18 Eylül 2009 Cuma

BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ



Cemal Süreya

I

Buzdağına çarptın mı bilmiyorum ama Titanik

gibi oldu batışın

bir sen vardın çünkü

şiirin dört bacalı şairi


Dalgaların kıyıya vurduğu

eşyalarını toplama telaşında

imgenin derin sularına

nefesleri yetmeyen

lodosçular

Bir gemi gibi batmak

yakışırdı sonuna

filikaya biniş sırasına benzeyen yaşantının:

-Önce çocuklar

ve kadınlar

II

Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama

tanıdığım Cemal gül idi...


Sunay Akın

ŞİİRİN ÖYKÜSÜ

Antik Acılar adlı kitabımın ilk şiiri olan Cemal Süreya şiiri, Sunay Akın’la Cemal Süreya’nın öyküsüdür. Benim ilk şiirim 1984 yılında yayımlandı ve Cemal Süreya yayımlanan ilk şiirimle ilgili yazılar yazdı. Söyleşilerinde hep bana dikkat çekti. “1980 sonrasında şiirin tıkandığı söyleniyor,” dendi kendisine, “ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. O her seferinde, “Hayır! Sunay Akın var!” diyordu. Güncesi çok önemliydi onun; çok okunuyordu çünkü. Sadece şiirden söz etmiyordu orada, sanatın her alanından, sinemadan, tiyatrodan, resimden, heykelden de söz ediyordu ve belli günlerde yalnızca benim şiirlerimi yayımlıyordu, daha doğrusu dergilerden alıp koyuyordu. Aslında bu çok güzel bir şeydi; fakat o yıllardaki kendi kuşağımdan pek çok arkadaşı da benden uzaklaştırdı. Ben bunu çok sonradan fark ettim, o yıllarda fark etmiyordum, çünkü her şairi kendim gibi sanıyordum, yani paylaşan, birlikte düşlerini ortaya koyan, düşlerin bir araya gelmesinden aydınlık, ışık çıkacak diye düşünüyordum. Zaten Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmemdeki amacım da buydu, bir Şiir Cumhuriyeti olsun, şairler bir araya gelsin, paylaşsın, kitap okusun ve bir müze olsun... Yanılmışım. Herkes hayata, şiire-edebiyata benim baktığım pencereden bakmıyormuş. Ya da herkesin penceresi kendi genişliği, düşlerinin genişliği kadarmış.

Cemal Süreya’yla ilk tanışmam da çok ilginç. Hiç görmedim. Bu arada Cemal Süreya iki yıl benden söz etti, benle ilgili yazılar yazdı. Cemal Süreya’yı ilk gördüğüm yer neresi biliyor musun; bak bunu ilk kez sana söylüyorum; Cemal Süreya’yla ilk karşılaşmamı, daha doğrusu konuşmamı... (Ondan önce Cemal Süreya’yı Kadıköy’de görüyordum, vapurda karşılaşıyordum ama, kolay mı koca üstadın yanına gitmek. Biz çekinirdik. Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıkarken, arkalarına takılır, sohbetten dökülenleri toplardık, o bile yeterdi bize.) Cemal Süreya’yla ilk konuştuğum tarih: 7 Mart 1986’dır; hiç unutmam. Neden? Çünkü evlendiğim gün. Hani gelinle damadı tebrik etmek için sıraya girer ya insanlar, işte o kuyrukta Cemal Süreya da vardı ve bana doğru geliyordu. İçimden diyordum ki, ‘şu işe bak, herkes Cemal Süreya’ya gider tanışmak için, Cemal Süreya ise kuyruğa girmiş, tanışmak için bana geliyor.’ Ben nikahıma davet etmiştim Cemal Süreya’yı; kalktı geldi Arif Damar’la beraber. Aynı gün Süreyya Berfe de vardı. Yaa, beni düşünebilir musun; zaten bir yandan evliliğin heyecanı var, bir yandan da Cemal Süreya bana doğru geliyor. Vedat Günyol da sonradan gelmişti; İsmet Zeki Eyüboğlu da vardı. Çok büyük bir olaydı. Hepsi kuyrukta. Bütün, benim kuyruğa girip kitaplarını imzalattığım yazarlar, şairler, şimdi kuyruk olmuş, benim ilk imza günüme gelmişler (daha kitabım yok ama, nikah masasında imza atıyoruz ya)...

Cemal Süreya’yla aramızda gerçekten çok farklı bir ilişki vardı, büyük bir entelektüeldi. Bana hep şunu diyordu: “Sen yazdıklarınla çok şey yapacaksın, ama eylemlerinle de hayata çok şey katacaksın.” Tabii Cemal Süreya görmedi Şiir Cumhuriyeti olgusunu; keza Oyuncak Müzesi’ni... Ama bunları hissetmişti, bunu anlıyorum sohbetlerimizden... Cemal Süreya’yla çok yakın, baba-oğul ilişkisi diyebileceğimiz sıcaklıkta bir dostluğumuz, usta-çırak ilişkimiz oldu. 84 yılından ölümüne değin sürdü dostluğumuz. Mektuplaşıyorduk önceleri; tanıştıktan sonra da sürdü mektuplaşmalarımız; ben askerdeyken bile mektuplaşıyorduk...

Ben bu şiiri Cemal Süreya’nın ölümünden sonra yazdım. O günlerde kiralık bir ev istiyordu Cemal Süreya. Bir evi vardı ama, Elif Hanım, oğlu Memo’yla birlikte yanına gelmişti; ve bundan rahatsızdı Cemal Süreya, tek başına yaşamak istiyordu. Eski eşi ve oğlu için bir ev bulmamı rica etti benden. Ben de biliyordum hocanın sıkıntısını, koşturdum ve kiralık bir ev buldum; o sevinçle telefon ettiğimde evine, Elif Hanım, “Sunay maalesef kaybettik.” dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çok etkilenmiştim. Anlatılmaz bir duygu. O dönem tabii çok konuşuldu, Cemal Süreya’yı oğlu öldürdü falan denildi. Hayır! Ben şunu söyleyeyim: Cemal Süreya’nın ölümünden sonra hemen evine koştum, Memo’yla konuştum, hastaneye gittim ve morgta Cemal Süreya’yı gördüm. Bir ben vardım, bir de onun en zor anlarında yanında olan Hatay Restoranın sahibi Mehmet Ali Işık vardı, bir de kız kardeşleri Ayten Hanım, Perihan Hanım ve oğlu Memo; başka kimse yoktu. Edebiyatçılar yoktu, şairler yoktu. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama, herkesin haberi vardı, ben tanıdığım bildiğim herkese telefon etmiştim çünkü. Hocanın ekonomik sıkıntısını da biliyorum, yardımcı olalım diye aradım herkesi. Hiç kimse gelmedi. Ben morgta gördüm, doktorlarla konuştum; şeker komasıydı... Oğlunun dövdüğü söyleniyordu Cemal Süreya’yı. Evet, oğlu belki şiddet uygulayacak birisi olabilirdi ama, ölümcül darbe falan asla görmedim ben hocanın vücudunda, çırılçıplak bedenini gördüm çünkü, yıkanırken hep yanındaydık. Biz aldık, götürdük, taşıdık, getirdik hocayı. Biz onu kefenine sardık. Bütün o işleri biz yaptık. Çünkü o işi yapan insanlar rutin davranıyorlar, sanki sıradan bir paketleme yapar gibi, çok ağrımıza gitti ve ‘bir dakika’ dedik, ‘biz yaparız’. Seyirci kalamazdık zaten. Kimsecikler yoktu. Ama cami avlusu tıklım tıklımdı; o ayrı bir konu. Orada da zaten ben kenara çekildim. Ve şunu gördüm Haydarpaşa Hastanesi’nin morgunda: Memo hocanın yanına gitti, tam ayaklarının önünde diz çöktü ve ağlayarak, gözyaşları içinde hocanın çıplak, soğuk ayaklarını öptü. Çok trajik bir görüntüydü. Tabii Memo’nun bazı davranış bozuklukları vardı, bunu herkes biliyor. Ama Cemal Süreya Memo’yu çok seviyordu, Memo da onu.

İşte bütün bu olaylar sırasında, ölümünün ardından, Cemal Süreya’nın evinde Memo bana bir gün, dedi ki: “Sunay Abi, hocanın bütün şeyleri burada; kitapları, eşyaları, yazdıkları...”

Sahaftan birileri gelip gidiyordu, hocanın şeylerini satın almak istiyordu... Memo bana, “Sen al abi,” dedi, “hepsi senin olsun, al git.”

Bak, ne var biliyor musun: Bugünkü gücüm olsa alırdım, fakat o yıllarda şairler daha iç içeydi ve birbirlerini hançerlemek için elleri arkalarında dolaşıyorlardı; anladın mı!.. Eğer ben almış olsaydım, demediklerini bırakmayacaklardı. Şair demek de yanlış onlara; şair şeklinde gezinenlerin yılan dillerinden, hançerlerinden korktuğum için almadım, büyük de hatalıyım. Bugünkü Sunay Akın olsa... Zaten bugünkü Sunay Akın kırıp geçiyor, dinliyor mu, tek kişilik ordu. Ama o zaman hem çok yeniydim edebiyat dünyasında, hem de hocanın ölümünün üzüntüsü vardı. Fakat ‘belli bir yer almalı’ dedim Memo’ya. O sırada 2000’e Doğru dergisi vardı, onlar almak istiyordu, ben de Memo’yu oraya yönlendirdim. Cemal Süreya arşivini, hiç olmazsa bir kurum, bir kuruluş alsın istedim. Aslında gönül ister ki bunlar müze olsun. Bak ne kadar doğru şeyler söyledim, ama iş işten geçtikten sonra anlıyor millet. Kız Kulesi demiştim, gelin burayı alalım demiştim, bizim PEN’imiz var, Yazarlar Sendikamız var, alalım burayı, müze yapalım. Sorsana ‘sana kim destek oldu’ diye; hiç kimse. Sadece o yıllarda Kız Kulesi Derneği’ni kuran isimler vardır destek olan, bir de Oktay Ekinci... Kültür, kent, çevre bilinci, doğa, zaten bir tek Oktay Ekinci’nin umurunda. Nerde diğer arkadaşlar; ağızlarına sakız yapmaktan başka bir şey yapmadılar, n’oldu şimdi kurudular gittiler. Kız Kulesi de lokanta oldu, “Gidin orda tıkının,” diyorum şimdi onlara, “gözünüz aydın!”

Şimdi yani bir şeyler düşünüyorsun, hamleler yapmak istiyorsun; ama herkes senin gibi aynı genişlikte bir pencereye sahip değil... Neyse, arşivi kurtardık gerçi...

Bir arkadaşım, ismi lazım değil, bana bir gün, “Bak bende saati var!”diyerek Cemal Süreya’nın saatini göstermişti; herkes bir şeyler gösteriyordu birbirine.

Şiire geliyorum: Cemal Süreya öldü, evinden çıktım, Kadıköy İskelesi’nde yürüyorum, Menderes’te, rüzgâr, kış günü, soğuk... Aklıma birden bire Titanik’in batışı geldi, Cemal Süreya’nın ölümüyle Titanik’in batışı birbirine çok benziyordu. Bir geminin batışına daha doğrusu. O gemi de Titanik’ti. Çünkü şiirin dört bacalı şairi de Cemal Süreya’ydı; o kadar büyüktü. Ve nasıl ki lodosçular batan gemiden kıyıya vuran eşyaları toplamaya çalışırlar ya; ‘bak bende Cemal Süreya’nın saati var, bak bende çantası var’diyenlerin bütün o sözlerini onlara benzettim. Onların imgenin derin sularına nefesi yetmiyor; ancak eşyalarını topluyorlar.

Gerçekten de Cemal Süreya’nın ölümü, bir geminin batışına benziyor, çünkü gemi batarken ‘önce çocuklar ve kadınlar’ denilir; Cemal Süreya da ömrü boyunca çocukları ve kadınları çok sevmiştir. Yaşamında onlar hep öncelikliydi. Ve de şiir şöyle bitiyor: “Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama / tanıdığım Cemal gül idi”... Bizim bir Gülcemal Vapurumuz vardır, çok ünlü bir vapur. Onu ben hiç görmedim. Yıllar öncesinde söküldü gitti, jilet oldu; ama Gülcemal Vapuru’yla Cemal Süreya arasında bir bağ kurmuştum. Bu şiiri yazdıktan sonra, batan gemileri anlatan deneme kitabım “Önce Kadınlar ve Çocuklar”ı yazarken şunu gördüm: Gülcemal Vapuru Titanik’in yarı yarıya küçültülmüşü... Aynı Titanik; ama iki bacalı ve Titanik’i işleten şirketten satın almışız biz Gülcemal Vapuru’nu... ve Gülcemal, Amerika’ya giden, Titanik’in geçemediği yolu, bizim ay-yıldızlı bayrakla tamamlayan ilk gemidir. Şiiri yazarken bilmiyordum ama...


ALINTI:http://keremoz.blogcu.com/

AĞLAMAK İÇIN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI? - VICTOR HUGO


Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

HASRETTEN PRANGALAR ESKİTEN ADAM: AHMED ARİF


HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM


Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini
Seni,  anlatabilmek seni

"Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir «pazarı» olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu." diye haberini veriyordu Ahmed Arif'in Cemal Süreya. Ve tanıtmaya devam ediyor arkadaşını.
"Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur."

Ahmed Arif'i Cemal Süreya'nın diliyle tanıtmak istedim çünkü yakın arkadaştırlar. Hatta Cemal Süreya'nın kız kardeşine hiç düşünmeden koca olarak önerdiği arkadaşıdır Ahmed Arif öyle ki:Cemal süreya , çok iyi anlaştığı için kız kardeşiyle evlendirmek ister ahmed arif'i. ahmed arif te kabul eder durumu. der ki cemal süreya " Evlen kız, Türkiye'nin en iyi şairi". Ertesi gün için randevulaşılır. Ankara'da zafer çarşısının önünde buluşacaklar. Cemal süreya ile kız kardeşi Ayten beklerler; ama Ahmed Arif gelmez bir türlü. Sonradan öğrenirler ki temiz bir gömleği olmadığı için gelememiş.

Ahmed Arif'in bilindiği üzere basılı tek bir kitabı vardır o da "Hasretinden Prangalar Eskittim" Sadece ülkemizde değil dünyada da meşhur olmuş bu şiir ozanın kitabının da adı olmuştur. 
Hayatı zorluklar içinde geçen şairlerimizden biri olan Ahmed Arif tek kitabının adını böyle koymayı düşünmüyordu. Bir müddet hapishane hayatı da yaşayan ozan, şiirlerini topladığı kitabına "Dört Yanım Puşt Zulası" adını vermeyi istemekteydi. Ancak bu fikrini arkadaşı Ali Özoğuz'a açtığında tepkiyle karşılaştı. Ali Özoğuz,kitabın adının bu olmaması gerektiğini söylüyordu. Sebep olarak ozanın okur kitlesi içinde yer alan 15-16 yaşındaki çocukları gösterdi. "Onlara saygı göstermelisin Ahmed,bırak o başlık bir şiirinin dizesi olarak kalsın" Özoğuz'un söylediklerine katıldı Ahmed Arif ve Hasretinden Prangalar Eskittim olarak değiştirdi kitabının adını. Bir başka ilginç nokta: Şair birçok baskısı olan kitabının bazı baskılarında, Hasretinden Prangalar Eskittim şiiri üzerinde değişiklik yapmıştır. Hatta kendisi şöyle der: Başlangıçta bu şiirin başlığı Hasretinden Prangalar Çürüttüm idi. Fakat çürüttüm sözcüğünü sevmedi.Kulağımı tırmaladı. İç kulağımı yani gönlümü tırmaladı.Hem müzik hem de anlam bakımından eksik buldum ve eskittim yaptım o kısmı."

Büyük şair 2 Haziran 1991'de aramızdan ayrıldı.
                                                          

KENARDA KÖŞEDE KALANLAR: CEMAL SAFİ




RÜYALARIM OLMASA
Yıldızlara baktırdım fallara çıkmıyorsun
Seni görmem imkansız rüyalarım olmasa
Pencereden bakmıyor yollara çıkmıyorsun
Seni görmem imkansız rüyalarım olmasa

Zor mu geldi kalbinde bana sevgi saklamak
Yakıp gittiğin yeri dönüp bir kez yoklamak
Değil sabaha kadar seni öpüp koklamak
Seni sarmam imkansız rüyalarım olmasa

Sevmesem özler miyim seni can pahasına
Ne olur bir fırsat ver, beni bir daha sına
Adını söyleyemem senden bir başkasına
Seni sormam imkansız rüyalarım olmasa
Düşlerimde incitsem günlerce uyuyamam
Sana değil, saçının bir teline kıyamam
Yıllar sonra dönsende' nerde kaldın' diyemem
Seni kırmam imkansız rüyalarım olmasa

Yalvarırım mektup yaz beş dakkanı ayır da
Su serp yanan sineme sağlığını duyur da
Yaban gülü gibisin dağda,kırda,bayırda
Seni dermem imkansız rüyalarım olmasa...


Kenarda köşede kalmış sanatçılarımıza değimeye devam ediyoruz. İlk yazımda Selahattin Aldanır'dan bahsetmiştim hatırlarsanız.Bugünse varlığını çok sonra öğrendiğim bir şairi tanıtmak istiyorum.Cemal Safi. Ülkemizde arabesk müziğin krallarından sayılan Or
han Gencebay'la açmalıyım sözü. Öncelikle belirtmeliyim ki Gencebay'ın sıradan bir fantazi müzik icracısı olduğuna inanmıyorum. Dolayısıyla popüler kültürün ürünü yüzlerce demogojik eser sahibinden ayırıyorum kendisini. Küçük yaşlardan itibaren biraz da yaşadığım çevrenin etkisiyle Orhan Gencebay şarkılarını keyifle dinlemişimdir. Her seferinde bu şarkıların sadece melodisine değil sözlerine de hayran kalmışımdır. Nedense üniversite yıllarıma kadar bir araştırma yapıp da Orhan Gencebay şarkılarının söz yazarını araştırmamıştım.Araştırdığımda fark ettim ki Gencebay'ın birçok şarkısı Cemal Safi'nin şiirlerinin bestelenmiş halleriymiş. Gencebay'ın müzik kültürü ile yoğrulan şiirler harika eserlere dönüşmüş. Belki sizlerin de severek dinlediğiniz bazı parçaların aslında Cemal Safi şiirleri oldukları, her birinin edebi bir yanının bulunuşu çok etkileyici.

Cemal Safi'nin birçok şiirine göz atarsanız, Leyla ile Mecnun aşkına benzer bir aşkla karşılaşırsınız. Ulaşılamayan sevgili genelde tasvir edilir onun şiirlerinde. Cemal Safi'nin şiirleri modern dünyanın aşk acısı çeken bıçkın delikanlısının izlerini taşır. Birkaç örnekle süsleyelim yazımızı ve bitirelim:
AYŞEN

İklimler çileme çare bulmuyor.
Mevsimler halimi sormuyor Ayşen...
Sakiler derdime derman olmuyor.
ŞarkIlar yaramI sarmIyor Ayşen...

İlkbahar, yaz derken hazanım soldu.
Murada ermeden miyadım doldu.
Kalb gözüm, ellere bakar kör oldu.
Senden başkasını görmüyor Ayşen...

Hasretin tüketti bütün varımı,
Seraba döndürdü hülyalarımı,
Ne kadar süslesenrüyalarımı,
Sabahlar hayıra yormuyor Ayşen...

Ağlarsan, matemin yağar geceme,
Gülersen, mehtabın doğar geceme, ;
Lale devri geldi gönül bahçeme,
Senden gayri çicek girmiyor Ayşen...

Kapattın gönlümün sevinç yönünü,
Ümidim görmüyor sensiz önünü,
Takvimler bilmiyor dönüş gününü,
Saatler vuslatI vurmuyor, Ayşen...

Feleğe isyanım arttı gitgide,
Gençliğim su gibiaktı gitti de,
Ömrümü ellere sebil etti de,
Bana bir damlanı vermiyor Ayşen...

Ardından çilemem çağlamam diye,
Yas tutup karalar bağlamam diye,
Kaç kez and içtiler ağlamam diye,
Gözlerim sözündedurmuyor Ayşen...

Ey alev yanaklım,volkan dudaklım,
Ne bir yalanım var, ne gizlim, ne de saklım,
Her şeye erdi de zavallı aklım,
Seni unutmaya ermiyor Ayşen...

Dostlarım namımaFerhat dese de,
Ruhum aşk elinden imdat dese de,
Kör şeytan resmini yırt at dese de,
Ellerim bir türlü varmıyor Ayşen




YA EVDE YOKSAN
Aşkınla ne garip hallere düştüm.
Her şeyim tamam da bir sendin noksan,
Yağmur taş demeden yollara düştüm.
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Elbisem gündelik,pabucum delik,
Haberin olsa da sobayı yaksan.
Yağmur iliğime geçti üstelik,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Sarhoşsan kapıyı çaldığım anda,
Fahişeler gibi açık saçıksan,
Bir de ufak rakı varsa masan da,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Bakkala gitmeme lüzum kalmasa,
Durumu anlardın,takvime baksan,
Allah vere misafirin olmasa,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Kıvırcık marulun vardır inşallah,
Bir salata yapsan,bol limon sıksan,
Senin de iştahın iyi maşallah,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Sabahlara kadar içsek,sevişsek,
Ne ben işe gitsem,ne sen ayıksan,
Derin bir uykunu içine düşsek,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Ne kadar üşüdüm,nasıl acıktım,
İlk önce sıcacık banyoya soksan,
Sanırsın şu anda denizden çıktım,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Yanlış mı aklım da kaldı acaba?
Muhabbet sokağı numara doksan,
Boşa mı gidecek ,bu kadar çaba,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

Ya yolu kaybettim,ya ben kayboldum,
Ne olur bir yerden karşıma çıksan,
Tepeden tırnağa sırılsıklamım,
İçim ürperiyor ,ya evde yoksan .

"Cemal safi 1938 yılında Samsun’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini orada tamamladı. Şiirle ilgisi küçük yaşlarda başladı ancak 40 yaşına dek fazla dışa açılmadı. Yetmişli yılların sonlarında değişik çevrelerde adı duyulmaya başladı. Başta sevgi ve sevgiden doğan her türlü duygunun şiirini ustalıkla kâğıtlara aktarmayı başarmıştır. Ayrıca yazdığı taşlamalarla da büyük beğeni ve takdir kazanmıştır. 40 tanesi Orhan Gencebay tarafından olmak üzere 253 şiiri bestelenip sanatseverlerin yüreklerine şarkı olarak işlenmiştir. Bunlardan “Rüyalarım Olmasa” ve “Vurgun” adlı şiirleriyle 1990 ve 1991’de yılın şairi seçilmiştir. Her yıl Akçay Şairler ve Bestekârlar Şenliğini düzenleyerek şiire olan katkısını sürdürmektedir. Şiirlerinin bir bölümünü topladığı, Vurgun (1978), Sende Kalmış (2000) ve Kıyamete Kırk Kala (2002) adlı kitapları yayımlandı.