30 Ağustos 2011 Salı

ANTİKA - 3 (ÖYKÜ)


... arda kendine geldiğinde sinem elindeki kartı ona uzattı. genç kız içten bir tebessümle, "orada kabul etmeyeceğini düşünerek söyleyemedim; ancak sonrasında yaptığımın yanlış olduğunu fark ettim, neyse ki seni kaçırmamışım. ben arabayla gelmiştim istersen seni evine bırakabilirim."dedi.

arda, bugün belki de hayatının en hareketli, en heyecanlı gününü yaşıyordu. oğul ve hakan'ın davetini kabul ettiğinde aralanan kapılar sanki artık sonuna dek açılmıştı. onun utangaç, kırılgan yanına inat kader, zoraki bir biçimde sinem'i yoluna çıkarıyordu. kızın teklifini mağrur bir tavırla yani muhtaç görünmemeye çalışarak reddetti. "sana zahmet vermek istemem, birazdan otobüsüm gelir."

genç kız: "rica ederim, ne zahmeti arabam da şurada zaten. lütfen, itiraz istemem haydi." deyince gönlünün derinliklerinde böylesine bir deneyime dünden razı olan o kıpır kıpır çocuk, bu nezaket içeren sözcüklerle bezenmiş emre karşı çıkamadı. arda, yelkenleri suya indirmişti, iki genç arabaya kadar yürüdüler.

sinem, arda'ya antikacıdaki işleri ve dersler ile ilgili pek çok şey sordu bu kısa zamanda. arda, utangaçlığını üzerinden atmaya çalışırcasına her defasında daha fazla sözcükle cevap veriyordu. pek çok kızın doğuştan var olan sezme yetisiyle arda'nın haddinden fazla utangaç, insanlarla diyaloğa girme konusunda çok beceriksiz olduğunu sezmiş gibiydi sinem.

kontağı çevirdiğinde yol boyunca yolun her iki yanında adeta geçenleri selamlar gibi duran ağaçlara ve durakta bekleyen insanlara bakarak iç çekti genç kız.

- sanırım buradan ayrılmak pek kolay olmayacak.
-nasıl yani? ne ayrılığı ?... arda ilk kez bu kadar uzun göz göze kalabilmişti sinem'le. yüzünde hiçbir şey anlayamamış bir çocuğun sevimli eblekliği belirmişti.
-yarın sabah 7 uçağı ile amerika'ya gidiyorum. bir değişim programı. üniversiteyi orada tamamlayacağım. orada yaşayan kız kardeşimle aynı daireyi paylaşacağız. buradan ayrılmak o kadar zor geliyor ki anlatamam sana. bu şehir, bu insanlar, bu gökyüzü... bunları bir anda bırakıp gitmek inan ağır geliyor.

arda geç bulup erken kaybetmenin bedeninde bıraktığı o tarif edilmez acıyı hissediyordu şimdi. kader, onun bütün direnişlerine rağmen bu güzel kızı defalarca yoluna çıkarmış, o bütün ikramları zor beğenen bir müşteri gibi her defasında reddetse de kader, bu iki genç insanı yeniden buluşturmak için diretmişti. şimdi talihi, bu olası filizlenmenin arefesinde onların yollarını epey uzun bir süreliğine ayıracaktı.

arda, afalladığını belli ederek ve sessizliği dağıtmak istercesine,

- mecbur musun gitmeye, burada bitiremez miydin üniversiteyi? amerika'yı eğitim ve kariyer için şart görmeyi anlamsız buluyorum. istenirse buralarda da önemli işler yapılabilir.

- ben de senin gibi düşünüyorum arda; ama babamın ısrarlarına boyun eğiyorum işte.

bu kısa diyalogdan sonra arda bir müddet kafasını yol tarafına çevirerek boş kaldırımları izledi. radyodan yükselen hoş tını iki genci de uzaklara götürmüş gibiydi. sessizliği bölen sinem oldu:

- senin de kafanı şişirdim kendi dertlerimle.
- yok canım estağfurullah, geç tanıştık; erken vedalaşacağız sanırım.
-ya evet, aslında simanı okuldan hatırlıyordum arda, antikacıya gelip seni orada gördüğümde birkaç defa konuşmayı istedim; ama nedense çok meşgul gibiydin ya da önemli işlerin peşindeymiş gibi davranıyordun. seni rahatsız etmek istemedim açıkçası.

arda, seni gördüğümde hissettiğim heyecanla ne yapacağımı şaşırıyordum, elim ayağıma dolanıyordu, ağzımdan çoğu zaman zoraki çıkan sözcükler en kuytu köşelerime saklanıyorlardı. hem seninle deliler gibi konuşmak istiyor hem de bunu yaparsam kalpten giderim korkusunu üzerimden atamıyordum demek istedi ama "evet, patron biraz aksidir sürekli bir şeyler buyuruyordu" demekle yetindi.

- çok güzel bir yer orası. orada kendimi inanılmaz rahatlamış hissediyordum arda. sanki beni geçmişe götüren bir kapıdan geçiyordum antikacıya girerken. oraya her geldiğimde almayı arzu ettiğim bir yüzük vardı. onunla aşk yaşıyorduk diyebilirim. sürekli onun etrafında dolaşıyordum, ışığın etrafında dönen pervane gibi. o kadar güzeldi ki. ah, ama harçlıklarımı birleştirip de onu almak bir türlü mümkün olmadı.

arda, sinem'in etrafında dolandığı yakut taşlı 19.yüzyıldan kalma yüzüğü çok iyi hatırlıyordu. yüzük oldukça pahalıydı. en azından bir öğrencinin pek çok harçlığını birleştirse de alamayacağı kadar pahalıydı. sinem'e cevap vermek zorunda hissederek: "o, yüzük oradakilerin en güzelidir." diyebildi.

yolu yarıladıklarında sinem hayıflandığını belli ederek arda'ya döndü.

-kaderin cilvesine bak, biliyor musun babamın gönderdiği son para ile o çok arzu ettiğim yüzüğü alabilecektim; ama ne yazık ki sabah 6'da havaalanında olmalıyım. sanırım arzunun yoğunluğu arzuyu gerçekleştirmeye yetmiyor.

arda, yıllar boyunca onu dümdüz bir yolda etliye sütlüye karıştırmadan yürüten, onu sıkıcı bir hayata mahkum eden kaderine isyan edercesine aşk duygusunu onunla keşfettiğini hissettiği bu güzelliğe bir jest yapmayı istedi. okuduğu romanlarda, hatta dersini aldığı tarih kitaplarında böyle anlatılmıyor muydu aşk? aslan yürekli şovalye prensesi için her türlü çılgınlığı denemeyecek miydi? sevgiliye kavuşamayacağını bilse de yalnızca güzel gülüşünü görerek canını vermek isteyen şairleri okumamış mıydı? yarından itibaren bir daha göremeyecek olsa da sevgilisi için bir şey yapmak istedi, ilk kez üzerindeki ürkekliğin gittiğini yapacağı şeyle bir şeyleri kendine kanıtlayabileceğini düşündü.

- şuradan sağa döner misin, dükkana gidiyoruz...

DEVAMI YARIN