7 Eylül 2009 Pazartesi

FERİDUN DÜZAĞAÇ


Bazı şarkılar var ki şiirle iç içedir. Şiir mi şarkı mı olduğu konusunda kararsız kalırsınız. Feridun Düzağaç bu sanatçılardan biri. Şarkıları şiire yaklaştırmayı seven bir adam. Ya da şiiri şarkılara diyelim. FD'ye benzer birçok sanatçımız var tabii Sonraki günlerde onlara da blogumuzda değineceğim.

FD ile karşılaşmam Lavinia adlı şarkısıyla olmuştur. Gerçi fanatikleri onu çok daha öncesinden tanıyor olabilirler. Keza ilk şarkısı değil Lavinia. Grup Tını ile olan macerasından haberdar değilim diyelim. Neyse Lavinia'dan bahsediyordum. Bu bildiğiniz gibi Özdemir Asaf'ın muhteşem şiiridir:

sana gitme demeyeceğim.
üşüyorsun ceketimi al.
günün en güzel saatleri bunlar.
yanımda kal.

sana gitme demeyeceğim.
gene de sen bilirsin.
yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim,
incinirsin.

sana gitme demeyeceğim,
ama gitme, lavinia.
adını gizleyecegim
sen de bilme, lavinia.

Bu şiiri böylesine güzel bir besteye çeviren adamı merak etmiştim o yıllarda. Kendisine ait şarkıların da şiirden pek de geri kalacak şeyler olmadığının farkına varmıştım. Zaten biraz irdelerseniz FD'nin çok okuyan,şiirle,edebiyatla haşır neşir olan bir adam olduğunu da göreceksiniz. Diğer şarkılarından bahsediyorduk:



ADI SEVDA




Dokunduğum en sıcak Ağustos akşamısın
Gezindiğim avare bir deniz kıyısı
En güzel mehtap sensin denize dost
Aradığım bulunmayan haykırdığım duyulmayan
Sen asla dün olmayan bir yaşanmamış an
Saçların rüzgarsa gözlerin nerede
Sesin şarkılarda nerede
Yüreğin
Ellerimde sevdanın yanık kokusu
Ey adı sevda nerede
Ellerin
Aradığım bulunmayan haykırdığım duyulmayan
Sen asla dün olmayan bir yaşanmamış an.


AŞKIN E HALİ
Hiçbir şeyi senin kadar
istemedim ama yetmiyor
Ne kadar istesem de gözlerimdeki resmin gitmiyor
Yağmurlar içime içime yağıyor içimdeki kuraklık bitmiyor
Bitmez sandığım yollar aynı çıkmazda tükeniyor
Çünkü yoksun gelmiyorsun
Bir çığ gibi büyüyorsun
Aşk bu mu
Aşk acı mı acıtr mı incitir mi
Aşk bunu bana yapmaya mecbur mu.


İÇİMDEN ŞEHİRLER GEÇİYOR


Sonsuz yolculuğuma seni son durak sandım
Şarkılardan mirastı aşk: inandım
Ararsam bulurum sandım
Bulunca durulurum
Durulmuyor denizim
Gelirsen diner sandığım bu yalnızlık
Durulmuyor durulmuyor
Kaoslarım girdaplarım labirentlerim
Nice nice dertlerim var
İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor
İnmiyorsun
Seni en sıcak ben öperdim
Kim bilir ama sen bilmiyorsun.


BOŞ DERS ŞARKISI
Ben bir zaman kaybıyım, beni boş ver hocam
Düşlerimden geçenleri kitaplarda bulamayacağım
Hangi deniz nereye dökülüyor bana ne,
Ben içimde boğulurken...
Hala aşkın olduğu bir yer varsa söyle; dokunulmazsam öleceğim

Şu hayat bilgisi ne ağır dersmiş hocam
Düşündüm, kararlıyım;
Ben adam olamayacağım
Madem her şey basit bir formül, Mutluluğu söylesin kimya

Benim kimyam feci halde bozuldu;
Anlamsız geliyor bana dünya

Kendimi kendimden çıkartsam sıfır kalmaz
Bu matematik bizi kandırıyor hocam
Elde var sorular... gözyaşları... boş umutlar..
Hesaplar tutmaz..
Tutmaz hocam.


AŞK ÇOK UZAK

Ne kadar yol gitsem de
Uzak hep uzak
Uzar gider bu hikaye
Enseme vur tak al lokmamı
Bir gülüver bak kalbim senin
Kullan… kullan… sonra bırak
Yok ne sahibim ol ne de benim
Aşk çok uzak
Aşk çok uzak
Ah ah çok uzak
O kadar dolmuşum ki
Şu boşluğun içinde
Bir eskici dükkanı var
Gözlerimin içinde.


KARA KARA


Haftayı yedi gün yılı dört mevsim sandığım zamanlar
Başımda kavak yelleri
Mutluluk diye düştüğüm yollar
Bana öğretilen iyilik için, kitaplar masallar filmler
Bir dost az ikisi çokmuş
Ortası yokmuş

Aşk sonunu severmiş
Çaresi yokmuş. Acısı çokmuş
Gönlümden koptu anlatıyorum sana
Hayal masal gibi
Bir varmış bir yokmuş

Gönlümden kopan kara kara parçalar
Karadan çok uzakta ada oldular
Yitirdiğim düşler kuş olup uçtular
Saçlarımda aklar için.


Evet yukarıya her albümünden beğendiğim FD şarkılarını aldım. Bu parçalarla sınırlandırmayın kendinizi; ancak en azından bu seçtiğim parçalara bir kulak verin , derim ben. FD'yi "Rahatta Dinleyin" derim:D

MONNA ROSA


Üniversite yıllarında tanıştım Sezai Karakoç'un şiirleriyle. Monna Rosa'yı Ayvaz adındaki bir hocamız derste mırıldanmıştı. O gün komik gelmişti şiir. Hocamız çok içten okumuştu aslında belli ki o şiirde çok şey buluyordu. Şiirin tamamını dinleyemedik tabii ki kendisinden. İlk 5'liğini okumuştu şiirin. Sonrasında edebiyatımızın en güzel akrostişlerinden birine sahip demişti. Orada ilgimi çekmişti şiir. Sonrasında birkaç şiirini daha buldum okudum. Gerçekten değişik bir üslubu vardı Karakoç'un. Gençlik yıllarında yazdığı şiirler müthiş bir müzikaliteye sahiptiler. Ayrıca çok içten yapıtlardı. Evet anlaşılması zordu ancak İkinci Yeni anlayışı içinde anlaşılır bile diyebilirdim. Kitabını almak istedim ardından ancak İzmir'de bulamadım. Bulamayacağımı söylediler. Gerçekten de kısıtlı sayıdaymış. Çok sevdiğim bir insan sayesinde İstanbul'dan temin etmiştim. Hediye olarak almıştım diyeyim.
Monna Rosa

Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Geyvenin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Ah, senin yüzünden kana batacak
Monna Rosa siyah güller, ak güller

Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Monna Rosa, bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar

Açma pencereni perdeleri çek
Monna Rosa seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Monna Rosa, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek...

Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatıyor her zaman bana
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi

Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallar da durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli oluyor bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların

Zaman ne de çabuk geçiyor Monnaa
Saat onikidir söndü lambalar
Uyu da turnalar girsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona

Akşamları gelir incir kuşları
Konar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahh! beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları

Ki ben Monna Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar su kenarında
Ki ben Monna Rosa bulurum seni

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım uymaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa

Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış
Bir gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak

Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsesen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten

Monna Rosa siyah güller, ak güller
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak!
Monna Rosa siyah güller, ak güller

ŞAİR VE ŞİİR ÜZERİNE



       Geçen gece Cemal Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okurken aklıma bir soru takıldı. Bu kitap-okuyanlar bilir- yazarın düşünce yazılarının bir araya getirildiği bir eser. “Cins şair”, güzel Türkçesini, bu defa şiir yerine meslektaşlarını eleştirmek için kullanmış. Öyle ki aklıma takılan soru şuydu: Şimdilerde eleştirilebilecek şair var mı? Ya da eleştirileri keyifle takip edecek bir kitle ?

“Bizler varız ya, daha ne olsun!” diyen bir topluluğun sesini duyar gibi oluyorum; ancak 60’larda ve 70’lerde çıkan sesle bugünkünü karşılaştırabilseydik, bugünkü bir hayli kısık kalırdı gibi geliyor bana. Öncelikle ilk sorumuza kafa yoralım.

Eleştirilebilecek şair var mı meselesi:

Hepinizin bildiği gibi Batılılaşma sürecinde, Türk şiiri müthiş bir değişim yaşadı. Tanzimat’tan bu yana olanları, ilgilenenler çok iyi biliyor zaten. Yakın geçmişin büyük şairlerini, dememe gerek yok sanırım. Akımlar yaratan, süreçleri değiştirme yetisine sahip olan şairlerdi birçoğu. Mesela üç arkadaş bir araya gelerek şiir geleneğini sarsan bir hareket geliştirebildi. Garip’ten bahsediyorum. Öncesinde Nazım’ın biçime ve söyleyişe getirdiği yepyeni soluk da öyle. Yine Necip Fazıl’ın aslında eskiyi çağrıştıran; ama asla eski olmayan mistizmi. Sonrasında tek başına “Mavi” ışığını yaymaya çalışan Attila İlhan… Cemal Süreya, Edip Cansever, Sezai Karakoç, Fazıl Hüsnü, Behçet Necatigil ve daha sayamadığım birçok önemli isim, şiirimizin dolayısıyla dilimizin temellerini güçlendirdiler. Ancak özellikle 90’lardan itibaren bir sessizlik var gibi. Şiir, bir bekleyişte sanki, İkinci Yeni’nin kötü bir taklidi var gibi sadece elimizde.Post-modernist, içine kapanık, büyük şair yetiştiremeyen bir şiir… Kimsenin, kimsenin dediğinden bir şey anlamadığı…

Oysa çok değil, yarım yüzyıl önce şairler tek başlarına damga vurabilmiş edebiyata. Acaba böyle isimler var mı artık şiir dünyasında? Kaç kişi sayabiliriz? Elle tutulabilir hangi akımdan bahsedebiliriz şu yıllarda? Şundan bahsediyorum: Halkın da ilgisini çekebilmiş “Evet, budur!” dedirten kaç şiir var şimdi kitaplarda ? Son dönemde aklımıza bir çırpıda pek fazla isim ve şiir gelemiyor.
Bunun sebebi dönemsel şartlar kuşkusuz. Onca imkansızlığa rağmen edebi ürünlerin rağbet gördüğü yıllar, şair için de güzel bir ortam yaratıyor olmalıydı. Şimdiyse mükemmel bir iletişim ağına sahip olmamıza rağmen müthiş bir iletişimsizlik yaşıyoruz. Büyük bir kargaşa var, büyük bir üşengeçliği de beraberinde getirdi bu iletişim çılgınlığı. Dolayısıyla yazınsal ürünlere talep azaldı. Böylece sivrilme potansiyeli olan genç şairler de bu hastalıklı yapı içinde kaybolup gittiler. Demem o ki, bir Garip hareketinin ya da bilinçli bir İkinci Yeni’nin oluşabileceğine şu süreç içerisinde inanmıyorum. Buna benzer hareketler geliştirebilecek sanatçıların yakın zamanda çıkabileceğine de inanmıyorum belirteyim. Yazınsal türler için ve tabii ki onların üretenleri “sanatçı” için çok zor bir dönem yaşıyoruz.

Gelelim ikinci soruya:
Şiir ve şairle ilgilenen bir topluluk var mı?

“Kesinlikle yoktur” demek mübalağa olur. Tabii ki belli bir zümrenin hala şiiri ve şairi takip ettiğini söyleyebiliriz ancak bana kalırsa büyük şairler yetiştirebilecek ortamı sağlayabilecek bir güruhtan söz edemiyoruz. Sanırım asıl sorun da bu. Yukarıda saydığım sanatçılar kendilerini idol kabul eden, eserlerini başucu kitabı yapan okurları olmasaydı büyük şair olabilecekler miydi? Elbette büyük şairliklerinden bir şey kaybetmeyeceklerdi; ancak bugünkü yerlerinde de olamayacaklardı. O günlerde, özellikle yüksek öğrenim alan öğrenci topluluklarının daha bilinçli ve sanatla ilgili oluşu, ideolojik davalarını bile edebileştirebilmeleri, düşüncelerini bir şiire, bir şaire ,bir edebi esere yaslayabilmeleri üretim ortamının oluşmasını sağladı diyebiliriz.

Edebiyat fakültesinde, edebiyat eğitimi almış bir öğretmen olarak kendisine bir şair, bir şiir bile seçememiş onlarca arkadaşımın olduğunu hatırladıkça şiirin, şairin ve en önemlisi okurun geleceği için kaygı duymuyor değilim.

YÜK


Ağır geliyor Allah'ım
Bu yük her yükten yük
Büyük ve derin acılar, inanılmaz!

Ağır geliyor Allah'ım
Nasıl da yaşatmıyor
Öldürmüyor da keza
Geçen günler kendini kandırıyor
Bu yük her yükten yük
İnanılmaz ve büyük, derin acılar

Sabretmek uygun olmayan kelime
Doğruya yakın olan unutmak
Ağır geliyor Allah'ım
Bu yük her yükten yük
Derin acılar, inanılmaz
Ve hepsinden büyük.

Murat Gil

Kanat Masalı



İsimsiz tüm savaş çocuklarına itafen...

Beş yaşının tüm saflığıyla gezinirken, ellerinde tahtadan yapılma şekilsiz oyuncağı vardı. Ona bakıyor, ufak adımlarıyla ilerliyordu. Onca sesin içinde hiçbir ses çıkarmadan yürüdü.

Yollar onu kalabalıkların içine çekti. Yürüdükçe hiçbir şey değişmedi sadece sesleri yüksek topluluklar arttı. Bazen babası elinden tutar yürürlerdi bu yollarda. Ama eskiden olduğu gibi değildi. Tanıdığı hiçbir şey yoktu burada. Yaşından beklenmeyen olgun bakışlarla süzdü çevreyi. O herkesin farkındayken kimse onun farkında değildi sıkıldı. Kenarda büyük bir taşın üzerine oturdu. Bakışları değişmemişti. Sokaklarda ev yıkıntıları vardı. İnsanlar etrafa dağılmış, o yıkıntıların etrafına toplanmış feryatlar, ağıtlar dizmekte, erkekler ellerinde küreklerle yıkıntıları aralayıp yaşayan birileri var mı diye anlamaya çalışmaktaydı. Yine demirden ölüm saçıcılar başlarının üzerinden hınçla geçerken Ardından ileriki mahallelerde göğe arsız alevler yükseldi.

Dünyanın bu isimsiz coğrafyasında meçhul zamanında bir kız çocuğu onca karmaşanın içinde sessiz bir gölge olarak ilerledi. Aklına anne, babasını sormak, kardeşlerini aramak gelmedi. Öyle şaşkındı ki. Ne olduğunu çözemiyordu. Sonra kocaman arabalar gördü. Araba olduklarını düşündü. Çünkü tekerlekleri vardı. Ama arabaya da tam benzetemedi. Kapıları yoktu, yüksektiler. O, daha önce hiç böyle bir araba görmemişti. Gerçi babasının da arabası yoktu. Ama komşularının arabasına binmişti birkaç kez. Arabaya benzer şeyler, yerleri sarsa sarsa yollardan geçti. Sesler daha da yükseldi. İnsanlar sağa sola kaçıştılar. Birkaç kişi hızla onun oturduğu tarafa koştururken, korktu. Gözlerinde ürkek bir ceylanın korkusu ve güzelliği gizliydi.

Kumral saçları dağılmış. Çok yeni olmasa da güzel elbisesinin yanları yırtılmış, ayakları çıplaktı. Elleri ve yüzü kirlenmişti. Toprak lekeleri vardı. Bunlar hiç umurunda değildi. Yalnız arada çıplak ayaklarına çakılların batmasında az da olsa bir acı hissetti. Kurşunun ilk bedene girme anındaki o sıcaklık ve sersemlik gibi hissizleşmiş olarak gezindi ortalıklarda. Oturduğu taşın üzerinden kalktı. Arabalar gitmişti. Etrafında yatışmamış sesler yüksek perdeden devam ederken şaşkınlığıyla oyuncağını kayanın yanında bıraktığını unuttu. Gördüklerini anlamasa da kötü şeyler olduğunu seziyordu.

Bunca karmaşanın yanında çok yukarılarda da bir telaş vardı. Melekler. Tanrı meleklerini yollamıştı bu yaralı coğrafyaya. Binlerce melek onlarca masumun kalbinde çarpıyordu dualarını. İnsanların acılarını hafifletmek ister gibi; “Allah” diyorlardı sessizce bu çaresiz insanların kulaklarına. Allah’ı terk etmeyen yürekler sabır çekti, acıya, yaşa bulanarak. İşte tam o sırada meleklerin başındaki yaşlı melek bu küçük kızı gördü. Bir zaman izledi. Ama kızın yanında kimse yoktu. Tek olduğunu anladığında hayretleri büyüdü. Bu karmaşanın içinde tek başına ne yapardı? İki genç meleğe seslenen yaşlı melek, onlara kızı gösterdi. “Bu kızı yalnız bırakmayın size emanet ediyorum onu.” Melekler üzgün gözlerle izlediler masumu. Ve sessizce uçup kondular yamacına. Kız tüm masumluğuyla yürürken. Onu melekler bile görmüşken, insanoğlu fark etmemişti daha.

Milyonlarca melek, binlerce masumu yalnız bırakmıyordu. Sabır sesleri arşın kapısını zorlamaya başlamıştı. İşte o sıralarda “hibakuşa” olup da ardından melekliğe terfi eden bir çocuk melek, gökyüzünden bu vahşeti izliyordu. Onun kanatları yoktu. Çünkü insanken ölenlerin melek olsalar bile melekliklerini kanıtlamadan kanatları çıkmazdı. Gökyüzünden bu vahşeti izlerken, silik anılar doluyordu yüreğine, patlayan bomba, ölen binlerce insan ve onun gibi ölmeyip daha sonra bu lanetle doğan bebekler. Ona “hibakuşa” derlerdi. Annesi Hiroşima’ya bomba atıldığında küçük bir kızmış. Ölmemiş ama daha sonra onu dünyaya getirmiş. Ve atılan bombanın etkisiyle sakat doğmuş. Çok yaşayamamış zaten. Sekizinci yaş gününü görememiş. Onu bir melek yapmışlar, kanatları olmasa da.

İşte bu küçük melek, olanları izlerken eskiye daldığı uykudan uyandı. Sırtında hissettiği o naif tüyden hafif elin varlığıyla. Cennetin en yaşlı meleği onun yanına gelmişti.
“Dünyayı izliyorsun demek. Olanlar korkutuyor seni de değil mi?”
“Evet” dedi küçük melek. “Korkutuyor. Ailemin ve sonra benim başıma gelenleri hatırlıyorum. Yine aynı şeyler mi olacak, biz küçük melekleri mi ağırlayacağız burada?”

Durdu. Sustu bir an. “Benim gibi kanatsız melekleri. Bizi iki tarafta da istemiyorlar mı ondan mı öldüm ve onun için mi burada da kanatlarım yok!” Yaşlı melek, üzgünce baktı yüzüne; “tabi ki hayır. Biz seni çok seviyoruz. Dünya da ölen tek çocuk sen değilsin ki baksana. Her saniyede onlarca çocuk ölüyor. Sen bir melek olarak değil bir çocuk olarak yaratıldığın için kanatların yok. Ama biliyorsun kazanmaya hakkın var!” Sustu genç melek. “Ama nasıl? Ben ne yapabilirim ki? Uçamıyorum, hiçbir yere gidemiyorum. Baksana binlerce melek orada, insanlara yardım ediyor bense sadece izliyorum.”

Küçük kız, kararmaya başlayan havanın etkisiyle hem korkmaya hem de şaşkınlığını artırmaya başlamıştı. Birden çok kısık bir sesle seslendi. “Anne!” Yanındaki iki melek birbirlerine baktılar. Biri diğerine sordu. “Öğrensene annesine ne olmuş? Onu oraya götürelim.” Diğeri uçup kayboldu bir an gözden. Kısa bir süre sonra üzgün gözlerle belirdi. “Şey” dedi. “Onun ailesi ölmüş. İsimleri var ölenlerin içinde.” Peki nasıl? “Bu kız dışarıda oyun oynuyormuş. Ve bir an boşluktan yararlanıp uzaklaşmış evden, aile durumun telaşıyla, ne yapacaklarını düşünürlerken bu kızı unutmuşlar. Ve ne yazık ki düşen bombaların ilklerinden biri kızın evinin üstüne düşmüş. Kurtulan yok.” Melek boş gözlerle baktı diğer meleğe. Bir of çekti. Anlayamıyordu. O bir melek olarak yaratılmıştı. Hiçbir arzusu, dünyevi bir kaygısı yoktu. Onun için insanları anlayamıyordu.

Sancılar büyürken küçük kız adım atmayı kesti. Birden olduğu yere, toprağın üzerine çömeli verdi. Melekler anlamıştı kız yavaş yavaş şoktan çıkıyor olanları anlamasa da annesinin yokluğunu fark etmeye başlıyordu. Seslendi, sessizliğin sesiyle “Anne!” Ses boşlukta yankı buldu. O küçücük kıpkırmızı dudakları açıldı bir daha. Korkuyla seslendi. “Anne!” Cevap yoktu. Meleklerden bir tanesi, gidip sarıldı kızın küçücük yorgun bedenine. Dönüp diğer meleğe; “Eğer” dedi. “Bu da o evde olsaydı şimdi onu alıp çoktan gitmiştik yukarıya. Ama baksana hiçbir şey yapamıyoruz şimdi.”

Sustular kızın körpe bedeni ağlamaktan sarsılıyordu meleklerin kolları arasında. İşte tam o sırada yaşlı melekle, çocuk melek çıkageldiler. “Bak!” dedi yaşlı melek “Görüyor musun bu kızı? İyi bak ona. Bu karmaşanın içinde, hayatta tek kaldı.” Genç melek şaşkın şaşkın baktı çocuğun yüzüne. Masumluğuna, yaşları hiç yakıştıramadı o güzelim gözlere. Sustu. Dünya bir kez daha farklı bir yönden sınıyordu onu. Gözleri takılı kaldı kızın yaşlarına, sarsılan küçücük, naif bedenine. Kendisinden üç ya da dört yaş küçük bu kıza baktı, küçücük yaşta omuzlarına yıkılan acılara.

“İşte!” dedi yaşlı melek. “Sana bir fırsat. Bu kızı sana emanet edeceğim.” O an diğer iki melek atıldı. “Nasıl olur!” diye. Yaşlı melek susturdu onları. “Siz karışmayın!” Çok kesin çıkmıştı emir, diğer melekler sustu. Genç melek şaşkınlıkla, bir yaşlı meleğe bir kıza bakıyordu. “Tamam” dedi. “Ama nasıl? Benim kanatlarım bile yok. Ne yapabilirim ki onun için?” Yaşlı melek bir süre suskunluğunu korudu ve devam etti. “Sen” dedi, “Ona yaren olacaksın koruyacaksın onu. Buradaki melekler anlamaz onun sıkıntılarını, acılarını sen anlayacaksın!”

Diğer iki melek şaşkınca izliyordu yaşlı meleği. Genç melek gülümsedi. “Tabi ki anlarım onu. Ben de kaybettim ailemi ve onun gibi yalnızdım. Yaren olurum olmasına da onu nasıl koruyacağım ki?”
“İşte” dedi yaşlı melek; “Bunu başardığında sana kanatlarını armağan edeceğim.” Bir an sessizlik oldu. Diğer melekler şaşkın, genç melek öylece kala kaldı. “Gerçekten mi?” dedi. “Gerçekten mi, bende hakiki bir melek mi olacağım şimdi?” “Evet” dedi yaşlı melek. “Hak edebilirsen olacaksın. Sözüm söz.” Ardından gitmeye hazırlandılar. Yaşlı melek, genç meleğe dönüp; “Güveniyorum sana” dedi. Ve ekledi, “Çok zor durumda kaldığında kullanman için sana üç seslenme hakkı veriyorum. Çok sıkışırsan bana seslen. Ama haklarını sakın boşa harcama sonra lazım olabilir.” “Tamam” dedi genç melek. Peki dedi, “Kıza kendimi gösterebilir miyim?” Güldü yaşlı melek, “Bunu başarabilirsen onu korkutmadan, neden olmasın?” “Tamam” dedi genç melek. Diğer iki melek şans diledi ona ve yaşlı melekle beraber uçup gittiler. Genç melek küçük kızla yalnız kalmıştı bu karmaşanın içinde. Öylece bakıyordu ona, çıplak ayaklarına, dağılan saçlarına. İçinde tarifsiz bir sevgi vardı ve anlayamadığı bir huzur. “Neden?” dedi. “neyin huzuru bu?” Bu karmaşanın içinde küçük kızla birlikte kalmıştı. Ayrıca üstesinden gelmesi gereken onca şey vardı.

Kız sessizce yerde oturuyordu. Etraftan sesler yükselse de inen karanlığın etkisiyle insanlar hep bir yerlere sığınmış kalabalıklar azalmıştı. Kızın olanları anlamadığı bakışlarından belliydi. Susmuş bakınıyordu öylece. Melek yavaşça oturdu yanına ve usulca sarıldı ona. “Keşke” dedi, “Senle konuşmaya çalıştığımda ürkmeyeceğini bilebilsem, o zaman bölerdik bu sessizliği.” Kız gözlerini meleğin gözlerine dikti. Melek irkildi. Sustu. Kız yavaşça araladı o küçücük ağzını, “Ben duyuyorum seni merak etme!” dedi. Başını meleğe yasladı iyice. Hafif bir rüzgâr çıplak ayaklarından başlayıp üşütüyordu ufak bedenini. Sokuldu iyice meleğin kuytusuna. Şaşkın melek bir süre sustu. “Ama” dedi, “Nasıl duyuyorsun beni?” “Bilmiyorum” dedi küçük kız. “Ama duyuyorum.” Bir an sustuktan sonra meleğin gözlerinin içine baktı. “Onlar nerede?” dedi. Melek bir anlık tereddütle, “onlar diğer meleklerin yanına gitti” dedi. Kız anlamıştı. “Öldüler yani öyle mi, peki ben neden hala buradayım?” “Bu senin kaderin” dedi melek. “Ben de senin gibi kaybetmiştim ailemi. Bak kanatları olmayan bir meleğim.” Kız durdu. “Benle kazanacaksın o kanatları dimi?” Melek, “onları da mı duydun?” dedi. “Evet!” dedi kız. “Yalnız o iki melekle konuşamadım. Onlar bana senin gibi bakmadılar.” Melek küçük kızın saçlarını okşadı. “Benim doğmayan kız kardeşim gibisin. Belki de ondan böle sevdim seni. O annemin karnında ölmüştü, sonra da ben.” “Üzüldüm” dedi kız, meleğin gözlerinin içine bakarken.

Birden sesler yükseldi. Üstlerinde kocaman uçaklar ölüm saçıyordu bu yaslı coğrafyaya. Adını sanını bilmediğimiz, ismi olmayan insanların üzerine. Melek tuttu kızın ellerini bir sığınak arıyorlardı. Ama kalabalık insan grupları birbirlerini ezercesine sığınaklara koşturuyor kimse kızı görmüyordu. Sığınağın dışında kaldılar. Kara gece bir aydınlanıp bir sönerken koşuyorlar kendilerine bir yer arıyorlardı. Melek bir an kanatları boş verip bu kızı da alıp gitmek istedi, onu buradan, bu insanların arasından alıp gitmek. Yalnızdı o yukarda, kızın varlığı ona çok iyi gelirdi. Ama bunu yapamazdı biliyordu. Bir an yaşlı meleğin üç dilek hakkı geldi aklına. Ve “yaşlı melek!” diye seslendi.

Karanlık gecede parlayan ışık küçük bir kalkana aldı onları. Kızın gözleri kamaştı, sığındı meleğe. Öylece beklediler sabahı. Gün ışırken koruma kalktı üzerlerinden. Yürümeye başladılar. Kızın acıkan karnını doyurmayı başarıp yürüdüler, nereye gittiklerini bilmeden.
Kalabalıkların arasından geçtiler. Yıkılan evler, ağlayan çocuklar, sessiz kadınlar gördüler. Kız bunlarla ilgili birçok soru sordu meleğe. Melek anlatabildiği kadar cevapladı kızın sorularını. Onun daha bu yaşta hayatla yüzleşmesinin acısını taşıyordu içinde, kendi gibi ne tuhaf.
Yürürken diğer çocuklarla karşılaştılar. Birçok çocuk bir arada oturmuştu. Kız sokulmak istedi yanlarına. Melek, “temkinli tamam” dedi. Yaşları çok büyük değildi. Oturdular yanlarına. Her biri yalnız ve yaşlarına yakışmayan olgun suratlarla bir köşeye sinmiş duruyordu. Kız boş gözlerle baktı onlara. İçlerinden bir kaçının durumu kötüydü. Onlarla ilgilenecek kimse yoktu. Elbiselerine bulaşan kan kızı ürküttü. Meleğin elinden bir şey gelmiyordu. Kız bir an meleğe dönüp dilekler dedi. Melek şaşırdı. “Ya sen, olsun” dedi kız “kullan birini ve iyi et onları!” Melek, seslendi yaşlı meleğe ışıklar içinde bir el dokundu çocukların acıyan yanlarına. İnlemeler kahkahaya döndü, kalkıp oturdular onların bu halini gören kız daha bir sevindi. İlk defa kızı böyle güleç gördü melek. Onunda neşesi yerine geldi.

Yürüdüler melek omuzlarında alışık olmadığı bir ağırlık hissetmeye başlamıştı. Kızın gözleri takıldı bir an ve haykırdı. “İşte!” dedi “çıkmışlar.” Melek dönüp baktı bir an anlamamıştı. Sonra inanmadı. O artık gerçek bir melekti. Kız okşadı onun bembeyaz, yumuşacık kanatlarını. Ve iç geçirdi, bir melek olmayı düşledi. Annesi onu yedi aylıkken düşürecekmiş, ama düşmemiş. Yaşama tunmuş eğer düşseymiş oda böyle bir melek olacakmış.
Melek anlamış gibi kızın hüznüne baktı. Ve okşadı saçlarını. “Bunu isteme” dedi. “Yaşamakta güzel.” Kız suskunluğuyla kapkara gözleri dikti meleğin gözlerine. “Burada mı ve bu yalnızlıkla mı? Sende terk edeceksin beni nasılsa.” Melek sımsıkı kavradı kızın ellerini. Etrafta o büyük arabalar ve uçan demir kuşlar ölüm saçıyordu etrafa. Kız bir an durdu. Meleğin kanatlarını okşadı. Ve “seslen!” dedi yaşlı meleğe, “son bir dilek dileyeceğim.” Melek sorgusuzca seslendi.

Kız beliren ışıkla bir şeyler mırıldandı, meleğin ellerinin arasındaki elleri kayıp gitti usulca. Kız olduğu yere yığılıverdi. Melek işte o an anladı kızın dileğini. “Hayır! dedi, “hayır!” Kız usulca kapadı gözlerini. Patlayan bombaların arasında, elleri düştü yanına. Tam bitti dediği anda. Bedenini bırakıp emanet toprağa uyandı yeni bir başlangıca. Kanatsız küçük bir melek olarak gülümsedi ona. O an melek hem hüzne hem de sevince bulandı. İki ayrı duygu aynı anda dağıldı yüreğinin ortasında. Kız gülümsedi tüm güzelliği ve saflığıyla. Başka melekler gelip onu almak istediler, izin vermedi melek benle gelecek deyip sarıldı kızın ellerine. Beraberce çıktılar yukarı. Genç meleğin kanatlarını gören diğer melekler şaşırdılar.

Doğruca yaşlı meleğin yanına gittiler. Yaşlı melek olanlardan haberdardı. Kızın dileğini bilerek kabul etmişti. Onları karşılayıp baktı küçük kızın gözlerine, “Çok cesursun!” dedi. “Bu cesaret ödüllendirilmeli.” Genç meleğe dönüp onu tebrik ederken, sordu. “Kanatlarından birini bu kıza vermek ister misin?” melek şaşırdı. “Olur muydu?” “Evet!” dedi yaşlı melek. “Olur!” Sonra yaşlı melek kanatlardan birini ona armağan etti. Kız sevinmiş ama genç meleğin tek kanatla kalışına üzülmüştü. Yaşlı melek anladı durumu. “Bu kanatlar sizin birbirinize armağanınız, sıra benim armağanımda!” Şaşkınca baktı ikisi de yaşlı meleğe.

Melek kapatıp gözlerini bir şeyler mırıldandı. Verdiği armağan ikisine de birer kanattı. Kız kanatlarıyla gülümserken, o ölüme bulanmış yaralı coğrafya arkasında kalmıştı. Bir lanet kırılamamıştı belki, yine dakikaya yeniliyordu körpe bedenler. Ama hayat bu küçük kıza kanatlar armağan ediyordu, meleğe soyunan küçük yüreğinde…
…Ve anlıyorduk işte, ölmüyordu küçük kızlar bu yeryüzünde.



BURCU AKKANLI

ZENEHDAN


Saçlarım nehrin koynunda birikiyor
Akıyor kalbine
Düş sancılı zaman hoyrat
İmgeler örümcek ağı gibi kaplıyor zihnimi
Zamanla yenileri takılıyor tuzağıma
Sevinç çığlıklarım bölüyor geceyi
Nefes aldıkça yarım urlar büyüyor
Gün yokluğunun kül tabaklarında
Ölmek sessiz kuytularda öpüyor dudaklarımdan
Kaçıyorum başı yarım imgelerin koynuna
Bir tüyün naifliğinde gelen
Boşluk çekiciliğinde yeniliyorum
Açılıyor ellerim semavatın kapısında
Sütünün yokluğundan muzdarip bir anne edasında gece
Suçlu bakıyor gözlerime
Suç sende değil
Zamansız doğmayı seçtiğim için bende
Akıyorum hoyratça hayatın kalbine
Boş logarların şehre taşınan kirli, yalnız
Dehlizlerine



Burcu AKKANLI


31 TEMMUZ 2009/ Manisa
NAZIM HİKMET

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız

biz, ey sürgünlerin nâzım'ı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lâcivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

HİLMİ YAVUZ

HİCVİYE



I
İlköğretim öğrencilerinin sınandığı
Deneme adlı bir sınavda
Öğrencinin sıkılarak
Güzel düşler kurması
Dışarı bakması mı ki yaşamak?

II
Küçücüktüm
En güzel günün cuma olduğu günler kadar küçük
Büyüdüm ve değişti
Sevdiğim gün

III
Benim de küçük şeylerden
Büyük mutluluklar çıkaran
Polyanna kılıklı bir başım vardı
Sırf pazar geceleri yıkanan
Benim de boynumu kesen kolalı yakalarım oldu
Elimde gevrek,
Ayran

IV
Öyle bir şey ki yaşamak
Kopya çekebilmenin keyfi gibi
Ya da çaktırmadığını sanmak
Yaşamak çoğu zaman
Kendini kandırmak!

Murat Gil

ÖMRÜM DİYORUM

Üzgün bir çocuğun yalnızlığı
Kadar saydam kalabilseydim
Ömrüm derdim ömrüm nasıl da
Dolu geçmiştir ölebilirim artık

Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor
Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar
Acı yitiriyor anlamını ve renkler
Kül oluyor körleşirken gökboşluğu

Bu dünya dünya mıdır hani
Bildiğimiz o yamyam küresi
Ki apis öküzlerinin çekip durduğu
Bir cansıkıntısıydı önceleri

Hantal ve gürültücü bir tehdit
Gibi düşüyorken üstümüze
Alaycı bir gülüş takılıyor yalnız
Dudaklarımın hüzün kıvamına

Ömrüm diyorum şimdi ömrüm
Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız
Öyle kal çünkü bu dünyada
Sana en çok mutsuzluk yakışıyor

AHMET TELLİ

YALNIZLIK


Tanımı çok yapılmıştır yalnızlığın. Birçok yazar ve şairin sanatsal ifadelerini bilirsiniz bunun hakkında. Ama, önemli olan sanırım kendi yalnızlık tanımlarımız. Yalnızlığı nasıl tanımlıyorsak öyle bakıyoruz çünkü hayata. Hayata bakışımız da yalnızlığımızın derecesini belirliyor bir parça.

"Geniş, siyah gölgesi hayatımı kaplayan
Tepemde kanat germiş bir kartaldır yalnızlık.
Kalp çarpıntılarıyla günleri hesaplayan
Bir benim, benim olan masaldır yalnızlık."

diyen Cahit Sıtkı için "yalnızlık" ona hayatı zindan eden bir durum olsa gerek. Kaçınılmaz bir durum. Şair yalnızlığı kendi muhayyilesinin yarattığından öte, hakkında bir hüküm veremediği, gökyüzünde her an onu gözetleyen bir kartal gibi tasvir ediyor dikkat ederseniz. Sonrasında ona mahsus bir masal olduğunu iddia ediyor yalnızlığın. Öyle ki böyle diyen bir insan yalnızlığı kendisine ait bir kurummuş gibi görerek yalnızlığını perçinliyor. "Öğrenilmiş Çaresizlik" diyebiliriz böyle düşünen birinin durumu için. Çaresizliği öğrendiği için de böyle yazıyor olmalı şair.

Ne midir öğrenilmiş çaresizlik?

Bir deneyle açıklayalım:Bilim adamları pirelerin farklı yükseklikte zıplayabildiklerini görürler.Birkaçını toplayıp 30 cm yüksekliğindeki bir cam fanusun içine koyarlar,zemin ısıtılır. Sıcaktan rahatsız olan pireler zıplayarak kaçmaya çalışırlar ama başlarını tavandaki cama çarparak düşerler. Zemin de sıcak olduğu için tekrar zıplarlar, tekrar başlarını cama vururlar. Pireler camın ne olduğunu bilmediklerinden, kendilerini neyin engellediğini anlamakta zorluk çekerler. Defalarca kafalarını cama vuran pireler sonunda o zeminde 30 santimden fazla zıpla(ya)mamayı öğrenirler.Artık hepsinin 30 cm zıpladığı görülünce deneyin ikinci aşamasına geçilir ve tavandaki cam kaldırılır. Zemin tekrar ısıtılır. Tüm pireler eşit yükseklikte, 30 cm zıplarlar!Üzerlerinde cam engeli yoktur, daha yükseğe zıplama imkanları vardır ama buna hiç cesaret edemezler.Kafalarını cama vura vura öğrendikleri bu sınırlayıcı 'hayat dersi'ne sadık halde yaşarlar. Pirelerin isterlerse kaçma imkanları vardır ama kaçamazlar.Çünkü engel artık zihinlerindedir. Onları sınırlayan dış engel (cam) kalkmıştır ama kafalarındaki iç engel (burada 30cm'den fazla zıplanamaz inancı)varlığını sürdürmektedir.

"...Kuşları okuyorum içimde, ağacın kuşlarını
Yeni pişmiş çilek reçeli gibi kaynayan
Dalların üzerinde
Gemilere dadanan kuşları okuyorum bir de
Göklerde bir başına dolaşan
Görkemle
Büyük denizlerdeki yalnız kuşları
Ve okuyorum yıllardır bütün yalnızlıkları
Okuyorum da
Kuş olsun, insan olsun
Yalnızlık sevmesini bilmeyenlerin icadı..."

diyen Edip Cansever'in tanımı kulağıma daha bir hoş geliyor. Yalnızlığın bizlerin icadı olduğuna Cansever gibi ben de inanıyorum. Öyle sıfatlar var ki diyorum, sadece Tanrı'ya yakışan, işte onlardan biri yalnızlık. Küçük dünyamızdakilerse sevmeyi unuttuğumuz anlarda çalıyor kapımızı ve sevmeyi hatırlayana dek de o kapının önünden ayrılmıyor. Dediğim gibi her insan bulunduğu durumun tanımını kendi yapıyor. Yapamıyorsa da böylece seçiyor...

Murat Gil

POETİKA

Edebiyat Meclisi bugün itibariyle sizlerle buluşuyor. Blogumuz edebiyatın tüm türlerinden yararlanan bir elektronik dergi niteliği taşıyacaktır. Yakında,edebi türlerin hemen hepsinde "şiir,öykü,makale,deneme,röportaj,gezi yazısı...." yazarlarımızın kaleme alacağı özgün içerikli yapıtları izleme fırsatı bulabileceksiniz.

Blogumuzun bir başka işlevi de edebiyat dünyası ile ilgili haberlere yer vermek olacaktır. Blogumuzu takip ettiğiniz ölçüde yeni kitaplardan ve - şimdilik- İzmir için sanatsal faaliyetlerden haberdar olacaksınız. Kitap değerlendirmeleri, şiir seçkileri, sizlerden gelen eserler blogumuzun renkleri olacaktır.

Peki, blogumuzda neler olmayacak? Blogumuzda; şahsiyetlere saldıran, insanları rencide eden, düşünceleri küçümseyen hiçbir içerik barındırılmayacaktır. Salt sanatı hedefleyen bir yaklaşımımız da olmayacaktır tabii. Toplumu ilgilendiren durumları irdeleyen bir yandan da estetiği arayan yazılarla karşılaşacaksınız. Tabii ki okurlarımızı da unutmadık. Okurlarımız da yapıtlar hakkındaki düşüncelerini blogumuzda özgürce belirtebilecekler...

Bu zorlu yolculukta Edebiyat Meclisi'nin uzun soluklu olacağına inancımız sonsuz. Ekip arkadaşlarımız sizlere 24 saatin yetmediği zorlu zamanlarınızı renklendirecek, arkanıza yaslanıp keyifle okuyabileceğiniz yapıtlar sunacaktır. Desteklerinizi bizlerden esirgemeyiniz. Keyifli seyirler...

İLETİŞİM ADRESİ: edebiyatmeclisi@hotmail.com

Edebiyat Meclisi