudular gittiler. Kız Kulesi de lokanta oldu, “Gidin orda tıkının,” diyorum şimdi onlara, “gözünüz aydın!”

Şimdi yani bir şeyler düşünüyorsun, hamleler yapmak istiyorsun; ama herkes senin gibi aynı genişlikte bir pencereye sahip değil... Neyse, arşivi kurtardık gerçi...

Bir arkadaşım, ismi lazım değil, bana bir gün, “Bak bende saati var!”diyerek Cemal Süreya’nın saatini göstermişti; herkes bir şeyler gösteriyordu birbirine.

Şiire geliyorum: Cemal Süreya öldü, evinden çıktım, Kadıköy İskelesi’nde yürüyorum, Menderes’te, rüzgâr, kış günü, soğuk... Aklıma birden bire Titanik’in batışı geldi, Cemal Süreya’nın ölümüyle Titanik’in batışı birbirine çok benziyordu. Bir geminin batışına daha doğrusu. O gemi de Titanik’ti. Çünkü şiirin dört bacalı şairi de Cemal Süreya’ydı; o kadar büyüktü. Ve nasıl ki lodosçular batan gemiden kıyıya vuran eşyaları toplamaya çalışırlar ya; ‘bak bende Cemal Süreya’nın saati var, bak bende çantası var’diyenlerin bütün o sözlerini onlara benzettim. Onların imgenin derin sularına nefesi yetmiyor; ancak eşyalarını topluyorlar.

Gerçekten de Cemal Süreya’nın ölümü, bir geminin batışına benziyor, çünkü gemi batarken ‘önce çocuklar ve kadınlar’ denilir; Cemal Süreya da ömrü boyunca çocukları ve kadınları çok sevmiştir. Yaşamında onlar hep öncelikliydi. Ve de şiir şöyle bitiyor: “Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama / tanıdığım Cemal gül idi”... Bizim bir Gülcemal Vapurumuz vardır, çok ünlü bir vapur. Onu ben hiç görmedim. Yıllar öncesinde söküldü gitti, jilet oldu; ama Gülcemal Vapuru’yla Cemal Süreya arasında bir bağ kurmuştum. Bu şiiri yazdıktan sonra, batan gemileri anlatan deneme kitabım “Önce Kadınlar ve Çocuklar”ı yazarken şunu gördüm: Gülcemal Vapuru Titanik’in yarı yarıya küçültülmüşü... Aynı Titanik; ama iki bacalı ve Titanik’i işleten şirketten satın almışız biz Gülcemal Vapuru’nu... ve Gülcemal, Amerika’ya giden, Titanik’in geçemediği yolu, bizim ay-yıldızlı bayrakla tamamlayan ilk gemidir. Şiiri yazarken bilmiyordum ama...


ALINTI:http://keremoz.blogcu.com/

AĞLAMAK İÇIN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI? - VICTOR HUGO


Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

HASRETTEN PRANGALAR ESKİTEN ADAM: AHMED ARİF


HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM


Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini
Seni,  anlatabilmek seni

"Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir «pazarı» olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu." diye haberini veriyordu Ahmed Arif'in Cemal Süreya. Ve tanıtmaya devam ediyor arkadaşını.
"Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur."

Ahmed Arif'i Cemal Süreya'nın diliyle tanıtmak istedim çünkü yakın arkadaştırlar. Hatta Cemal Süreya'nın kız kardeşine hiç düşünmeden koca olarak önerdiği arkadaşıdır Ahmed Arif öyle ki:Cemal süreya , çok iyi anlaştığı için kız kardeşiyle evlendirmek ister ahmed arif'i. ahmed arif te kabul eder durumu. der ki cemal süreya " Evlen kız, Türkiye'nin en iyi şairi". Ertesi gün için randevulaşılır. Ankara'da zafer çarşısının önünde buluşacaklar. Cemal süreya ile kız kardeşi Ayten beklerler; ama Ahmed Arif gelmez bir türlü. Sonradan öğrenirler ki temiz bir gömleği olmadığı için gelememiş.

Ahmed Arif'in bilindiği üzere basılı tek bir kitabı vardır o da "Hasretinden Prangalar Eskittim" Sadece ülkemizde değil dünyada da meşhur olmuş bu şiir ozanın kitabının da adı olmuştur. 
Hayatı zorluklar içinde geçen şairlerimizden biri olan Ahmed Arif tek kitabının adını böyle koymayı düşünmüyordu. Bir müddet hapishane hayatı da yaşayan ozan, şiirlerini topladığı kitabına "Dört Yanım Puşt Zulası" adını vermeyi istemekteydi. Ancak bu fikrini arkadaşı Ali Özoğuz'a açtığında tepkiyle karşılaştı. Ali Özoğuz,kitabın adının bu olmaması gerektiğini söylüyordu. Sebep olarak ozanın okur kitlesi içinde yer alan 15-16 yaşındaki çocukları gösterdi. "Onlara saygı göstermelisin Ahmed,bırak o başlık bir şiirinin dizesi olarak kalsın" Özoğuz'un söylediklerine katıldı Ahmed Arif ve Hasretinden Prangalar Eskittim olarak değiştirdi kitabının adını. Bir başka ilginç nokta: Şair birçok baskısı olan kitabının bazı baskılarında, Hasretinden Prangalar Eskittim şiiri üzerinde değişiklik yapmıştır. Hatta kendisi şöyle der: Başlangıçta bu şiirin başlığı Hasretinden Prangalar Çürüttüm idi. Fakat çürüttüm sözcüğünü sevmedi.Kulağımı tırmaladı. İç kulağımı yani gönlümü tırmaladı.Hem müzik hem de anlam bakımından eksik buldum ve eskittim yaptım o kısmı."

Büyük şair 2 Haziran 1991'de aramızdan ayrıldı.