24 Eylül 2010 Cuma

NAZ İÇİN

Yakın bir arkadaşımın arkadaşı ölmüş dün.

Kızın resmini gördüm; tatlı kızmış. Hiç tanımamış olsam da adını çok duymuştum. Bir insanın iki gün önce yaşadığına ve artık yaşamadığına şaşırmak için adını bilmek yetiyor.

Yaş on altı. Gün Salı. Araba çarpması.

Ve o, artık yok.

Ne kadar inanılmaz geliyor, o kız iki gün önce nefes alıyor, düşünüyor, konuşuyordu. Arkadaşlarıyla gülüşüyordu. Ona dokunuyorlardı, orada olduğunu anlıyorlardı böylece. Ama o, bir daha hiç orada olmayacak.

Ne acı, öleceğini hiç tahmin etmezken ölmek. Yakında öleceğinin farkında olmak kadar acı. Mutlaka o kızın hayalleri vardı; gitmek istediği bir üniversite, sahip olmak istediği bir kariyer, eş, çocuklar… Kim bilir ne çok kez hayal etti kendi geleceğini, hiç olmayacağını bilmeden. Belki bu hafta sonu sinemaya gidecekti. Belki haftaya bir çıkma teklifi alacaktı. İki gün önce “yarın okula gitmeyeceğim” demişti annesine belki de. Evet, iki gün önce o kız konuşmuştu. Canlıydı.

Hepimiz geleceğimizi planlarız. Hepimizin hayalleri vardır; uzun ve dolu dolu bir hayat, mutlu bir yaşlılık… Ama bazılarımızın yaşlanacak zamanı olmaz. Hangimiz garanti altındayız ki? Hangimiz biliyoruz yarın da hala nefes alıyor olacağımızı? Belki yarın bana da araba çarpar. Belki yarın babam kalp krizi geçirir. Belki yarın dedem hiç uyanmaz. Belki intihar eder kuzenim.

O kız, öldüğü an ne hissetti acaba? Ne gördü? Ne düşündü? Tam o anda, tam o saniyede… Hayat vücudunda sönerken…

Peki ya şu an ne hissediyor? Nerede? Bulunduğu tek yer, sonsuz karanlık ve sessizlik mi? Yoksa gerçekten, hepimizin inanmak istediği gibi bir “öbür taraf” var mı? Yaşayan dostlarını izleyebiliyor mu bir yerlerden?

Ya izleyemiyorsa?

Ya yoksa bir “öbür taraf?”

Ya sahip olduğumuz tek şey, yaşadığımız bu hayatsa? Başka bir dünyaya gitmeyeceksek, ve geri dönmeyeceksek buraya?.. Bu düşünceler kimin canını yakmaz ki.

İki gün önce nefes alan, düşünen, konuşan o kız; ailesinin ve arkadaşlarının dokunduğu o beden, şu an toprağın altında çürümekte. Kulağa inanılmaz geliyor. İnanılmaz ve korkunç. Bir gün yerin üstünde, öbür gün altında.

Bir varmış, bir yokmuş…

PIRIL SESLİ

22 Eylül 2010 Çarşamba

Ali ile Ramazan - Acı Bir Aşkın Coğrafyasız Hikâyesi


Perihan Mağden'in son romanı raflardaki yerini aldı.Hem de içerisinde tarifsiz bir acı bulutuyla birlikte.Kimileri için eşcinsel aşk hikâyesi olarak,kimileri için de sadece şiddet görmüş yetimhane çocukları öyküsü olarak hafızalarda kalacak belki.Peki ya onların yaşadıkları?Acıları,susturulmuş isyanları,çaresizlikleri,yarım kalmış umutları,sevgi ve şevkatten yoksun, yarım kalmış hayatları?
Ne iyi yapmış Perihan Mağden bu 3.sayfa haberi olarak belleklerde sadece bir yada birkaç gün yer etmiş sonra da tozlu sisli bir karanlığa hapsedilmiş bu acı öyküyü bizlerle buluşturmakla.Kitabında yaygın olarak kullandığı amiyane tabirler,yer yer küfüre varan sözler ve en dibe vuran tanımlamalarla ve betimlemelerle öylesine içten ve bizden (halktan)bir tablo çizmiş ki;en naif,en incelikli kelimeleri bile okumaya alışık olan okuyucu eminim ki bu tabloyla bile hikâyesinin içine almayı başaracaktır.
Hikâyenin gidişatından anlıyoruz ki Ali ile Ramazanın karanlığa -belki de onlar için aydınlığa- giden yolları sayfalar ilerledikçe daha da yaklaşmakta.
Soğuk yetimhane duvarları,birbirlerinin yüreğine,sıcağına sarılmış ,aradıkları sadece karşılıksız sevgi,şevkat ve bağlılık olan iki genç delikanlı.Yokluk,en kötüsü de yoksunluk..Alıp götürüyor bizi en soğuk delhizlere.Sokak köşelerini ,bankamatikleri,köprüaltlarını mesken tutmuş o çaresiz çocukları anlayabilmek,çektiklerinin altyazısını biraz olsun okuyabilmek,yürekleri burkan çaresizliklerini,terkedilmişliklerini biraz olsun farkedebilmek için kaçırılmaması gereken bir eser bence bu kitap.
Eşcinsel deyip geçmeden evvel ,onları bu derece yoksunluğa,acıya,kötü muameleye,terkedilmişliğe ve en nihayetinde uçuruma iten bu adalet terazisi yanlışlarla dolu dünyayı nasıl değiştirebiliriz sorusunu akıllara getiren bir yazın bu.Kaç hayat kurtarırsak kâr diyerek yola çıkmak en iyisi sanırım.
Gözardı ettiğimiz hayat, bir gün gelip bizim de yakamıza yapışabilir çünki.Teşekkürler Perihan Mağden.Eminim ki ruhları şimdi daha özgür onların...
Zamansız,mekânsız bir hayatta,tüm örselenmiş ve incinmişliklerden uzakta..


(4 Mart 2010) Antalya

ENDÜLÜS'TE RAKS


Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı...
Şevk akşamında Endülüs üç def'a kırmızı...

Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir.
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir.

Yelpâze çevrilir gibi birden dönüşleri,
İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri...

Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır;
İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır.

Alnında halka halkadır âşüfte kâkülü,
Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü...

Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir;
İspanya varlığıyle bu akşam bu güldedir.

Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi;
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi...

Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli...
Şeytan diyor ki sarmalı, yüz kerre öpmeli..

Gözler kamaştıran şala, meftûm eden güle,
Her kalbi dolduran zile, her sîneden: 'Ole!'


YAHYA KEMAL

14 Eylül 2010 Salı

HİCVİYE

I
İlköğretim öğrencilerinin sınandığı
Deneme adlı bir sınavda
Öğrencinin sıkılarak
Güzel düşler kurması
Dışarı bakması mı ki yaşamak?

II
Küçücüktüm
En güzel günün cuma olduğu günler kadar küçük
Büyüdüm ve değişti
Sevdiğim gün

III
Benim de küçük şeylerden
Büyük mutluluklar çıkaran
Polyanna kılıklı bir başım vardı
Sırf pazar geceleri yıkanan
Benim de boynumu kesen kolalı yakalarım oldu
Elimde gevrek,
Ayran

IV
Öyle bir şey ki yaşamak
Kopya çekebilmenin keyfi gibi
Ya da çaktırmadığını sanmak
Yaşamak çoğu zaman
Kendini kandırmak!

11 Eylül 2010 Cumartesi

RENGİN: YALNIZ GECE


aslında diğerlerinden bir farkı yok
biraz daha yalnızım sadece
biraz daha yorgun bu gece

ya senden vazgeçip yalnız kalmalı
ya da sır gibi seni yaşamalı
bu derde derman yok, nafile..

ağlama gönlüm ah ağlama
sen istedin bunları
sakın ağlama, suç sende
suç sevende

ağlama gönlüm ah ağlama
sen yaptın hataları
bedelini öde

ses etme gönül, pes etme gönül ah
zamanla geçer dert etme gönül

Harika bir şarkı... 90'lı yıllara damgasını vurmuştur.

FİLM DEĞERLENDİRMESİ: Hachiko: A Dog's Story


Uzun süredir bilgisayarımda kayıtlı bir film Hachiko. Küçüklüğümün fiyasko hayvan başrollü filmleri gibi olduğunu düşündüğümden uzun süredir izlememiştim. Bugünse yeni bir filmim olmayışından ve başroldeki Richard Gere hatrına Hachiko'yu izleyeyim dedim.

Öncelikle köpeğin cinsini araştırdım. Japonya'ya özgü bir köpek başrol oyuncumuz. Tıpkı Japonlar gibi karakteri sağlam yaşamayı kendisine yol edinmiş bir köpek cinsi. Bu tür dünyanın ilk evcil hayvanı olduğu kabul ediliyor. Yaşayışları ve ağırbaşlılıkları Japonlarca saygı görülmelerini sağlamış. Ayrıca görüntü olarak Sibirya Kurtlarını andırıyorlar.

Başrolünde bir köpeğin olduğu ve benim unutamadığım tek film meşhur polisiye-komedi K-9'dur. Başrolü paylaşan K9 ve James Belushi belki de bu hayvanlı film furyasının en popüler ikilisiydi. Harika bir performanstı, izleyenler hatırlar. Hele ki bir sahnede dişi bir kanişle vakit geçirme şansı yakalayan K-9'umuzun keyifli dakikalarını James Brown'un dillere pelesenk olan "I feel good" adlı şarkısıyla izlemiştik ya onu unutamıyorum. Süperdi gerçekten!

Gelelim Japon köpeğimiz Hachiko'ya. Bu sevimli köpek henüz bir yavruyken Japonya'dan Amerika'ya gönderilir. Tabii gideceği adres şaşar ve kahramanımızla Prof. Richard Gere'in yolları kesişir. Sonrası bir köpek ve insan arasındaki dostluğun anlatımı halinde gelişiyor.

Hachiko filminin gerçek bir hikayeden yola çıkılarak izleyici önüne getirilmesi etkileyiciliğini artırıyor. Yönetmen kah köpeğin gözünden kah kahramanların gözünden yaşamı veriyor. Ülkemizde hayvanlarla çekilen filmleri ya da dizileri düşününce Hollywood'un hayvanların hareketlerini doğalmış gibi yansıtma konusunda kusursuz olduğunu söyleyebilirim. Hachiko'da o doğallığı sonuna kadar bulacaksınız.

Richard Gere'in oyunculuğu için pek bir şey söylemeye gerek yok sanırım. Diğer oyuncular film boyunca pek ön plana çıkmadıklarından Hachiko ve Richard Gere filmi sürüklemiş diyebiliyoruz. Hayvanlara özel ilgisi olanların kesinlikle kaçırmaması gereken bir film diye düşünüyorum. Ve tabii köpekleri yalaka, sürekli ilgi gösteren karaktersiz canlılar olarak görenlerin farklı bir gözle izlemesi gerektiğini de!

10 Eylül 2010 Cuma

FİLM DEĞERLENDİRMESİ:The Curious Case Of Benjamin Button




Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi filmini sinemalarda gösterime girdiği tarihlerde izlemiştim. Sinemada izlemediğimden, bilgisayara çok da iyi konsantre olamamıştım. İzlediğim günden bugüne bu filmi şöyle özümseyerek izlemem gerektiğini düşündüm durdum. Kısmet bugüneymiş...

Öncelikle filmin senaryosuyla başlamak istiyorum. Filmi izlemeden önce senaryonun bir hikaye uyarlaması olduğunu bilmiyordum. Filmin senaryosu F. Scott Fitzgerald adlı Amerikan yazarın aynı adlı hikayesinden uyarlanmış. Doğruyu söylemek gerekirse bu filmin edebi bir yapıttan uyarlama olması dikkatimi çekmeye yetti.

Yazar 1896'da Minnesota'da doğmuş ve hayatının büyük bölümünü gazetecilik ile geçirmiş. Dünyayı sarsan I.Dünya Savaşı'nı yaşayan yazar dönemin "karmaşık" ruh halini romanlarına yansıtabilmiş. Cennetin Bu Yanı romanıyla ünlenmeyi de başarmış; ancak bohem bir hayat yaşamayı tercih etmesi gün geçtikçe fakirleşmesine ve gözden düşmesine neden olmuş. Yoksulluk içinde 1940'ta Hollywood'da hayata veda etmiş.

Filmin senaristlerine baktığımızda sadece S. Fitzgerald'ın adını görmüyoruz. Eric Roth ve Robin Swicord'un adları da senaryo kısmında yazılı. Bu da bütünüyle Fitzgerald'ın hikayesine sadık kalınmadığı gerçeğiyle yüzleştiriyor bizleri. Keza filmde II. Dünya Savaş'ının sergilenmesi 1940'da yaşamını yitiren Fitzgerald'ın bu savaşı bilmiyor olduğu gerçeği, hikayeye rötuşlar yapıldığını gösteriyor. Filmi izlerken sosyal sınıflar arasındaki büyük farkların da farkına varabiliyorsunuz. Zaten araştırdığım kadarıyla ne kadar bohem bir hayat sürse de sosyal sınıf farklarının vurgusunu bütün eserlerinde başarıyla yansıtmış Fitzgerald.

Yönetmenden bahsi açalım şimdi de. David Fitcher'in meşhur yapımlarını birçoğunuz hayranlıkla izlemiş olmalısınız. Seven, Dövüş Kulübü, Panik Odası bunların en iyi örnekleri. Yönetmenin en iyi performansı sanırım Dövüş Kulübü ki izleyenler film boyunca yönetmenin insanı nasıl şaşırttığını hatırlayacaktır. Saydığım ilk iki filmde Brad Pitt ile çalışan Fitcher için ünlü aktör belli ki vazgeçilmez.

Yönetmenin adlarını saydığım bu filmlerinin dikkat çekmesinin de belki de başlıca sebebi Pitt. Mükemmel bir oyuncu! Benjamin Button'un bu tuhaf hikayesinde de diğer insanlardan çok farklı olan bu insanı gerçekten "farklı" biri olarak oynayabilmiş. İyi oyuncu tanımı yapılırken "Her rolü layıkıyla oynayabilmeli, yeri geldiğinde bir travestiyi, yeri geldiğinde mazbut birini, homoseksüeli, hatta bir bayansa erkeği bir erkekse bayanı". İşte bu tanımlanın sağlamasını Pitt, filmde hakkıyla yapıyor. 7 yaşından 80 yaşına kadar "farklı" ama kendini öyle hissetmeyen bir insanı her evrede layıkıyla canlandırabilmiş büyük oyuncu.

Cate Blanchett filmin diğer önemli oyuncusu. Aviator ve Babel filmlerindeki performansının üzerine çıkmış güzel aktrist. Film içerisinde Benjamin Button'la bir havuz kenarında bale figürlerini yapan bir kadını canlandırıyor ki tek kelimeyle muhteşem. 20'li yaşlarının en çılgın dönemlerini yaşayan o genç kızın ateşli hareketlerini yansıtabilmek her aktristin harcı değil.

Filmin müzikleri görüntülere uymuş. Yardımcı oyuncular da başrol oyuncularının gölgesinde kalmamışlar. Filmin eleştirebileceğim tek yönü: yıllardır her şeyi gizleyip ölüm döşeğine gelen bir ebeveynin evladıyla yüzleşmeye çalışmasının filmin kurgusunu oluşturmuş olması. Bu çok klasik geldi bana. Tabii filmin kitap versiyonunda böyle bir durumun olup olmadığını bilmiyorum ancak Benjamin Button'un hikayesi farklı bir şekilde de izleyiciyle buluşturulabilirdi diye düşünüyorum.

Her filmin bir felsefeyi yansıtması beklenemez ancak filmde hayata dair notlar görmek isteyenler çok şanslı. Kader ve insan doğası üzerine sizleri uzun uzun düşündürebilecek bir film B.B'un Tuhaf Hikayesi. Senaryo sahibi yazarın hayal gücüne hayran kaldım doğrusu. Bu tarz bir hikayeyi başka kitaplardan hatırlamıyorum. Filmi izlerken 80 yaşında doğan bir bebeğin fiziksel olarak gençleşmesine, düşünsel olarak yaşlanmasına tanık oluyorsunuz. Film, izleyiciye "böyle olsayım nasıl olurdu acaba, sevgi tenlerden mi ibarettir?" gibi sorular sordurabildiğinden ne kadar başarılı bir yapıt olduğunu da gösteriyor sanırım... İzlemeyenlere keyifli seyirler diliyorum.






8 Eylül 2010 Çarşamba

BAYRAMINIZ MÜBAREK OLSUN


Sizleri bilmem;ama benim için bayram sabahlarının başka bir havası olur hep. Hep eskiden dem vururlardı hatırlarım. "Nerede o eski bayramlar." derlerdi. Anlam veremezdim,yaşım küçüktü o zamanlar. Şimdi anlıyorum!

Rahmetli babaannemde uyanırdım bayram sabahına. İnsanın çocukken yaşadıkları hafızasında yer ediyor hakikaten. Babaannemin evinde o yıllarda televizyon da yoktu. Minicik bir radyosu vardı unutmam. Ev ahalisi benden çok önce uyanırdı tabii. Hiç unutmam bir keresinde radyoda Barış Manço'nun "Bugün Bayram" şarkısı ile uyanmıştım. Hani şu, "buuugün bayram erken kalkın çocuklar!!" diye sözleri olan şarkı. Şimdilerde bayram sabahı denince o sabah geliyor hep aklıma.

Bayram sabahları beni en çok düşündüren, buz gibi suyla abdest almaktı. Babam sobanın üzerindeki güğümde su ısıtırdı. Ilık suyla; ama titreye titreye alırdım abdestimi. Sonrasında namaz ve eve dönüş. Bayramlaşma faslı en güzeliydi. El öpüp para almak ne büyük bir mutluluktu. Sonrasında mezarlık ziyareti yapardık babamla. Her yerin adeti farklı. Bizim buralarda arife ya da bayram sabahı yapılır mezarlık ziyaretleri. Mersin denen ve dağda kendiliğinden yetişen bodur ağaç dalları mezarlara dikilir. Memleketimin adetleri işte! Bu tip adetlerin yararlı olduğuna inanıyorum ben. Mezarlıkta insan kendi kendiyle baş başa kalıyor. Küçücükten dünyanın gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Hem gidenleri hem de kendi gittiğin yolu düşünüyorsun.

Mezarlık faslı da bitince eve dönülürdü. Ve bayram sabahlarını iple çekmemi sağlayan son şey:D Birçoğunuza ilginç gelebilir; ancak babamın da çocukluğunda yaptıklarını söylediği yani bize özgü bir gelenek: "Bayram Sabahı Pilavı". Evet bizim evde bayram sabahı pilav ve onun ortasındaki kocaman tavuk afiyetle yenirdi. Ama tavuk da tavuktu he. Şimdikiler gibi değildi, anlayacağınız. Doğal ortamda büyümüş bir tavuğun lezzetini tatmamış milyonlarca çocuğumuz var bugün! Uzun yıllardır çok istememe rağmen ben de tadamıyorum köy tavuğunun etinden. Yok artık, ilçe pazarlarında dahi satılmıyor.

Neyse en iyisi hijyenik şartlarda yetiştirilmiş tavuğumuzun suyuna yapılan "yavan" pilavı kaşıklamaya gideyim ben:D Buna da şükür!

Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.

1. YILIMIZIN ŞEREFİNE

Dilekolay koskoca bir yıl olmuş. Geçen sene bu zamanlarda başladığımız Edebiyat Meclisi serüveni 1 yılını doldurdu. Çok güzel yazılar paylaştığımızı, zaman zaman ümitsizliğe düşsek de güzel bir okur profili yakaladığımızı düşünüyoruz. Bir yıl boyunca şiirler, öyküler, kitap yorumları, denemeler, tartışmalar, bir yarışma ve daha birçok şey ama çoğu zaman sanata dair pek çok şey paylaştık sizlerle.

Yazar arkadaşlarım bütün bir yol boyunca bizimle beraber oldu. Edebiyat Meclisi'ni güzel yazılarıyla süslediler. Umuyorum ki çok daha verimli bir yıla başlamış bulunuyoruzdur. Birinci yılımızda bizden desteğini esirgemeyen herkese şahsım ve arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum.

Sevgiyle...

GÜZ SANCISI

Ne kadar alırsa o kadar mı veriyor hayat?
Her kederde bir gülüş,her hüzünde bir tebessüm mü var?
İç içe harman yapsak,yorgan misali sarar mı heyhat !

Koşup açtığın radyoda,içli bir keman nidasında
İçtiğin sigaranın dumanında
Keyfe keder yudumlarda
Bu kadar mı örülü bu hayat

Bir martının çığlığında
Bir bebeğin ağlamasında
Bir kelebek çırpışında
Bu kadar mı gizli şevkat?

Gizli bir umutta
Bir akşam vakti kapıda
Ansızın yüreğinde hattâ...

Tozlu bir kitap arası
ıSaklı kalmış gül kurusu
Yüreğini sarmalamış
Sevgilinin Güz Sancısı...


Sezenist...

2 Eylül 2010 Perşembe

YORUMSUZ: TÜRK DİL KURUMU BAŞKANI İLE RÖPORTAJ


Gülin Yıldırımkaya Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın’a Bloomberg HT’de sordu…

Konuşmalarda yabancı kelimelerin kullanılmasına kızıyor musunuz?
Olur olmaz her yerde yabancı kelimeler kullananlar oluyor, Türkçe karşılığı varken yabancı sözcük kullananlar olduğunda elbette içerliyorum, kızıyorum.

Her yıl tartışma konusu olan, yabancı sözcükler yerine önerdiğiniz Türkçe bir takım sözcükler var. Örneğin; ‘light’ yerine ‘yeğni’, ‘duayen’ yerine ‘aksakal’, ‘klip’ yerine ‘görümsetme’, ‘çip’ yerine ‘yonga’ vs. Markete gidip light yoğurt yerine yeğni yoğurt ver desek komik olmaz mı sayın Başkan?
‘Yeğni’ sözü esasen bizim türettiğimiz bir sözcük değil, Türkçenin söz varlığında olan, ‘hafif’in karşılığı olarak özellikle eski dönemlerde kullanılan ve bugün halk ağzında da kullanımına devam edilen bir sözcük. Anadolu halkı ‘yeğni’ kelimesini hem insanlar için, hem yiyecekler için kullanıyor. Yeğni kelimesi varken light kelimesinin kullanımının Türkçe’ye her hangi bir yararı yok, aksine sorun oluşturuyor. ‘Light’ diye yazıyoruz, ek alması gerektiğinde ise okunuşa göre ek getiriyoruz ve sonuçta ‘light’ın gibi tuhaf biçimler ortaya çıkıyor. Tabii burada önemli olan yabancı sözcük kullanımına karşı ne yapmak gerekiyor; okunduğu gibi yazmak belki bir çözüm olabilir ama o zaman da Türkçe’nin görüntüsünü bozan bir durum ortaya çıkar. Bunun yerine olması gereken zaten dilimizin söz varlığında olan sözcükleri kullanmaktır ‘yeğni’ ya da ‘hafif’ gibi… Bu sözcüklerin bir bölümü aslında bizim türetmediğimiz Türkçe’nin belleğinde olan, geçmiş dönemlerde kullanılmış sözcükler, bir bölümü halk dilinde yaşar, belirli bir yöreye özgüdür ve o yöre insanı kullanır ama bizim veri tabanımızda yer alıyor ve biz de yabancı kelimelerin karşılığında onları önerebiliyoruz. Bir de eski metinlerde yabancı kelimeleri karşılayacak kelime bulamadığımız zaman, Türkçe köklerden ekler aracılığı ile türetmeler yapma yoluna gidiyoruz.

Bu konu hep gündemde, TDK’nın önerdiği bazı kelimeler sürekli tartışılıyor, ‘oturgaçlı götürgeç’ gibi…
Bunlar tamamen yakıştırma, otobüs için kullanılan ‘oturgaçlı götürgeç’ gibi, hostes için kullanılan ‘gök götürü konuksal avrat’ gibi kelimeler tamamen yakıştırmadır. TDK tarihinin hiçbir döneminde böyle kelimeler üretmedi. Bunlar TDK’nın çalışmalarını küçümsemek veya eleştirmek amacı ile birilerinin türettiği sonrasında da TDK’ ya mal edilen türetmelerdir. Sözlüklerimize girip baktığınızda göreceksiniz otobüs bugün artık Türkçe kökenli olmasa bile Türkçeleşmiştir, dilimizin söz varlığına girmiştir. Otobüse benzer daha pek çok yabancı kökenli kelime zamanla Türkçeleşmiştir. Türkçe varlığımızın söz varlığında bir oranlama yapacak olursak %20 civarında yabancı kökenli sözcük vardır. Ama benzer durum başka diller için de geçerlidir. Örneğin İngilizce’de tam tersi bir durum söz konusu yani %20 oranında İngilizce denebilecek bir söz varlığı, %80 de yabancı dillerden İngilizce’ye geçen sözcüklerdir. Yabancı sözlerin bir dile yerleşmesi her dilde meydana gelen olağan bir şeydir. Otobüs kelimesine TDK hiçbir zaman öyle komik bir karşılık türetmemiştir, bugün artık otobüs kelimesi Türkçeleşmiştir.

Siz yeni teknolojik ürünlerde ne kullanıyorsunuz?
Ben ‘çip’ yerine ‘yonga’ diyorum. ‘Yonga’ aslında Türkçe’nin söz varlığında olan bir başka sözcük, ‘çip’ yerine ‘yonga’ sözcüğü bilişimciler tarafından da benimsendi ve bu şekilde kullanılıyor. ‘Computer’ yerine ‘bilgisayar’ diyorum, ‘printer’ yerine ‘yazıcı’ diyorum çünkü bunlar Türkçe’nin söz varlığına kazandırılmış kelimeler arasındadır, TDK Eski Terim Kolu Başkanı Aydın Köksal Hocamızın Türkçe’mize kazandırdığı 2500 kadar sözcük içerisinde yer alıyor.

Siz ‘yonga’ dediğinizde karşınızdaki insanlar bunu anlıyor mu?
‘Çip’ kelimesini kullandığımızda da çok fazla kişi anlamıyor. Bu tabii teknoloji ile ilgili bir durum.

‘Aspiratör’ yerine ‘emmeç’, ‘klip’ yerine ‘görümsetme’ dediğinizde anlıyor mu insanlar?
Anadolu halkının büyük bir bölümü anlar çünkü ‘yeğni’ sözü türetme bir sözcük değildir, zaten dilin söz varlığında olan, bölge halkının söz varlığında bulunan bir sözcük yeğni. ‘Aspiratör’ün de yazılışı, söylenişi sorunlu, ‘emmeç’ daha kolay. Elbette bazı iletişim sorunları yaşanıyor, bazı sözcükler yeni olduğu için insanlar başlangıçta olumsuz yaklaşım içinde olabiliyorlar. Esasen bunların hepsi öneri, illa ki kullanılacak diye bir zorunluluk yok. ‘Klip’ sözü yerine önerilen ‘görümsetme’ eleştiri de aldı ve bunu yeniden değerlendireceğimizi biz açıkladık. Çünkü bunlar geçmişte yapılmış bir takım önermeler biz bunları bir sözlük haline getirdik aynı zamanda sanal ortam sayfamızda da kullanıma açtık. Zaten o zaman basının daha çok ilgisini çekti. Bu sözcükler neredeyse otuz-kırk yıldır gündemde olan, önerilen sözcükler ama internetin de yararlarını almak gerekiyor. ‘İnternet’ yerine ‘genel ağ ortamı’ diyoruz biz, bu sözcüklerin genel ağda bir sözlük yazılımı ile sunulması daha fazla ilgi çekti.

‘Internet’ herkesin bilip kullandığı bir kelime. TDK’nın ‘internet’in kullanılmasına dair bir eleştirisi herhalde yoktur?
Esasen internet şu anda genel bir ad gibi kullanılsa da esasında özel bir ad. Özel ad olarak düşünüldüğünde yaygın bir kullanımı var.


KAYNAK: http://www.haberturk.com/polemik/haber/548420-light-yogurt-yerine-yegni-yogurt-cip-yerine-yonga

DİNLEMEMİŞLER İÇİN: KALDIRIMLAR

Daha önce de yayımlamıştık bu videoyu. Ben Funda Arar'dan dinlemiştim Kaldırımlar şiirinin şarkı halini. Ne yalan söyleyeyim pek beğenmemiştim. Bu hali daha güzel sanki. Bilmeyenler için yeniden paylaşıyoruz...


Necip Fazıl Kısakürk_kaldırımlar | video.eksenim.mynet.com