31 Temmuz 2011 Pazar

BİR YANI DEMİRDEN KOR BİR YANI AKLI SELİM

Divan edebiyatı öyle uçsuz bucaksız bir derya ki günümüz şiirinde ne yazık ki bu söz ustalığını, zeka pırıltısını ve samimiyeti pek göremiyoruz. Daha önce buradan pek çok Divan edebiyatı yazısı paylaştık. (Bunun gibi) Pek tabii bunlar bizden önce de bilinen şeyler ancak yeni öğrenenler için yararlı olduğu inancındayım.

Bugün Osmanlı padişahlarının belki de en kararlı, en cesur ve en yeteneklilerinden Yavuz Sultan Selim'in yani mahlası ile "Selimî" nin bir kıt'asını paylaşayım istedim. Belirttiğim gibi pek çok yerde görebileceğiniz bir kıt'a ancak yeni öğrenenler için keyifli olacaktır.

Bildiğiniz gibi Yavuz'un Osmanlısı özellikle Doğu'da ve Orta Doğu'da önemli topraklara ulabilmiştir. Bunların belki de en önemlisi bugünün İran'ı olarak değerlendirebileceğimiz Safevi İmparatorluğu'nun topraklarıydı. Bu, henüz tam olarak devlet teşkilatını kuramamış Türkmen topluğuğun başında bildiğiniz üzere Şah İsmail vardı. Şîîliği kendilerine rehber edinen Şah ve toplumu giderek çatırdayan Anadolu Sünniliği için bir tehdit oluşturuyor, Sultan Selim'in canını sıkıyordu. Şah sadece bir devlet lideri değil önemli bir din adamı ve şairdi de. Önceleri Hıtayî , Çaldıran hezimetinden sonra ise hatayı kendinde bularak Hataî (hata yapmış olan) mahlaslarını kullanan, Osmanlıların dilinde Çocuk Şah diye adlanan bu önemli lider şiirlerinde kullandığı Öztürkçe ile belki de Türk folkloruna diğerlerinden daha çok katkıda bulunmuştur.

Rivayete göre her alanda çekiştiği Şah İsmail'i şiirde de yerle yeksan etmeyi amaçlayan Yavuz, Şah'a yazdığı bu şairanelik ve akıl gerektiren kıt'ayı göndermiş ve şiir alanında da yeteneğinin Şah'tan üstün olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.

Kıt'aya dikkat ederseniz dizelerin soldan sağa ve yukarıdan aşağıya aynı olduğunu göreceksiniz. Oldukça zekice ve zahmet çekilerek hazırlandığı belli olan bir kıt'a bu.



dildar: gönül çalan sevgili
ağyar: yabancı, el
sadıkane: sadık kimseye yakışır şekilde


26 Temmuz 2011 Salı

BENCE TÜRK ŞİİRİ VE ŞAİRİ...

Geçen gün dinlediğim 80'li yıllarda ilk gençliğini yaşamış bir şair, günümüz sanatçısının şanssızlığından dem vurarak: "Bizler Türk şiir dünyasının duayenleri kabul edilen pek çok şairin bu dünyadaki son dönemlerine yetiştik. Pek çoğu edebiyat dünyamız için vazgeçilmez sayılan ve farklı anlayışların şairleriydi. Günümüzde bu adamların hemen hemen hiçbiri kalmadı. Günümüz şairinin en büyük talihsizliklerinden biri bu" diye konuştu.

Adını anımsayamadığım bu şairin sözleri bana kalırsa çok doğru. Bu yazımda günümüz şairinin sıkıntılarından ya da günümüz şairinin bizzat kendisinden bahsetmeyeceğim. Böyle bir yazı yazmayı düşünüyorum ancak daha zamanı var. Bugün duayen diyebileceğimiz kişileri -haddim olmadan- kendi şiir penceremden değerlendireceğim. Bu değerlendirmeyi yaparken kendime sınır koymayı pek düşünmüyorum baştan belirtmeliyim.

Tanzimat sonrası şiirinden başlamak istiyorum -ki Divan sanatçılarını başka bir yazıda işin içine katarız- . Tanzimat ile Cumhuriyet dönemi arasında şiir zevkime yakın hissettiğim sanatçı sayısı çok değil. Abdülhak Hamit'in yürekten yakarışını yani Makber'i saymazsak şiir anlamında Tanzimat'ı neredeyse yok kabul ediyorum. Servet-i Fünun'da şiirin kulağa hitap etmesi ilkesine sadık kalan Cenap Şehabettin'i ve Türk şiirine düşünceyi, bilimi sokarak farklı bir soluk getiren Fikret'i keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Tabii ki bu Türkiye öncesi dönemin en iyisinin Ahmet Haşim olduğunu, onun günümüz şiirini ve şairini dahi aşan bir yeteneğe sahip bir şair olarak tanımladığımı belirteyim. Bu saydığım sanatçıların tek talihsizlikleri 90 yıl evvelinin dilini anlayamayan bir neslin ecdadı olmalarıdır.

Türk şiirinin macerası pek tabii Cumhuriyet'ten sonra anlam kazanıyor bizim gibi genç kuşaklar için. Milli edebiyat akımının hamasi ruhunun beni hiç cezbetmediğini ve bu dönemde ürün veren pek çok sanatçının gerçek işlerinin düşünce üretmek olduğunu söylemeliyim. Bu dönemde eser veren Beş Hececiler akımının baş temsilcisi Faruk Nafiz Çamlıbel'i belirttiğim sanatçıların dışında tutmalıyım. Hece gibi günümüz için demode diyebileceğimiz bir tarzın mükemmel örneklerini vermiş bir zaat Çamlıbel. Hece'yle sözü altın gibi işleyen Necip Fazıl'ın bir gömlek altında görsem de şiirlerindeki lirizm ve söz ustalığı onun bendeki yerini sağlamlaştırıyor.

Garipçilere geçmeden önce büyük üstadlar oldukları her şiirlerinden belli olan M.Akif ve Yahya Kemal'e bir parantez açmalıyım. Bu büyük söz üstadları da sanırım kendilerini dil ve düşünce anlamında anlayamayan yeni neslin kurbanlarıdır.

Orhan Veli ve arkadaşlarının getirdikleri, günümüz şiiri için her ne kadar yüzeysellik, basitlik, tekerleme gibi algılansa da geliştiği dönem çerçevesinden bakıldığında bu adamların yaptıkları büyük bir iştir dedirtiyor. Orhan Veli'nin söze getirdiği rahatlığın ve mizahi unsurların günümüz şiirinin de büyük bir ihtiyacı olduğu ortadadır. Türk şiiri bir başka Garip hareketine günümüzde mecbur kalmıştır.

Şiirin ölüm meleği Cahit Sıtkı Tarancı Türk şiirinin özgün bir örneğidir. Onun şiirine basit ya da kötü demek ahmaklığın ötesinde olacaktır.

Nazım Hikmet ve Necip Fazıl'ın Türkçenin iki büyük üstadı olduklarını anlatmak için makaleler, denemeler yetmez tabii. Her ikisinin de sözcüklere adeta dans ettirdikleri, ne kadar büyük bir yeteneğe sahip olduklarını gösteriyor. Dünya görüşlerine iman edercesine bağlı kalan bu iki söz efendisini Türk edebiyatının cins şairleri arasında görüyorum pek çok kişi gibi. Haşim, Nazım, Kısakürek...

Garipçilerin etkisi oldukça uzun sürüyor malumunuz. Bu dönemde çıkan pek çok şair ne yazık ki asıllarının kötü birer kopyasıdır.

Felsefeyi şiire getiren şair Fazıl Hüsnü'ye saygım sonsuz olsa da şiirlerinden keyif almadığımı itiraf etmeliyim.

Bu dönemde Garipçilere karşı çıkan ve Mavi akımının kurucusu kabul edilen Attila İlhan'ın önemli ancak hakkı hakkınca verilmemiş bir şair olduğunu düşünmekteyim. Attila İlhan yalnızca şiir değil pek çok dalda ürünler vermiş bir sanatçı oluşu belki de onun şiirinin aleyhine olmuştur.

"İkinci Yeni", şiirimiz ve sanırım günümüz şiiri için bir dönüm noktası. Varoluşçuluk, gerçeküstücülük, post-modernizm gibi akımların egemenliğini hissettirdiği bir dünyada sırtını tamamiyle imgelere yaslayan bu şiir anlayışı en iyi temsilcilerini pek tabii o günlerde yetiştirmiş ancak ne yazık ki günümüze İkinci Yeni akımına özenen kötü taklitçileri kalmıştır.

Cemal Süreya ve Sezai Karakoç'un haricinde İkinci Yeni akımına dahil edilen şairlerin şiirlerinden büyük keyif aldığımı söyleyemem.

Cahit Külebi'nin ve Behçet Necatigil'in kendilerine has bir tarzları olduğu kesindir. Cahit Külebi'yi samimiyetinden ötürü, Necatigil'i ise anlaşılmazlığı sevimleştirdiği için seviyorum diyebilirim. Tabii Necatigil'de evimin sıcaklığını bulduğum da doğru. Bu iki sanatçının şiirimize önemli değerler kattığına inanıyorum.

Son dönem sanatçılarından Sunay Akın'ın oldukça önemli bir şair olduğu görüşünde olsam da kaderini Attila İlhan'a benzettiğim sanatçının kıymeti pek bilinmiyor gibi. Şiirlerinde şiirimizin yeniden muhtaç olduğu Garip izlerini rahatlıkla bulabiliyor ve sıcacık gülümsüyorsunuz. Tabii anlaşılmazlığı ve soğukluğu tercih eden günümüz şiiri için üvey evlattır onun şiiri.

Başta da belirttiğim gibi ne hissediyorsam onu yazacaktım ve öyle de yaptım. Kısa bir değerlendirmeydi sonrasında belki daha uzun uzadıya anlatırım düşündüklerimi....


24 Temmuz 2011 Pazar

TOL



Radikal Kitap eki bu kitabı son on yılın en iyi romanı olarak sunmuş.Aslında bu sunum tam da yaşadığımız büyük kopuşu anlatıyor bize.Kısaca özetlersek kitap bizi iç içe geçmiş hikayelerle 70'lerin kurtarılmış mahallelerine, Che Guevera tarzı gerillacılığın yüceltildiği devrimci ruh haline götürüyor.Tabii bu dönemin hunharca ezilmesine de.Kitabın ana konusu da burada başlıyor zaten.Yeni dönemin parçaladığı hayatlar, iyileşemeyecek kadar yaralanmış ruhlar, var olan yeni düzen ve topluma hatta kendilerine karşı sonsuz bir öfke.

Yazar postmodernist bir yazım tekniğiyle yazıyor, anlatıyor.Kısaca öfkenin romanı diyebiliriz ''Tol'a''. Asıl ironi de burada zaten. Rasim Özdere'nin meclis ödülü alıp LYS edebiyat sorularında sorulduğu bir dönemde, ''Tol'u en başarılı roman seçmek hala toplumsal gettolarda yaşadığımızın bir kanıtı bu coğrafyada.Ortak acılarımız kurtuluş savaşından bu yana maalesef yok.KürtlerTürklere, islamcılar sosyalistlere yabancı. Tam bir yok sayma hali. Nerede çoksak orada bizden olanı seçiyor, yüceltiyoruz ve bu ruh hali bir çok edebiyatçıyı linç ettiriyor. İslamcılar Nazım Hikmet'i, Türkçüler Elif Şafak'ı, Sosyalistler Cemil Meriç'i yok sayıyor. Sanmayın bu yazarları yüceltenlerin de sanatsal zevk aldığını, onlar yalnızca safları sıklaştırıyorlar.

''Tol" a gelecek olursak, şahsi kanım başarılı bir roman ;ancak son on yılın en iyi romanı olup olmadığını değerlendireceklere daha edebi kıstaslarla bakmalarını öneririm.Cemil Meriç'in güzel bir sözü sanırım ülke olarak durumumuzu çok güzel anlatıyor: ''-izmler insan aklına giydirilmiş deli gömlekleridir.''

23 Temmuz 2011 Cumartesi

MECNUN KADAR SEVEBİLİR MİSİNİZ?





Mende Mecnun'dan fûzun âşıklık istidâdı var
Âşık-ı sâdık menem Mecnun'un yalnız adı var




*Bende Mecnun'dan fazla aşıklık yeteneği vardır, sadık aşık benim, Mecnun'un yalnızca adı vardır


diyerek aşıklık mertebesinde Mecnun'dan daha ileride olduğunu iddia eden Fuzuli'nin kendi aşkını yüceltmeye çalışması hem anlaşılabilir hem de takdire şayandır. Burada üzerinde duracağım nokta edebiyatımızı derinden etkilemiş halk hikayeleri, bu hikayelerdeki tipler ve tabii ki Mecnun'un bu tipler arasındaki yeri olacak.


Bildiğiniz gibi Ferhat ve Şirin(Hüsrev ü Şirin), Kerem ile Aslı, Leyla ve Mecnun Türk edebiyatını derinden etkilemiş halk hikayeleridir. Bunun yanı sora W.Shakespeare'nin muhteşem eseri Romeo ve Juliet de dünyaya mal olmuş aşk hikayelerindendir. Bu hikayeler genel anlamda Arap ve Fars kökenli olup sadece Kerem ile Aslı kendi kültürümüzün ürünüdür.


Bu hikayeleri göz önüne alıp Mecnun'u düşünürken diğer halk hikayelerindeki erkek tiplerinden farklı özellikler taşıdığını fark ettim ve bunları yazmayı uygun gördüm.
Adını saydığım bütün hikayelerin aşık olan erkek tipleri, birer hareket adamıyken Mecnun'un pasifliği, içine dönüklüğü insanı ister istemez onun hakkında farklı düşündürüyor. Baştan belirtmeliyim ki buradaki amacım hangi tip daha çok sevmiştir, en büyük aşık hangisidir gibi bir tartışmaya yol açmak değildir.


Ferhat ve Şirin hikayesinde bildiğiniz gibi Ferhat, Sultan olan Şirin'in annesi Reba Sultan'ın "Şu dağdaki suyu ülkeye getirirsen kız senindir" vaadiyle dağı delmeye kalkışmış, Sultan'ın sözünden cayması ve yandaşı cadının işler karıştırmasıyla kaçırılan Şirin'in peşine düşmüştür. Ferhat hikayede aşkı için savaşmaktan korkmayan bir yiğit insan tipidir.


Kerem ile Aslı'da, Kerem'in beşik kertmesi olan ;fakat yüzünü ancak bir av sırasında yemyeşil bir çayırda gördüğü Aslı'sına kavuşma mücadelesi anlatılır. Bu iki aşığın arasında yine bir cadı büyüsü vardır. Adeta bir kara çalı girer araya ve aşıklar birbirlerine bir türlü kavuşamaz. Hikaye boyunca hem sanatçı kişiliği hem de mücadeleci kişiliği ile bir yiğit insan tipi çizilir. Kerem her türlü zorluğa karşı kavuşmak için çırpınmış, savaşmaktan kaçmamıştır.


Romeo ve Juliet, hikayesindeki Romeo, Juliet düşman ailenin bir ferdi olsa da kahramanca ailesine ve düşmanlarına karşı mücadele etmiş, rahibin önerisiyle ölü taklidi yapabilmek için aldığı iksiri içen Jüliet'in öldüğüne inanarak intihar edebilecek kadar kahramanca davranmıştır.


Bütün bu kahramanların ardından gelelim bizim hiçbir şey yapmayan Mecnun'umuza. Okul yıllarında tanıştığı Leyla'sına ilk görüşte aşık olan kahramanımız, ona öylesine bağlanır ki bir dakika bile yanından ayrılamaz bildiğiniz gibi. Her sözü Leyla'dır, her yaptığı Leyla'dan ötürüdür artık. O zamanlar Kays diye anılan Mecnun'un bu ilgisi Leyla'nın ailesinin Leyla'yı okuldan alması, yani toplumsal baskıdan, söz olur endişesinden boşa çıkmıştır.


Kays, Leyla'sını görmeden geçirdiği günlerde daha da tutulur aşkına ve her sözde onu araması, herkese Leyla'yı sormasıyla cinlenmiş manasına gelen Mecnun lakabıyla anılmaya başlar. Hikayeyi bilenler bu duruma üzülen babasının Leyla'yı oğluna istediğini, ancak Mecnun diye anılan bir gence kızını veremeyeceğini söyleyen zalim babayı hatırlarlar.


Diğer hikayeleri düşündüğümüzde Mecnun'un bu andan itibaren harekete geçmesini ve Leyla ile kavuşmak adına her şeyi yapmasını bekliyoruz. Belki de Mecnun Leyla'sına kavuşmayı çok arzulamıştır; ancak bir gerçek var ki asla harekete geçmemiştir. O, Leyla'nın aşkıyla mutludur. Onun aradığı Leyla'nın teni değildir. Babası bu aşktan kurtulsun diye onu Kabe'ye dua etmeye götürdüğünde bile ellerini semaya açarak : Ya Rab! Aşk belasıyla beni tanıdık eyle! Bir an beni aşk belasından ayırma! Sevgi belasında ağırbaşlılığımı bozdurma! Dostlar ayıplayıp bana vefasız demesinler! Sevgilimin güzelliğini gittikçe artır! Geldikçe derdine beni daha beter tutkun eyle" der ve dua eder. Baba şaşkındır tabii ve oğlundan ümidini keser. Belki de içinizden be adam böyle bir dua edeceğine kaçır işte kızı diyorsunuzdur.


Çöllere kendini vuran kahramanımız, derdini dağa taşa açar, Leyla'nın güzelliğine şiirlerini kuşlara, ceylanlara okur. Onlarda Leyla'nın güzelliğini görmektedir. Bu güzel şiirleri duyan Nevfel adında bir yiğit Mecnun'a acımış ve Leyla'sını almak için Mecnun'u da ikna ederek Leyla'nın kavmine savaş açmaya karar vermiştir. Fakat bu savaş sırasında kendisine danışman seçtiği Mecnun, Leyla'nın kabilesi kazansın diye dua etmektedir. O Leyla'sının içinde bulunduğu bir ordunun nasıl yenilmesini isteyebilir ki.


Mecnun, yeniden çöllerdedir. Sevdiğinin bir adamla İbn-i Selam'la evlendirileceğini duyduğunda ah ü zar eyler ama ne fayda. Mecnun'un tek yapabildiği sitem dolu bir mektup yazarak arkadaşı Zeyd aracılığı ile onu Leyla'ya iletmektir. Mecnun, aşkını ve sitemini içinde yaşayan aşk sarhoşu olmuş bir kahramandır.


Bir süre sonra İbn-i Selam'ın öldüğü haberi gelir Mecnun'un kulağına. Belki de bu çöl aşığının bu durumdan fayda umup göklere fırladığını düşünebilirsiniz ;ancak Mecnun kendisinden bekleneni yapar ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Kendisine haberi muştusunu isteyerek ileten Zeyd'e dönerek şunları söyler: Ey vefalı dostum, benim bu yolda ar ve namusum yok mudur? Sevgilisine canını veren ulaşmıştır. Canını vermeyen arada kaybolmuştur. O benim dostumdu, düşmanım değil. Ona hem o, hem de ben aşıktık. O, canını vererek kavuştu. Kendi derecesinde olgunluğa erişti. Benim noksanlığım tamamlanma halime ağlıyorum diye beni ayıplama! Canını sevgilisine feda kılan gerçek aşıktır. Canına kıymayı göze alamayan sevgili istemeye kalkışmasın. Canını vermeyen noksanlığını itiraf etmelidir."


Evet sonrası malum, kahramanımız çöllerde dolanmaya devam eder ve Leyla, Mecnun'u için çöllere düşer. Evet evet, bayan karakter harekete geçmiştir, yanlış anlamadınız. Mecnun, aşk şarabıyla öyle sarhoştur ki gözü artık Leyla'yı dahi görmemektedir.


Sözün özü şöyle ki ben Mecnun tipini daha canlı, daha bizden daha insancıl buluyorum. Mecnun, sevginin yalnızca tensellikte olmadığının dersini muhteşem bir şekilde vermiştir. Ayrıca hikaye diğerlerine göre kadın ve erkek eşitliğine daha uygundur ve bir anlamda törenin kadını kısıtlamasına bir başkaldırıdır. Sadece erkek karakter değil kadın karakter de aşkı için mücadele vermiştir. Yazının kilit noktası tabii ki İbn-i Selam'ın ölmesi üzerine Mecnun'un ağlamasıdır. Fuzuli hikayede durumu tasavvufi olarak değerlendirse de aşık olduğu insanı seven birini Mecnun'un sevmesi, onun ardından göz yaşı dökmesi belki de olgunlukların en üst noktasıdır. Bugünkü aşklara bakarak yorumu sizlere bırakıyorum.



"Bilmem seni kime bıraktım diye
Üzülmem
Seni seven beni de sevmeli"

Y.G










18 Temmuz 2011 Pazartesi

AÇLIK OYUNLARI-Suzanne Collins


Birkaç gündür Suzanne Collins'in Açlık Oyunları romanını okuyorum. Bugün bitirme fırsatı bulduğum roman için bu sıcak yaz günlerinde keyifle okunabilecek bir "avuntu" roman diyorum.

Bu avuntu sözcüğünü kullanırken genellikle yaz aylarında sahillerde çalan "bakkal" diye tabir edilen şarkılar geldi aklıma. Romanın "bakkal"ı olur mu bilmem ancak böyle bir tabir kullanacaksak Alacakaranlık ve Açlık Oyunları serilerini bu kategoriye sokabiliriz.

Edebi eser nasıl olmalıdır, tartışması sanırım sadece günümüzün sorunu değil. Bu mesele üzerine çokça fikir üretilmiştir. Büyük satış rakamlarına ulaşan kitapların edebi olup olmadıkları hususu çokça tartışılmıştır. Açlık Oyunları da bir dönem çok satanlar listesinde zirveye çıkmış bir serinin ilk kitabı. Doğruyu söylemek gerekirse bir seri kitap olduğunu fark etmeden bir tavsiye sonucu edindiğim Açlık Oyunları'nı hiç sıkılmadan ve merak ederek okudum.

Kitabı okurken sanatsal anlamda tatmin olmadığımı hissediyordum. Bazı şarkılar vardır ilk anda inanılmaz güzel gelir kulağınıza ancak kısa süre sonra o şarkıyı tüketeceğinizi bilirsiniz ve belki de bir daha asla dinlemezsiniz aynı şarkıyı. Açlık Oyunlarını okurken hissettiğim duygu tam olarak buydu. Büyük keyif alıyordum ancak hafızamda asla yer etmeyeceğinin farkındaydım.

Roman fena sayılmayacak bir konu üzerine bina edilmiş. Meçhul bir yıkımın ardından mıntıkalara ayrılan Kuzey Amerika (Paem) Capitol adı verilen bir merkez tarafından yönetilmektedir. Capitol insani duyguların neredeyse unutulduğu ve mıntıkaları esir kampı gibi yöneten caniler topluluğundan başlası değildir. Eskilerin gladyatör şovlarına benzer acımasız bir oyun düzenleyen Capitol, oyuncularını bu mıntıklardan seçmektedir. Baş kahraman Katniss'in eşliğinde dediğim gibi sürükleyici bir hikayenin içinde bulacaksınız kendinizi ancak tatmin olacağınızın garantisini veremiyorum.

Her şeye rağmen bu sıcak yaz günlerinde nefes nefese bir oyunun içinde bulmak istiyorsanız kendinizi bu serinin ilk kitabı Açlık Oyunları ile maceraya atın. Keyifli okumalar...


HER DEM YAŞAR


Edebiyat Meclisi sadece edebiyatın değil sinema, müzik gibi diğer güzel sanat dallarına da yer verilen bir site. Bu kez sizlerle bir radyo programını paylaşacağım.

TRT FM çeşitli sanatçıları mikrofonun başına çekerek büyük bir iş becermiş. Bunlar: Ferhat Göçer, Mazhar Fuat Özkan üçlüsünün Fuat'ı, Erhan Güleryüz ve şimdi tanıtacağım Yaşar.

Her Dem Yaşar, pazartesi günleri 22:00 ile 24:00 arasında TRT FM'de yayımlanan bir program. Programın ana sesi Yaşar, birkaç haftada bir çeşitli konseptlerle dinleyenlerin karşısına çıkıyor. Örneğin son haftalarda Barış Manço ve MFÖ özel geceleri yapıldı. Yeni konsept ise Grup Gündoğarken.

Sanatçının sesinden CANLI CANLI harika şarkılar dinlemeyi arzu ediyorsanız size kısa bir yol verelim: http://www.trt.net.tr/Canli/canli.aspx?kanal=RADYOFM&slv=0

6 Temmuz 2011 Çarşamba

POLAT ONAT - SON


Daralan bir fotoğraf gelincik nasıl solarsa / Sana sesleniyorum şiirin ötesindeki hey… diyerek sesleniyor şair “Yürek” şiirinde. Polat Onat’ın ilk şiir kitabı “Son” şairin şiir adına son kitabı olamayacağını o günlerden belli ediyor.


“Son” artık ondan ötesi ya da başkası olmayandır bazen. Bazen en arkada kalandır. Nihayete ermiş olandır. Bitmek tükenmek, ya da ölüm olarak da tanımlayabilirsiniz.


Evet, "Son" kitabı sizleri kapı önünde karşılayan bir ev sahibi gibi: yol gösterici, misafirperver, hürmetkâr… Bu yargıya Onat’ın şiir dünyasında bir geziye çıkmadan önce beni karşılayan sayfalar sayesinde vardım. Onat “son” sözcüğünün ve başka sözcüklerle oluşturduğu öbeklerin hangi anlamlara gelebildiğini okuyucuya sunarak onları bu konu hakkında düşündürüyor ve belli ki harika bir yolculuğa hazırlıyor. Sonsuza ya da şairin yarattığı dünyaya bir yolculuğa çıkıyormuşsunuz hissiyatı kaplıyor içinizi. İsterseniz kitabı okumadan önce sizi bu maceraya biraz daha hazırlayalım…


"Sorular" şiiriyle başlıyor kitap. “Sorular” öyle bir “girizgah” olarak tasarlanmış ki, kitaptaki her şiirin ardından bir şeyleri sorgulayacağınızı hissettiriyor size. Cevaplar arayan bir şaire yardım edecekmişsiniz gibi bir tavır takınıyorsunuz. “Cevapsızlığın kunduzuna her zaman inanan” Onat, her dem sizi meraklandıracak ve sonunu size bırakacak bir şeyler buluyor tabii. Sorular şiirinin ardından okuyacağınız hemen her şiir 6-7 dizelik bentlerden oluşuyor. Şiirlerin bunca kısa yani yoğun oluşu aslında okurun kendi hayal dünyasında özgür bırakıldığı fikrini doğuruyor bende. İmge konusunda özellikle “tezatları” ve “soyutlamayı” sıklıkla kullanan şair, yazımın başında da belirttiğim gibi misafirperver bir ev sahibi misali okuru yarattığı hayali dünyada bir gezintiye çıkarıyor.


“Belki bir kurtuluş biliyorsun anlatmak / Paramparça bir sandal yüzerken koltukta / İlk kez huzuru gördüm mutluluktan kederli” dizelerinde olduğu gibi şairin pek çok dizesinde imgelere ve tezatlara yaslandığını gözlemliyorsunuz. Şairin alışıldık söylemler kullanmadığı ortada: “Huzur”u mutluluktan kederli bir haldeyken bulan şairin huzursuzluğunu tezatlardan yararlanarak pek çok şiirde anlatabiliyor olması etkileyici. Şairin şiirlerindeki imgelerin yoğunluğu “İkinci Yeniciler”le örtüşüyormuş gibi görünse de Onat, İkinci Yenicilerin birçoğunda gözlemlenen “anlaşılmazlığı arama” yanlışına düşmüyor. Şiirlerinin tamamına yakınında “anlaşılmayı” hedefleyen şair “Son” kitabında her şiirinde bir romana sığabilecek hikayeleri paylaşma isteği ile dolu olduğunu hissettiriyor okuruna


Kalemindeki hiciv yeteneğini toplumsal meselelerde ara ara gösteren şair, kaleminden kam damlatan dizelerine bizleri Filistin meselesi üzerine yazdığı “Savaş” şiirinde tanık ediyor. Kitaptaki mekan tasvirleri sizi ilk şiirden bu yana içine çeken hayali dünyaya özgü.Anlayacağınız şairin düş dünyasında dolandığınızın her şiirde farkında oluyorsunuz :“Demek her şey bitti başlayan hatırlamak / gecede uğultular tenha bir rıhtımın sustuğu / ufka doğru kapanıyor bulutsuz deniz / boşluk bırakarak kaybolup gidecek” , “ tan vakti uyanınca günün ışığı ilk sardığı / bir güvercin yırtacak gökyüzünü makasıyla”.



Şiirlerinde yarattığı dünyada olduğu gibi özgür kalmayı yeğlemiş Polat Onat. Son’daki bütün şiirler serbest nazmın güzel örnekleri arasına girebilecek düzeyde. Onat, okuru imgelerinin gizeme sürükleyen yanlarıyla yakalamayı yeğliyor . Tema ne olursa olsun şiirlerine hakim olan lirizm, okurun yüreğinde mutlaka bir iz bırakıyor.

Dağlarca’nın hakkında “Şiirin üzerine varılmaz. Şiir varır insanın üstüne, çabalarınızda başarılı olacağınıza inanıyorum” sözlerini ettiği şair “üzerine varan şiiri” Son kitabında okurlarına göstermeyi bilmiştir. Onat, bir sonraki bölümünü heyecanla bekleten bir film gibi sonlandırmıştır ilk ama “son” olmayan bu güzel kitabı.



… öyle sabit havada asılı kalan iki kuru yaprak

Ve uğultusu rüzgarın tahteravalliyi sarsan

Hep beraber tozlanıyoruz fotoğraf albümünde

Çekmecenin içindeyiz unutulmuş sonsuza dek

Sana doğru koşarken

Önemli olan

Şey.



***SATIN ALMAK İÇİN: tıklayın


EDEBİYAT MECLİSİ 2. ŞİİR YARIŞMASI

Değerli Edebiyat Meclisi okurları. 2.sini gerçekleştirdiğimiz şiir yarışmasına şiir gönderen tüm okurlarımıza teşekkür ediyoruz.

5 Temmuz itibariyle edebiyatmeclisi@hotmail.com adresine gelen şiirler arasından 4'ünü sizlerin oylarına sunuyoruz. Şiirler 15 Ağustos 2011 tarihine kadar sitemizde oylarınıza açık kalacaktır. Kazanan şiir 16 Ağustos günü açıklanacaktır.

Oylama sürecinde bizleri yalnız bırakmayacağınızı umuyoruz.

Sevgiyle...


Edebiyat Meclisi


EDEBİYAT MECLİSİ 2. ŞİİR YARIŞMASI ADAY ŞİİR: NİSAN YAĞMURLARI

nisan yağmurlarını sayma
sen ilkimsin!
sıcağı ve soğuğu aynı anda
yaşatan o iklimsin

ben ağzı sütten yanıp
yoğurdu üfleyerek yutan
büyük romanların silik kahramanı
korkak, naif, kaçan
aceleci
ve
rutine bağımlı
sıkıldım buralardan...

sıktı böyle hesaplı yaşamak
şimdi iyi anlıyorum garip olanları

geçim derdi nedir?
şiir derdi nedir?

nisan yağmurlarını sayma
sen ilkimsin
ilk yanlışını yapan bir çocuk
elini ateşe sokar da yakar ya
ne yapacağını sonra öğrenir
bilirsin...

EDEBİYAT MECLİSİ 2. ŞİİR YARIŞMASI ADAY ŞİİR: SABİT MUHACİR

her an

herhangi biriyle

her yere

her şekilde… gitme ihtimali sıfır

yolcusuz bavullara benzetti kendini yine yüreğim


amansız sonuçlara

dumanlı sürprizler eklenmiş

şüphesi orta-baharı andıran

pür-debi varlığına-revan dereyim


kalbime işin düştüğü biran kepenklerini indireyim


seçimsiz gidişlerinde sonucu değiştiremeyen ama

mütemadiyen kullanılan boş bir reyim


ne bileyim?

çok bencil sana yaşayan,

sana yaşlanan, merhum bir bireyim


total aşklar beslemişim bavulumda

ve her yolculukta

bundandır

en şehvani gecelerde

şahmaranı hissetmem koynumda

dileyim

pervasız sirayetlere zerk edilmiş zehirli bakışlarını sindireyim


hafızamda kayıtlı visal hatların

gözümle görmeyince gönlümü kolay katlarım

gönül görmese gözün ve diğer uzuvların işi daha kolay aslında

en tahrikkar şüpheli seçildi gönül

yaşanmış, bitmiş, denenmiş, olmamış, tekrar denenmiş, ağlanmış, yine kavuşulamamış

aşklar bazında


çok parasına az tohumlar verilmiş

az pahasına çok tohumlar sayılmış yenilgiyle basıldı

hiç yazılmayacak romanlarda aşkımız

kıpkızıl alları, çok siyah karaları doyumuna yaşadık

yine de bıkkınız


demem o ki!


har-ı deprem sözlerinde

nar-ı merhem gözlerinde

girmek istiyorum yeni bir la-dine

sen göç eyle yeter ki…

ben her zaman

hep mutedil

medine

EDEBİYAT MECLİSİ 2. ŞİİR YARIŞMASI ADAY ŞİİR: AŞKA DAİR BİR TERENNÜM

Sadrıma satır satır yaklaşan bir heyecan,
Manası gizem dolu bir nokta oldu zaman.
Akarken saçlarımdan bir yağmurun tortusu,
Sözün bittiği yerde sendin karşıma çıkan...

Düştü gönlüm gözlerinin tılsımlı yangınına,
Duydu mecnun ağladı, ferhat koştu imdada.
Bağrım yandı sevgili sen beni işitmedin!
Gönül penceresinden bir tebessüm etmedin...

Aradığım sen misin yoksa hayalin midir?
Hatıralarda saklı ıssız geceler midir?
Bilmem ki meçhule koşan yalnızlığımda
Vuslatım anlamsız bekleyişimde midir...

Matemimin bir lisanı halidir bu sözlerim belki
elbet sence basit, elbet sence boş,
tarifi kuytuya gizlenmiş dalgalar gibi,
Şiirlerim,
Kimi gönle hoş gelir kimine de boş..

EDEBİYAT MECLİSİ 2. ŞİİR YARIŞMASI ADAY ŞİİR: NE ZAMAN EVLAD

Ne zaman aydınlık geleceği için harekete geçeceksin vatanın?

Söyle ne zaman, ruhunda sökün edecek o beklenen milli cereyanın?

Ne zaman sitemini duyacaksın evlat, altındaki kefensiz yatanın?

Söyle ne zaman, kara bahtına “Süreyya yıldızı” olacaksın Atanın?



Hangi vakitte irkilerek tohum olup Anadolu"da serpileceksin?

Söyle hangi vakitte, paslanan özünü iman örsünde eriteceksin?

Hangi vakitte evlat, prangalardaki o bileklerini çözeceksin?

Söyle hangi vakitte, ağını yırtarak kendine dönüp titreyeceksin?