19 Şubat 2011 Cumartesi

YENİDEN


Çok uzun süren bir uykudan uyanmış gibiydim, yorgun ve halsiz. Gözlerimi annemin kucağında açtım; yavaş yavaş sersemlikten kurtulmuş, ayrıntıları sezmeye başlamıştım. Annem çok üzgün ve sessizdi. Tuhaf bir şeyler vardı ve ben ne olduğunu anlayamıyordum. Annemin üzerinde tuhaf kıyafetler vardı, eski çağlardan kalmış gibi görünüyordu ve bulunduğumuz yerde bizim gibi pek çok insan vardı. Burası bir çeşit mahzene benziyordu ama neden buradaydık, nasıl buraya gelmiştik, tüm bu insanlar neden bu kadar korkmuş görünüyordu, kafam bunun gibi onlarca soruyla dolmuştu birden. Hayır, rüya değildi; anın gerçekliğini hissediyordum.

Şimdi ben de korkuyordum.
“Anne?”
Konuştuğumda ağzımdan, kendi dilime ait olmayan bir sözcük çıktı. Benim yabancı dilim yoktu ki. Buna rağmen annem başını eğip bana baktı. Bakışları acı dolu olsa da gülümsedi ve saçlarımı okşarken, gözünden süzülen yaş damladı yanağıma.
Mahzenin kapısı açılınca herkesin dikkati oraya yöneldi. Tanımadığım üniformalar giyen iki asker içeri girdi ve annemle benim karşımıza dikildiler. Doğruldum. Annemin arkamda gerildiğini hissediyordum. Bir anda askerler beni kollarımdan kavrayıp ayağa kaldırdılar ve mahzenden dışarıya doğru sürüklemeye başladılar. Ürkmüştüm. “Neler oluyor? Anne, beni neden götürüyorlar? Anne!”

Beni götürürlerken annem arkamdan hıçkırabildi sadece.

Askerler beni merdivenlerden çıkardılar. Aynalar ve süslü halılarla döşeli, uzun koridorlarda yürüyorduk şimdi. Burası bir… saray mıydı? Bilinmeyene doğru ilerlerken kalbim yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Beni tutan askerlerin gözlerinde cevaplar arıyordum; ama tamamen ifadesizdiler. Konuşmaya korkuyordum. Bakışlarım bir an için, duvardaki aynalara kaydı ve ilk kez gördüm kendimi, neler giydiğimi.
Sarı, yaldızlı bir elbise vardı üzerimde. Yürürken arkamdan sürüklenen uzun bir etek, fırfırlı kollar. Bir prenses gibi.

Kendi halkı tarafından yok edilen bir prensestim ben.
Beni bahçeye çıkardılar; hayatımda gördüğüm en büyük, en yeşil, en güzel bahçeye. Ama bu güzelliğin tadını çıkaracak durumda değildim. Eli tüfekli bir grup asker, bahçede sırada dizilmişti. Beni onların karşısında, dik duran bir kütüğe bağladılar. O zaman anladım akıbetimi. “Hayır!” diye haykırdım yine o yabancı dilde. “Bırakın ne olur! Anne! Yalvarırım uyandırın! Buraya ait değilim ben!”
Komutanlarının işaretiyle askerler tüfeklerini üzerime doğrulttular. Bağlandığım yerde deli gibi çırpınıyor, ağlıyordum. “Anne neredesin? Bırakın, yalvarırım! Ölmeye hazır değilim daha!..”

“Ateş!”

Hazır değilim daha…

Ciğerlerimi delen kurşunları hissettim. Nefesimi alıp götürdüler. Başım önüme düşerken dudaklarımdan akan, elbisemi kırmızıya boyayan kanı hissettim. Hayat vücudumda sönerken, bana ait olmayan anılar geçti gözlerimin önünden…

Ya da ben öyle sanıyordum.

Gözlerimi açtığımda kendi dünyama, olmam gereken yere dönmüştüm. Yaşıyordum. Panayırdaki falcının çadırında, falcı kadının karşısında oturuyordum hala. Az önce gördüklerimin, daha doğrusu yaşadıklarımın şokuyla ellerim titriyor, gözlerimden yaşlar süzülüyordu. “Şimdi anladın mı?” diye sordu falcı kadın o derin, gizemli sesiyle. “Kim olduğunu merak ediyordun. İşte, öğrendin.”
Doğrulup, avuçlarını masaya dayadı ve bana doğru abandı. Başımı kaldırıp, kadının faltaşı gibi açılmış gözleriyle karşılaşınca ürperdim. “Tarih kitaplarında geçen bir kişiliksin sen.” Dedi. “Ve yeniden hayata döndün… Son Rus Grandüşesi, Anastasya.”


Pırıl Sesli