19 Eylül 2009 Cumartesi

BAYRAM SABAHLARI VE PİLAV


Sizleri bilmem;ama benim için bayram sabahlarının başka bir havası olur hep. Hep eskiden dem vururlardı hatırlarım. "Nerede o eski bayramlar." derlerdi. Anlam veremezdim,yaşım küçüktü o zamanlar. Şimdi anlıyorum!

Rahmetli babaannemde uyanırdım bayram sabahına. İnsanın çocukken yaşadıkları hafızasında yer ediyor hakikaten. Babaannemin evinde o yıllarda televizyon yoktu. Minicik bir radyosu vardı. Ev ahalisi benden çok önce uyanırdı tabii. Hiç unutmam bir keresinde radyoda Barış Manço'nun "Bugün Bayram" şarkısı ile uyanmıştım. Hani şu, buuugün bayram erken kalkın çocuklar!! diye sözleri olan şarkı. Şimdilerde bayram sabahı denince o sabah geliyor hep aklıma.

Bayram sabahları beni en çok düşündüren buz gibi suyla abdest almaktı. Babam sobanın üzerindeki güğümde su ısıtırdı. Ilık suyla; ama titreye titreye alırdım abdestimi. Sonrasında namaz ve eve dönüş. Bayramlaşma faslı en güzeliydi. El öpüp para almak ne büyük bir mutluluktu. Sonrasında mezarlık ziyareti yapardık babamla. Her yerin adeti farklı. Bizim buralarda arefe ya da bayram sabahı yapılır mezarlık ziyaretleri. Bu tip adetlerin yararlı olduğuna inanıyorum ben. Mezarlıkta insan kendi kendiyle baş başa kalıyor. Küçücükten dünyanın gerçeğiyle yüzleşiyorsun. Hem gidenleri hem de kendi gittiğin yolu düşünüyorsun.

Mezarlık faslı da bitince eve dönülürdü. Veeee bayram sabahlarını iple çekmemi sağlayan son olay:D Birçoğunuza ilginç gelebilir; ancak babamın da çocukluğunda yaptıklarını söylediği yani bize özgü bir gelenek: "Bayram Sabahı Pilavı". Evet bizim evde bayram sabahı pilav ve onun ortasında kocaman bir tavuk yenirdi. Ama tavuk da tavuktu he. Şimdikiler gibi değildi, anlayacağınız. Doğal ortamda büyümüş bir tavuğun lezzetini tatmamış milyonlarca çocuğumuz var bugün! Uzun yıllardır çok istememe rağmen ben de tadamıyorum köy tavuğunun etinden. Yok artık, ilçe pazarlarında dahi satılmıyor.

Neyse en iyisi hijyenik şartlarda yetiştirilmiş tavuğumuzun suyuna yapılan "yavan" pilavı kaşıklamaya gideyim ben:D Buna da şükür!

Hepinize hayırlı bayramlar diliyorum.

ÇİLE ŞAİRİ: NECİP FAZIL KISAKÜREK


Tam anlamıyla bir "Çile" şairi Necip Fazıl. Şiirlerini okursanız devrinin acı çekmiş bütün şairleriyle aynı duyguları paylaştığını görürsünüz. Öyle ki dünya görüşleri taban tabana zıt olduğu bilinen Nazım Hikmet'le bile aynı karakterde şiirler kaleme almıştır. Şiirimizin bu iki ustasını bir araya getiren belki de ilk nokta "çile"dir. Fikir çilesi...

İnsanlar birbirlerinden farklıdır. Farklı hikayelere sahiptirler. Necip Fazıl'ınki de diğerlerinden biraz farklı tabii. Öncelikle şunu belirtelim:Zengin bir ailenin,lüks bir konağın şımarık çocuğu olarak büyür küçük Necip. Dedesinin statüsü devrine göre oldukça yüksektir. Hayli haylaz bir çocuk olan Necip için babaaannesinin roman okutarak uslandırma politikası çok işe yaramıştır. O sayededir ki Necip Fazıl çok küçük yaşta Fransız klasiklerini tanımıştır. Çeşitli okullarda ilk öğrenimini tamamlar. Kız kardeşini erken yaşta kaybetmesi annesini de hasta kılar. Annesinin hastalığı Necip Fazıl'ı Heybeliada'ya orada da Bahriye Mektebi'ne sürükler. Üniversite çağı geldiğinde Darülfünun'da Felsefe okumayı tercih eder. Çok küçük yaşta üniversitenin yollarının arşınlayan genç adam, genç yaşına rağmen yazdığı şiirlerle Yahya Kemal ve Ahmet Haşim gibi devrinin "dev" diye kabul ettiği ustaların dikkatini çekmiştir. Başarılı bir üniversite hayatı sonrasında devlet belli öğrencileri Avrupa'ya yollayarak yüksek tahsil yapmalarını sağlayacaktır. Bunlardan biri de Necip'tir. Çocukluğundan bu yana marazi duyguların esiri olan genç Necip için Fransa ve Paris farklı bir deneyim olur. Bu yıllarda inanılmaz "bohem" bir hayat benimseyen Necip Fazıl'ın 30 yaşına değin yaşadığı hayatı ortaya koyarak şiirlerini değerlendirseydiniz bu şiirleri böyle bir hayatı yaşayan adamın yazamayacağını düşünürdünüz. Kumar belasına yakasını kaptıran Necip Fazıl için Paris'in en güzel yanı Türk Edebiyatı'na "Kaldırımlar" şiirini kazandırması olmuştur. Öyle ki büyük fikir çilesinden muzdarip genç Necip için Paris geceleri ve sokakları bir şiir olup dökülmüştür kalemden. Bütün bursunu kumara harcayan Necip Fazıl devletin de isteği ile ülkeye dönmek durumunda kalır.

Necip Fazıl'ın şiir gücü 1930'lu yıllarda "Kaldırımlar" şiiriyle edebiyat dünyasına tanıtılmıştır diyebiliriz.. Necip Fazıl, devirdaşları gibi olup bitenlerden sıkılmış,aidiyet duygusunu yitirmiş, içgüdüleriyle yaşamayı arzulayan sanatçılardandır. Devirdaşlarından tek farkı yetiştiği ortamın ve tanıştığı bir adamın da etkisiyle geleneğe dönüşüdür.
Bu adam: Abdülhakim Arvasi'dir Dünya hayatı ve metafizik yaşam ile ilgili kafasında binlerce soruyla dolanan şair, rastladığı bu adamla çok daha büyük bir karmaşanın içine düşmüştür. Zamanında kazandığı her kuruşu keyfi için harcayan bu adam-yazdıklarından kazandığı parayla bir taksiye atlar ve bütün İstanbul'u aç kalma pahasına dolaşır,gerisini siz düşünün- adeta sarsılır. Bu derviş mizaclı adam, şairi inanılmaz etkilemiştir. Necip Fazıl bugünkü, onu tanıdığımız karakteristik şiir anlayışına o tarihlerde sahip olmaya başlamıştır.-içerik anlamında tabii-

Bütün bunları neden mi yazdım. Fikir çilesi, ikilemlerde kalmak birçoğmuza has değil mi? Birçoğumuz neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda çoğu zaman kararsız kalmıyor muyuz? Bunu yalnızca metafizik endişelerimiz olarak almayın. Her türlü çelişki, vicdan ile gerçeklik arasında kalış bizleri 1-2 sene yaşlandırıyor,bu kesin. Ama öyle ama böyle bir şeylerin muhakemesini yapa yapa bazen sabahı buluyoruz. İşte böylesi bir çırpınışı anlatan dahiyane bir şiir "Çile". Şiirdeki sesi alabilmek için şiiri sesli okuyun. Okuduğunuzda sarsılacağınız bir şiir "Çile".
Sonuna doğru dünyaya bakışınız ne olursa olsun bir insanın fikir çilesine bakarak,şairine karşı acıma duygusu besleyeceğiniz bir şiir!

ÇİLE

Gaiblerde bir ses geldi: Bu adam,
Gezdirsin boşluğu ense kökünde!
Ve uçtu tepemden birdenbire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde...

Pencereye koştum: Kızıl kıyamet!
Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!
Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,
Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,
Bir anda kül etti can elmasımı.
Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,
Kustum, öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkalandı dünya;
Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.
Al sana hakikat, al sana rüya!
İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya, hikayesi zor;
Makâni bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kainat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen, hakikat olsan da çekil!
Yetiş körlük, yetiş, takma gözde cam!
Otursun yerine bende her şekil;
Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?
Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?
Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?
Sonum varmış, onu ögrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük.
Selam sana haşmetli azap;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!
Ey yedinci gök, esrarını aç!
Annemin duası, düş de perde ol!
Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;
Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.
Teselli pınarı, sabır memesi;
Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,
Sırrını ararken patlayan gülle?
Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;
Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Akrep nokta nokta ruhumu sokmus,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;
Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!
Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,
Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;
Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.
Her gece rüyamı yazan sihirbaz,
Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?
Bu kükürtlü duman, nedir inimde?
Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,
Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;
Herkesin bildiği dilden bir isim!
Eski esvaplarım, tutun elimden;
Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,
Arzı boynuzunda taşıyan öküz?
Belâ mimarının seçtiği arsa;
Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatıi bir kelebeğim,
Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,
Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim,
Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,
Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.
Boşuna gezmişim, yok tabiatta,
İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,
Birden kucağına düştüm gerçeğin.
Sanki erdim çetin bilmecesine,
Hem geçmis zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl! Açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilahi yapı,
Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.
Içiçe mimari, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;
Nizam köpürüyor, ta çenemde su.
Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;
Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;
Artık barınamam gölge varlıkta.
Ver cüceye, onun olsun şairlik,
Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;
Mesafe ekinim, zaman madenim.
Gökte saman yolu benim olmalı;
Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!
Heybem hayat dolu, deste ve yumak.
Sen, bütün dalların birleştiği kök;
Biricik meselem, Sonsuza varmak...

N.Fazıl KISAKÜREK




MUŞTU



günün akan ışığından uçan
usul bir sözcükle başlıyor
kendi yörüngesini arayan bir sözcükle
ısıtıyor zamanın geniş göğsünü
gülerek yayılıyor kalbin sığınağına
ıssızlığı yalnızlığa düşüren bozkır
geri çekiliyor gözlerinin önünde
özlemi kaçak tütün gibi
ömrüne saran gözlerinin

ardından masallar bırakan sevgili
can yoldaşının uzağında
yüzünü bileyen kederle bekliyor

bakışlarımı sırtında götürdün
ayrıldığımız sapaklarda diyen
nice ateşlerde suyunu sınayan bir ses
ensemde adım adım kendini ölçüyor
oysa biliyorum biliyorum
nice dizelerde dağılıyor yüzün geceleri
küçük sevinçlerde birikmiş anlamla
saçlarına sinen aşkın ışığıyla dağılıyor

tam senden ayrılduığım saatlerde
ağzımda bir nar tanesi gibi duruyor adın
dişlerimin buğusunda
kendi ıslıklarına dolanan
tenhalıklarda duruyor

daha ışıklar sönmemiş bulvarlarda
tenimde titreyen su damlacıkları gibisin
bilinmezliğin bezgin tohumu düşüyor yüzüne
bir çekirdek kıpırdıyor pembesinde yaramın
adınla açılıyor surlarımın kapıları
muştusunu gizlemiyor gözlerin

Hidayet KARAKUŞ