16 Ekim 2013 Çarşamba

THE HUNT: JAGTEN

Uzun zaman önceydi, bir tanıdığım bana insanların kendisi hakkında ne düşündüklerinin umurunda olmadığını söylemişti. Ben de içimden insan kendini bilirken başkalarının onun hakkında ne düşündüğünün ne önemi olabilir ki diye geçirmiş, hak vermiştim ona. Jagten'le karşılaşıncaya kadar... 

Düşünün ki şehirden uzak küçük bir kasabada peşinizi bir türlü bırakmayan bazı dertlerinizin üstesinden gelmeye başlamışsınız. Eşinizden ayrı olmanın verdiği yalnızlığı, uzun yıllardan beri annesiyle yaşayan oğlunuzun artık yanınızda yaşamak istediğini belirten talebi ile yenmek üzeresiniz. Kasabanın sakinleri, özellikle de evlerin erkekleri ile yıllar öncesine dayanan harika bir dostluğunuz var. Kasabanın kreşinde çocukların kendileriyle ilgilenmesinden en çok keyif aldığı öğretmensiniz, hem sevdiğiniz işi yapıyor hem de kendi yağınızla kavrulmuş oluyorsunuz.  Hayır, bitmedi; kreşte işe ve ortama yeni ısınan genç ve güzel bir göçmen bayanla işi pişirmek üzeresiniz ki değmeyin keyfinize. Anlayacağınız hayat tam da sizin arzu ettiğiniz çizgide ilerlemeye sonunda karar vermiş.
Doğru tahmin ettiniz,hayatın bu kadar yolunda gitmesi fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyor. Çok geçmiyor ve bir anda işler karışıveriyor, en yakın arkadaşınızın hayal dünyası oldukça geniş, yolda yürürken çizgilere basamayan minik kızı Klara hayatınızı alt üst eden açıklamasını kreşin yaşlı müdiresine yapıveriyor bir akşam üstü. "Ondan nefret ediyorum, o bana şeyini gösterdi !". Sadece kreş müdiresinin kulaklarında yankılanmıyor bu yafta, önce Klara'nın annesinin kulağına sonrasında bütün kasabaya ulaşıyor. Eve dönmek üzere olan oğlunuza tedbir kararı geliyor polisten, çiçeği burnunda sevgiliniz sizin çocuk istismarcısı olduğunuzu düşünüyor, pek tabii en yakın dostlarınız da. Hayat bir nevi dibe vuruşu yaşatıyor size.  Polis sorgusu ve hakimin karşısında aklanıyorsunuz belki ama artık çamurun izini yüzünüzde taşıyacağınızı anlıyorsunuz.

Amerikan filmlerinin hiçbir derinliği olmayan o popülist kurgularından bıkan ve yepyeni soluklar arayan sinemaseverler için Avrupa sineması, özelde de İskandinav sineması iyi örnekler barındırıyor Ben Norveç sinemasından Erling'i izlediğimde de aynen böyle etkilenmiştim o da başka bir yazının konusu olur belki. Jagten ise Danimarka sinemasının sanırım medâr-ı iftiharı. İngilizceye The Hunt, Türkçeye ise Onur Mücadelesi olarak çevrilmiş. Başrolde kendisine çamur atılan masum insan rolüyle  Mads Mikkelsen'i görmekteyiz.  Harika bir oyunculuk örneği sunuyor bizlere Lucas karakteri ile Mads. Büyük dertleri olan o küçük insanın koskocaman bir iftira altında nasıl direnebileceğini oynamıyor resmen yaşatıyor.. 

Film boyunca filmi izleyen pek çok arkadaşım gibi dişlerimi ve yumruklarımı sıktım. Pek tabii filmin empati yaptırma gücünden kaynaklanıyor bu. Sizi izlence boyunca rahatsız eden filmler vardır, onlardan biri Jagten. "Gün gelir de benzer bir yaftaya maruz kalırsam ne yaparım ki?" sorusunu sordurtan bir film. Ne yalan söyleyeyim, "Orada öyle yatıp filmi izliyorsun da ya böyle bir şey başına gelseydi ?" sorusunu sordurtan filmlere bayılıyorum. Bu tarz filmleri de genellikle Hint,Avrupa ve Güney Amerika sinemasında bulabiliyorum.
Jagten'i izleyin, izlemeyenlere duyurun. Bir insanın haksız yere dışlandığı ortamda yaşadığı tarifi zor sürece tanık olun, onun yaşayabileceği ruhsal çöküşü hissetmeye çalışın, fazla da kaptırmayın kendinizi sonra günlerce etkisinden çıkamıyorsunuz. İyi seyirler...