28 Ocak 2010 Perşembe

DİVAN GÜZELİ = 21.YÜZYIL GÜZELİ


Yine Divan'dan açacağım sözü. Bu nedenle amaaan gene mi eskiler yahu, " eskiye mazi, yeniye niyazi" haydi benden bu kadar diyenler varsa bu cümleden sonrasını boşversin:D

Şöyle bir Divan Şiiri Antolojisini dolaşırken, üniversitede öğretmenlerimizin bize okuduğu o harika gazelle karşılaştım ve paylaşmak istedim sizlerle. Bu bahsettiğim gazelin sahibi Baki. Aslına bakarsanız taa 16.yüzyıldan yani 1500'lü yıllardan günümüze toplumsal gerçeklerle ilgili harika işaretler göndermiş Baki bu gazelinde. Hani zaman çok kötüye gidiyor, nerede o eski aşklar vb. deriz ya aslında o yıllarda da durum günümüzdekinden pek farklı değilmiş. Şikayetler 400 yıl geçmesine rağmen aynı. Bakın beraber inceleyelim gazeli


*****Gazel******

Açıl bağun gül ü nesrini ol ruhsarı görsünler
Salın serv ü sanavber şive-i reftarı görsünler

*Bağın gülü sen yüzünü aç da o güzel yanağını görsünler;salın salın da servi ve çam senin o yürüyüşünü(çalımını) görsünler.

Kapında hasıl itdi bu devasuz derdi hep gönlüm
Ne derde mübtela oldı dil-i bimarı görsünler

*Gönlüm bu devasız derdi hep senin kapında kazandı;hasta gönlümün nasıl bir onulmaz derde tutulduğunu görsünler.

Açıldı dağlar sinemde çak itdüm giribanum
Muhabbet gülşeninde açılan gülnarı görsünler

*Göğsümde yaralar açıldı, yakamı parçaladım;sevginin gül bahçesinde açılan nar çiçeğini görsünler

Ten-i zarumda pehlüm üstühanı sayılur bir bir
Beni seyr itmeyen ahbab musikarı görsünler

*Zayıf bedenimdeki kaburga kemikleri bir bir sayılabilir; beni görmemiş olan dostlar aynen bana benzeyen musikarı (musikar, kayaların üzerinde durarak gagasını açan ve bu sayede ciğerine dolan rüzgarla sesler çıkaran oldukça zayıf bir kuş türüdür. musiki sözcüğü buradan gelir.) görsünler.




Güzeller mihriban olmaz dimek yanlışdur ey Baki
Olur vallahi billahi heman yalvarı görsünler

*Ey Baki! Güzeller acımaz, şefkat göstermez demek yanlıştır; vallahi billahi gösterirler hele biraz yalvarı görsünler.


Evet gazel böylece sonlanıyor. Dikkat ettiyseniz son beyitle, diğerlerini biraz ayrı tuttum. İlk dört beyitte, klasik mazmunlarla sevgiliye duyulan hasret, sevgilinin güzelliği gibi unsurlar anlatılıyordu. Ancak son beyitte bu yazıyı yazmama neden olan sözcüklerin sıralandığını görüyoruz. Şair güzellerin şefkat, merhamet göstermeyen bir insan olmadıklarını söylüyor bütün bir Divan geleneğine karşı çıkarak. Tabii niyeti ikinci dizede belli oluyor. Şair sözünü "Yeter ki biraz yalvarı görsünler"cümlesi ile tamamlıyor. "Yalvar" tahmin edeceğiniz gibi günümüzdeki "yalvarmak" eylemidir. Biraz yalvardığınızda, yalvarı gördüğünüzde yani yalvarıverdiğinizde o hırçın güzellerin şefkat ve merhametle yaklaşacaklarını belirtiyor Baki. Öyle mi diyor gerçekten acaba:D ??? Hayır tabii ki böyle büyük bir şairin bu kadar basit, cezbedici hiçbir yanının olmadığı bir beyit oluşturması beklenemez. Baki burada yalvar sözcüğünü tevriyeli bir biçimde kullanıyor. "Yalvar" bir para birimidir. Hindistan bölgesinde kullanılmaktadır. Yani biz okurlar öncelikle "yalvarmak" eylemini düşünüyoruz; ancak sözcüğü irdeleyince aslında devrinin belki de bütün devirlerin şikayetini dillendirmiş olduğunu anlıyoruz Baki'nin. Para her kapıyı o devirde de açıyormuş.

Demiştim, ah nerede o eskiler diye ağlayanlara inanmayın!:D Bakın 500 yıl evvelinde de aynı şeylerden şikayet ediliyormuş:D Sevgiyle...





26 Ocak 2010 Salı

YAKUP KADRİ vs NAZIM HİKMET


Türk Edebiyatının tartışmaları çok öncelere dayanır. Birçok değerli sanatçı birçok konuda tartışmışlardır. Edebi tartışmalar tabii ki daha bir keyifle izlenmiştir. Örneğin, Namık Kemal,Ziya Paşa tartışması ya da Recaizade,Muallim Naci tartışması edebiyatımızın gelişimi için önemli olmuştur da. Bu süreçte sanatçıların hoş olmayacak şekilde birbirlerine saldırdıklarını da görüyoruz. Ben buraya çok beğendiğim bir şiiri aldım ve bu tartışmalara örnek göstermek istedim. Nazım Hikmet'in, kendisine sataşan Yakup Kadri'ye verdiği edebi cevap beni çok etkilemiştir. Sanırım Yakup Kadri, böyle söz söyleme yetisine sahip bir dehaya sataşmanın yanlış olduğunu "CEVAP"şiirini okuduktan sonra anlamıştır:D Olay şöyle gelişmiştir:




"27 Haziran 1929 tarihli "İkdam" gazetesinde, Yakup Kadri Beyle yapılmış bir konuşma yayımlandı. Bu konuşmada doğrudan Nâzım'ın kişiliğine saldırılıyordu :
"Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı sabıkalılardır. Bunların içinde öyleleri varmış ki, daha yirmi beş yaşına basmadan hayatlarının en güzel çağını zindan köşelerinde çürütmüşlerdir. Bir kısmı ise komünist çekalarının Türk ırkdaşlarımızın kanı ile bulanmış ellerini öpmeyi ve onlara dair kasideler terennüm etmeyi bir maişet vasıtası haline koymuşlardır.
"Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek, Maarif Vekâleti'ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz'i aşıp bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan bir tanesi şimdi Akşam gazetesinin sütunlarında bir halayık ismi ve bir halayık şivesiyle, bir nevi ortaoyunu soytarılığı yaparak, halkı güldürmeye çalışıyor. (...)
"Yalnız hayasızlıktan ve kıskançlıktan kuvvet alan bu gibi taarruzlardan, gözümün önüne gelen manzara şudur :
"Eski İstanbul'un viranelikleri arasından kendi halinde bir adam işine giderken, ansızın bir sürü aç ve uyuz köpeğin hücumuna uğrar. Elindeki bastonunu, bu pis deriden ve kırık kemikten mahlukatın üzerine indirir, indirir. Fakat köpekler, gene saldırışlarına devam ederler; çünkü açlığın ve kuduzluğun verdiği bir fena ateş bunlardaki hayvani hassasiyeti de iptal etmiştir."
Bunun üzerine Nâzım Hikmet "Resimli Ay"ın Temmuz 1929 sayısında "Cevap" adlı şiirini yayımladı. Değişik sesiyle belleklere kazınıp dillerden düşmez olan bu yergi şiiri şöyledir:


Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam;
Behey!
Kara maça bey!
Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,
ben asaletten anlamam.
Şapka çıkarmam konuştuğun dile,
düşmanıyım asaletin
kelimelerde bile.
Behey!
Kara maça bey!
Ben bilirim
bu tehevvür bu şikâyaaat niçin?
Bilirim
beni uykumda boğmak için
bekliyorsun geceyi..
Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç
bırakır mıyım hiç?
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam,
Behey!
Kara maça bey,
behey, yüzü kara.
Ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını...
Hâki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını.
Ve işte bundandır ki, bugün
ablak sarı suratında senin
kanlı altınların kızıllığı var..
Acayip rüzgârlar esmiyegörsün başımdan.
Yoksa musahhih maaşımdan
haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
Beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım,
mükemmel yapar vazifesini..
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına frak giyen sensin.
Yala bal tutan beş parmağını
beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana!!
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
Sağa git
yok geçit,
sola git yok,
ileri
geri
yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...

kkaynakhttp://www.nazimhikmetran.com/tartismalar_index.html

25 Ocak 2010 Pazartesi

ÖNYARGILARINIZI YIKIN ! "NESİMİ-NEF'İ"


Çoğunuzun lise yıllarında pek haz etmediğini tahmin edebiliyorum eski şiirden. Divan şiirinden bahsediyorum. Birçoğunuz edebiyat derslerinde günümüz şiirine ya da düzyazısına da tahammül edemiyordunuz, orası amenna. Bu meseleye girersek çıkamayız. Bu tatsızlığın bir sürü sebebi var; ama inanın hiçbiri edebiyatın kendisinden ya da divan şairlerinden kaynaklanmıyor.

Neyse ne, bu sorunu irdeleyip can sıkmak niyetinde değilim. Amacım beni benden alan beyitlerinden bazılarına yer vermek, onları sizlerle paylaşmak. Ne kadar ilgi çekici değil mi:D Birçoğunuz belki bu cümleye kadar gelip bıraktınız okumayı. Sağlık olsun kalan sağlar bizimdir.

Bunları kaleme alırken beni derinden etkileyen Divan'ın bu dahi çocukları, belki zeka pırıltıları saçtıkları sözleri ile sizleri de cezb eder diye düşündüm. Kim bilir Osmanlı döneminin sihirli Türkçesi size bambaşka alemlerin kapılarını açar ve bu asil beyitlerin yenilerini okuma isteği duyarsınız. -Poliyannacılık böyle bir şey olsa gerek:D-

İlk örneğim Nesimi'nin bir gazelinden iki beyitle olacak: Bu parçada şair sevgiliye duyulan aşkın kutsiyetini öyle zekice sunuyor ki , günümüz şiirinde o tadı veren benzetmeler bulmak ne yazık ki çok zor. Sözü fazla uzatmayalım, ne diyor peki Nesimi:

1)Yarab ne şem imiş bu mehin yüzü kim anın
Yüzü katinde şems-i duhanın ziyası yoh

*Tanrım! Bu, aya benzeyen güzelin yüzü nasıl bir mum imiş ki onun yanında öğle güneşi sönük kalır.

2) Gel gel beru ki savm ü salatın kazası var
Sensiz geçen zaman-ı hayatın kazası yoh

*Gel,buraya gel! Çünkü orucun ve namazın kazası çok, fakat sensiz yaşanan zamanın kazası yoktur.

İlk beyitte sevgilinin bir muma benzetildiğini görüyorsunuz. Öyle ki öğle güneşinden de parlak bir mum alevi olsa gerek bu güzeller güzeli. Mum divan edebiyatının değişmez mazmunudur. Mazmun denen şeyi aşağıda kısacık açıkladım ama yine de söyleyeyim. Mazmun divan şiirinde anlamı tüm şair ve okurlarca bilinen kalıplaşmış sözlerdir. Yani dönemin okuru, şair sevgiliyi muma benzettiğinde şunu anlıyordu: Şair bir pervanedir. Yani yaz geceleri ışığa uçan o şirin kelebeklerden. Sevgiliyse geceyi aydınlatan mum alevidir. Malum o dönemlerde henüz Edison bize ampulü sunmamıştı. Okur muma benzetilen şairin halini de böylece anlardı. Mumun etrafında döne döne yorulan ve kanatları ateşten yanan o zavallı kelebeğin halini yani.

Geçelim ikinci beyte.Şair aşkı, sevgilinin güzelliğini ibadetten üstün sayıyor. Tanrıya ulaşma yolunda ibadeti en güzel yorumlayan topluluk biziz sanırım. Türklerin yorumu ile İslam gerçek değerini bulmuştur diye inanıyorum ben. Neyse konumuza dönelimç Nesimi, İbadetin kazası var iken sevgiliyi görmeden geçen her anın geri gelmesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Bu şiirin tasavvufi boyutunu düşünmek gerekiyor tabii ki. Mutasavvıflar dünyada gördükleri güzelliklerin aslında Tanrı'nın güzelliğinin yansıması olduğunda birleşirler. Tüm varlıklar onun dünyadaki bir yansımasıdır, tabii ki sevgili de. Bu yüzden bu güzelliğe bakışın da ibadet gibi kutsal bir yanı vardır. Günümüzde hangi "sevgi" anlayışı bu denli derin olabilmiştir? düşünmenizi istiyorum.

Sonraki örneğim sivri dilini hiç tutamayan Nef'i den olacak.Ah Nef'i ah! Senin öldürülüşün hep kanıma dokunmuştur ancak sanırım sana ecel ile gelen ölüm yakışmayacakmış. Devrinin radikal adamı Nef'i doğru bildiklerini cesaretle söylediği için göçmüş öbür aleme. Günümüzde de aynısı yaşanmıyor mu canım diyenlerinizi duyar gibi oluyorum.

Doğruyu söylemek gerekirse ben bu 17. yüzyıl şairini çok seviyorum. Sevgim kendine olan güveninden geliyor sanırım. Sözünü hiç esirgemeyen biri olması, içi dışı bir bir insan olması beni ona kendimi yakın hissetmemi sağlamıştır. Kendi yeteneğini övüşü bile bir başkadır Nef'i'nin. Ne kadar da ukalaymış yahu diyemezsiniz. Ona hak verirsiniz. Diline, söz söyleme kabiliyetine saygı duyarsınız. Nasıl mı? Şu meşhur dizeleri belki duymuşsunuzdur. -Duyanlar da sıraya kapanıp uyumuştu değil mi lise yıllarında, doğruyu söyleyin:D-

1) Tut-i mu'cize-guyem ne desem laf değil
Cerh ile söyleşemem ayinesi saf değil

*Herkesin söyleyemeyeceği şeyleri söyleyen bir papağanım, dediklerim laf değildir. Felekle konuşamam onun kalbi saf değildir.


2)Yine endişe bilür kadr-i dür-i güftarım
Rüzgar ise deni dehr ise sarraf değil

* Felek alçak ve dünya kıymet bilmez ise de, inciye benzeyen sözümün değerini hiç değilse düşünce bilir.

3)Levh-i mahfuz-i sühandir dil-i pak-i Nef'i
Tab'-i yaran gibi dükkançe-i sahhaf değil

*Nef'inin temiz gönlü şiirin levhi mahfuzudur. Dostlarınki gibi kitapçı dükkanı değildir.
levhi mahfuz: Tanrının takdirinin, olmuş ve olacak şeylerin yazılı bulunduğu levha.

Dediğim gibi hayranım bu adamın rahatlığına, kendinden eminliğine. İlk beyte bakarsanız kendisini herkesin kolay kolay söyleyemeyeceği sözleri söyleyen bir papağana benzettiğini görürsünüz. Eskiden şairler kendilerini yüce yaratılışlı olduğuna inanılan, insan seslerini taklit edebilen bu renkli kuşa benzetirlermiş. Bu kuşların sözleri taklit ederken kendilerini görmeleri işi kolaylaştırdığından kafeslerde küçük "aynalar" da bulunurmuş. Bu aynalarda kendini gören papağan konuşmaya başlarmış. Şair mucizeler söyleyen bir papağan olarak sıfatlandırıyor kendini ;ancak belli ki ağzından laf olmak öyle kolay değil. Tamam mucizeler söyleyecek belki ama feleğin, kaderin yani talihin aynası saf değil dolayısıyla böyle bir aynaya konuşmaz Nef'i. ayine,ayna : kalp,iç anlamındadır bu arada. Kalbi saf olmayan bir güruha mucizeler söylemek istemeyişini destekliyorum Nef'inin :D

2.ve 3.beyitte Nef'inin kendi şiirini nasıl övdüğüne dikkat ettiniz mi? Doğruyu söylemek gerekirse 40 yıl düşünsem kendimi bu kadar güzel övemezdim. 2. beyitte inciye benzettiği sözlerinin bu dünyada değer görmemesine, anlaşılamamasına rağmen düşünce dünyası için paha biçilmez oluşuna vurgu yapıyor. Aydın her devirde aydın işte! Siz de bir aydınsanız neler hissediyordu Nef'i anlarsınız. Anlarsınız ki, şair ya da düşünce adamları için her devirde anlaşılamamak bir sorun teşkil etmiş. Bu sarayın en değerli şairi için de geçerliymiş, günümüzde anlaşılamadığını savunan bir sürü sanatçı için de aynı.

3. beyit bana göre bir sanat harikasıdır. Bilenler bilir Divan şiiri mazmunlar-kalıplaşmış sözler,benzetmeler- ile doludur. Yüzlerce divan şairi olmasına rağmen birkaç tanesi sivrilebilmiştir. Bunun sebebi bu kalıplaşmış söz gruplarını taklit edenlerin ortamda itibar görememesi, silinmesi; özgün şeyler söyleyebilen bir avuç şairin bugünlere kalmasıdır. Bu açıdan Nef'i kendi sözlerini Tanrı'nın kaderi yazdığı o lehvadaki sözler kadar kutsal görüyor. Özgün görüyor diyelim de yanlış anlaşılmasın. Nef'iye göre şair arkadaşlarının sözleri kitapçı dükkanlarının raflarında duran pek de ilgi çekmeyen yüzlerce kitaptan farklı değil. Çünkü Nef'i onların sıradan olduğuna, geçmişi sürekli taklit eden bayağı eserler olduğuna inanmaktadır. Ben de katılıyorum Nef'i üstadıma:D

Bu satıra kadar gelebilenlerinize selam ediyorum:D Umarım sıkılmamışsınızdır. Ben sıkılmadım vallahi:D

24 Ocak 2010 Pazar

UĞURLAR OLSUN!


24 Ocak 1993'te aklı henüz bu tip işlere ermeyen bir çocukken dahi Uğur Mumcu için üzüldüğümü hatırlıyorum. Benim yaşımda olanlar çocukluk ya da ilk gençlik dönemlerinde sürekli moral bozucu haberlerle yaşamıştır. 93'teki Sivas katliamı hala gözlerimin önünde, öyle ki o insanlık dışı olayı canlı canlı izletmişlerdi bize.

Uğur Mumcu'nun arabasına binip de bambaşka bir aleme göçtüğü günü de iyi hatırlıyorum. O dönemlerde onun yazılarını okumayacak kadar küçüktüm. Öldürülme nedenini medyanın bize sunduğu kadarıyla hayal edebiliyordum. Daha çok bölücü örgüt yandaşları ile ilgili şüphelerden bahsediliyordu. Zaten o dönem bölücü örgütün popülaritesinin üst düzeyde olduğu yıllardı. Her şeyin arkasında olsalar da olmasalar da varmış gibi gösteriliyorlardı.

Bugün olaya çocuk dünyamdan baktığım gibi bakmıyorum tabii. Üniversite yıllarımda Uğur Mumcu'yu ve onun düşüncelerinin paralelinde düşünen pek çok yazarı okudum. Birçoğunuz gibi fark ettim ki, olaylara bizim gibi bakmayan, olayların iç yüzlerini inceleyip kutsal bilgilere ulaşan, bunları bilerek birçok menfaat odağının yuvasına çomak sokan kim varsa bertaraf edilmiş ülkemde. Hem ülkemde hem de dünyada aslında. Ne yazık ki bu bir kural olmuş çıkmış. Ülkelerinin aydın kişileri illegal yollarla tepelere yerleşmiş kimselerin tavuklarına kış dediğinden bu kişiler hunharca katledilmişler. Bu Orta Çağ'da da böyleymiş 21.yüzyılda da böyle... Bu yüzden kimse bana çağ atladığımız, geliştiğimiz martavallarını okumasın.

22 Ocak 2010 Cuma

SEN & BEN


İçme, ilk yudumda zehirler seni
Bahtın kadehime döktüğü şarap.
Her akşam koynunda uyutur beni,
Her sabah alnımdan öper ızdırap.

Sen, yirmi yaşında bir baharsın ki
Gölgende neş'enin rüzgârı eser.
Düşünen alnımda benim her çizgi
Baharı olmayan bir kışa benzer

Sana ufuklar “Gel! ” diye bağırır,
Ellerinde çiçek haykırarak
Seni gür sesiyle hayat çağırır,
Beni de çiğneyip geçtiğin toprak...

AHMET HAMDİ TANPINAR


*Bu şiiri okumamı sağlayan Caner arkadaşıma teşekkürler

19 Ocak 2010 Salı

CİĞERDELEN


Üniversitedeki bir hocamız demişti hiç unutmuyorum. Dersleri pek de yakından takip etmeyip en arka sırada hayallere dalmayı yeğleyen biri olarak aklımda kalan ender sözlerden birini o ara kaydetmişim.Hocamız: "Safiye Erol'un Ciğerdelen adlı eserini mutlaka okumalısınız. Türk edebiyatının en iyi aşk romanıdır." demişti.

Çok zamandır aklımdaydı ama inanın 6-7 senedir fırsatını bulup da okuyamamıştım. Zaten kitapçılarda da sıkça rastlaşabileceğiniz bir kitap değildi Ciğerdelen. Geçenlerde netten ısmarladım ve okudum. Beklediğim gibi miydi? Şöyle söylemek daha doğru olacak:Çok daha farklı hayal etmiştim. Ancak şunu söylemekte yarar var, Safiye Hanım aşk ve hayat üzerine harika belirlemeler yapmış romanda. Romandaki aşk aslında yalnızca beşeri aşk olarak kalmamış. Vatan aşkı ve Tanrı sevgisini de harmanlamış yazarımız. Romanın dili ise harikulade. Yani yaşatmak istediği dönemi muhteşem bir şekilde gözlerinizin önüne seriyor. Turhan Bey'in Cangüzel Hanıma duyduğu deruni aşk ile ilgili bir küçük bölüm paylaşayım kitaptan ve okumak için tercihi size bırakayım.


"Hayat" denilen yapının biz sanatkarlar, orta katından ayrıldık, yedi kat göklere çıktık. Fakat cennetin bayıltıcı nur kaynaşmasında erimedik. Yedi kat yerin dibine geçtik,kanlı çekiler baskısında çürümedik. Katıksız öz mayamız varmış. Geri döndük, temelli yurdumuza. Orta kata yerleşmeye geliyoruz. Bizden, uzak diyarlar kokusunu alan orta katlılar yadırgar gibi duruyorlar."Bu gezginler katımızdan ne anlar?" yollu şüpheye düşüyorlar. Halbuki orta katı en iyi anlayanlar, oradan hiç ayrılmamış olanlar değil, altında, üstünde ne bulunduğunu gönülleriyle deneyip yaşamış olanlardır. Biz bu hayat yapısının taslağını çizdik,üzerinde kurulu durduğu toprak bucağının topografyasını çıkardık."

....

"Taş devrinin çıplak insanı idim. Yıldırımla tutuşmuş bir orman gördüm. Yekten öylesine vuruldum ki kendimi bu parlak kızıltıya attım. Canım nasıl yandı! Yalnız etim değil;canım,canım... Hatta bir canım olduğunu ben bu ilk acımda duydum anladım. Masum kafamda hayatımın ilk sorgusu uyandı: Bu kadar güzel parlak ısı olan şey nasıl olur da can yakar? Tecrübeme inanamadım, bir daha uzandım bir daha yandım. Bir daha, bir daha... Bu, benim ateş sınavımdı. Dayanılmaz güzelliğiyle beni çeken, el uzattıkça cana kıyan o kızıl ısıyı bir Tanrı sandım...



Evet gördüğünüz üzere aşkı ve aşığın durumunu harika betimlemelerle örneklerle anlatmış romanında Safiye Erol. Roman derinlerinde çok gizler saklıyor anladığım kadarıyla. Basit bir aşk mevzusunu ele almamış bu kitap. Entellektüel açıdan aşkı görmeyi amaçlayanlara hoş bir alternatif bana kalırsa...

günün bir yerlerinde


camların yandığı saat,

kuşkunun alev alev tutuştuğu..

ya tam sabahın yedisi

ya az çok beşi akşamın

ey benim güzel sevdalım

özlemin gerçek adı

bu bitmez kaygılar mıdır?

**

bu yoksunluk mudur?

sessiz içimizde durup duran

paslı bir çivi gibi,

bir tortu gibi ya da...

ne kadar olmaz desek

kolay kolay sökülmüyor yerinden

**

suların sustuğu saat,

zamanın boşluklara süzüldüğü

ya sabah sekize doğru

ya dokuza doğru akşam

ihanetin köpek gibi

kapımızda uluduğu saatler

ey benim güzel sevdalım

en çorak toprakta bile

mavisine bulandığım denizsin

Afşar TİMUÇİN

16 Ocak 2010 Cumartesi

DEŞİFRE-I



*********
Bütün hayatı bir koşuşturma
Her işe kellesini verirdi,
Yenilgiyi kabullenmez ama
Telaşına yenildi


*********
Bir hayali var belki
Uzaktayım, uzaktasın, uzak
Böyle deli sevdi
Bütün çocuklar şimdi bir tuzak.


*********
Ona, Bir fanusun ardından
Hiç durmadan bakıyorsun
Ve kim bilir aklından
Hangi türküyü geçiyorsun


*********
Yüzünün yansımasını suyun yüzünde gören
Nergisos
Bunca bakışını görseydi aynalardan
Sana verirdi o meşhur hikayedeki yerini
Ki değişirdi mitos


*********
İçinde engin bir deniz
Bir fırtına öncesi sessizliği uyur
Ve bugünlerde bendeniz
Onu karanlığın içinde bulur.


*********
Gözlerindeki adalet arzusunu
30 yıl önce de gördünüz
İdam sehpasından taşan umudu
İzmir'in meydanına dökmüştünüz




Murat Gil

14 Ocak 2010 Perşembe

KIRILMAK


Neden? Neden en yakınımızdaki insanlara, canımız bildiklerimize, bizim için değeri paha biçilmez olanlara daha hoyrat davranırız?

Dikkat edin bakın, bir başkasına kolay kolay söyleyemeyeceğimiz ağır sözleri yakınlarımıza patavatsızca öyle bir söylüyoruz ki karşımızdakinin o an hissettikleri hiç de önem arz etmiyor. Annenize, babanıza olan tavırlarınıza bir göz atın. Bir de iş yerindeki bir arkadaşınıza karşı davranışlarınıza. Canınız bildiklerimize, -bu kardeşiniz de olabiliyor, sevgiliniz de- daha bir kontrolsüz hareketler ediyoruz. Kırılırlar mı diye hiç düşünmeden lafımızı esirgemiyoruz. Belki de samimiyetin bir ürünü bu ;ancak kabul etmeliyiz ki ilişki kurarken çok hassas olunması gereken bir kategoride olan bu insanları üzmek son yapacağımız iş olmalı. Dürtülerimizle hareket etmemeli, onları önemsediğimizi belli etmeliyiz sanırım. Onlardan bir tane daha olmuyor çünkü!

12 Ocak 2010 Salı

HÜKÜMDAR KADIN


Düşüncemi sardı sarmaşık gülü
Yemeleri, içmeleri unuturum
Filizleri dolandı boğazıma
Ölümden evvel hasta iyiliği bu

Bir fotoğrafı imzaladım eline
Dilim damağım henüz kuru
Adadım gördüğüm en güzellerine,
Aşkı şaraplaştıran üzüm suyunu.

Dünyam durdu, kurulmaz
Feleğim şaştı
Haddini aştı
Her Allah'ın günü
Adın diyorum
Afalladım
Devir teslime koş
Dağların ve sen
Ey hükümdar kadın.

Murat Gil

7 Ocak 2010 Perşembe

Monna Rosa "Türk Edebiyatı'nın En Lirik Akrostişi"


I. AŞK VE ÇİLELER

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

*

Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan...
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi..
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa, seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben öteliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana,
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

*

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçemin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kiminin sarı.
Ah, beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım uymaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;
Altın bilezikler, o korkulu ten!

*

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

1952, İlkbahar.


II. ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Gece kar yağacak sabaha kadar.
Toprakta et, kemik çıtırtıları...
Yarı ölüleri bir korku tutar
Değince bir taşa kafatasları.
-Ölüler ki yalnız tırnakları var,
Ve yalnız burkulmuş diz kapakları...-

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
Açıyor elini göğe bir kadın.
Uzuyor, uzuyor, uzuyor saçları
Uğrunda ölen güzel kızların...

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Esmer delikanlı, hatıra ve kan.
Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları
Sızıyor bir kapı aralığından;
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Çocuklara açar mağaraları
Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.
İlan-ı aşk eden dil balıkları
Aşina suları çabuk terkeder...

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Bakıyor ateşe, küle böcekler.
Köpekler parçalar kanaryaları
Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.
Baykuşlar ötüyor harabelerde;
Yanıyor lambalar, hafif ve sarı.
Bir kaza kurşunu bulur her yerde
Süvarisiz şaha kalkan atları...
Bir ruhun ışığı vardır göklerde,
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Ötüyor baykuşlar harabelerde.

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.
Bekledi arzuyla karanlıkları
Anneler, babalar, erkek kardeşler.
Ta içinde duyar ani bir ağrı,
Bir hüzün şarkısı tutturur gider
Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;
Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.
Bir neşe şarkısı tutturur gider

Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;
Kurşunlar sıkılır göklere doğru,
Serçe yavruları yuvada titrer.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı...

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;
İnce yelkenleri alıyor yeller.
Titretir kalpleri ve bayrakları
Gemiden toprağa uzanan eller.
Lambalar yanıyor, hafif ve sarı,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gizli hazineler, su yılanları...

İnce yelkenleri alıyor yeller;
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.
Beyaz pelerinli hür tayfaları
Kendine bağlıyor siyah kediler;
Titriyor gönüller ve kara bayrak,
Bir yosun köküne hasret kalacak
Gemiden toprağa uzanan eller.
Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,
Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.
Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:
Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve...

1952, Yaz


III. PİŞMANLIK VE ÇİLELER

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;
Bir odun parçası aydınlatır ocağı.
Anne ateşin önünde perişan,
Anne ateşin içinde hür...
Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür.

Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.
Bin parçaya böldü beni bir divane sır,
Sesi geliyor sesi günahkar çocukların;
Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın arasındadır.

Gönüller yanarak kavuşacaktı;
Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,
Onun bu ocakta yanan toprağı,
Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,
Gönüller yanarak kavuşacaktı.

Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.

*

Annenin başı elleri arasında,
Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük.
Bir fotoğraf asılıdır duvarda:
Aynaya, geceye, maziye dönük,
Annenin başı elleri arasında,

Bir tüfeğin burnu havadadır,
Ateş almak üzredir, mermisiz.
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Bir tüfek ateş almak üzredir, mermisiz...

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların
Eteğini ben çektim.
NEyleyim göğsümü kara dağın sert rüzgarı doldurmuş,
Annemden ilk sütü Gülce'de içtim.
Ankara'ya, çatal dağa biz zindandan gün vurmuş:
Az kalsın yerine ben ölecektim
Bir saman çöpüne tutunmuş kızların...

Kediler halıları parçalıyor,
Kırmızı bir ışık düşüyor yere.
Annenin dizinde derman yok,
Annenin kafası iki parçadır.

Hükmedemiyor insan ruhuna ateş,
Rüzgar hükmedemiyor incecik perdelere;
Kediler halıları parçalıyor.

Ateşte sarı gül açan saksılar,
Kızarmış bir ekmek gibi duruyor;
Kulağıma garip sesler geliyor.
Kuş yumurtasından çıkan insanlar
Ahırda bir ata eğer vuruyor,
Kulağıma garip sesler geliyor.

Ben bir şarkı, ben bir tüyüm;
Ben Meryemin yanağındaki tüyüm.
Beni bir azizin nefesi uçurur,
Kalbimde Allahın elleri durur.
Cici ayaklarım iplikle bağlı,
Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim;
Ben bir azizin hasreti,
Ben Meryem'in yanağındaki tüyüm.

Benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

*

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor.
Annenin saçları beyaz,
Anne saçlarını yoluyor.
Ateşin içinde gül açar, servi büyür, ardıç büyür, çocuk büyür;
Ocak sönüyor, ateş kül oluyor,
Anne ruhunda ruhuma eğiliyor.

Yaralı kuş kanadını ısıtan
Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.
Kadınlar sansa da yaşadığını,
Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.
Kadınları şarkılar, geceler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, akrepler aydınlatır.
Kadınları şarkılar, zehirler aydınlatır...

*

Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.
Hatıralarımı birer birer yakacağım.
Entarimi parça parça edip
Zehirli kirpilere bırakacağım.
Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp
Göğsüme siyah bir gül takacağım.
Batan güne doğru kurşunlar sıkıp
Kendimi boşluğa bırakacağım.
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz...
Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,
Siz beni ne anlarsınız siz!
Artık ben gideceğim atım kişniyor;
Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor,
Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz;
Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.

Benim gözlerim yeşildir, ah, onun gözleri kara;
Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara...

1952, Güz


VE MONNA ROSA

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü
Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.
Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;
Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.
Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:
Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,
Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü...

Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;
Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.
Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,
İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.
Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa
Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.
Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.

Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır
Ve kediler her gece sürünür yastıklara.
Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;
Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,
Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.
Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara
Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!
Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.
Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,
Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.
Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;
Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi...
Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;
Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.
Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,
İtimat edeceğim şu belalı yağmura.
Ruhuma bayrak yapıp ben teslim edeceğim
Asılmış bir adamın iki eli yağmura.
Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni
Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.
Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni
Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.
Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni
Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,
Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.

Sana tavuskuşunun içime girdiğini
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.
İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,
Bana da bir çift ak kanat kaldığını
Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara
Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.
Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;
Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.
Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.
Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi
Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara...

1952, Kış (Yılbaşı Gecesi)

Sezai Karakoç



dinlemek için linke tıkla

BENİM ADIM KIRMIZI

Bugünlerde -sevseniz de sevmeseniz de- Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı" romanını okuyorum. Sardım demek daha doğru olacak sanırım. Okuyanlar bilir, roman bir cinayetin kurbanının konuşmaları ile başlıyor. Diyeceksiniz ki romanda bir ölü mü konuşuyor. Keşke sadece ölü olsa, bir perdeden yansıyan köpek gölgesi, diyar diyar dolaşan bir para, bir renk ve bir sürü insan konuşuyor romanda. "Kahraman Anlatıcı" diye bir teknik vardır, edebi metinlerde; Orhan Pamuk daha önce rastlamadığım şekilde neredeyse üzerinde durduğu bütün kavramların fikrini alıyor bu romanda. Onları konuşturuyor. Zaman zaman doğallığın,erotizmin cılkını çıkarsa da bir şekilde okuru meraklandırmayı başarıyor. Okuyanı 16. yüzyılın İstanbul'unda güzel bir maceranın içine çekiyor, hat ve minyatür sanatı hakkında bilgi sahibi ediyor, entellektüel insanın sorunlarını yatırıyor zaman zaman masaya. Bu anlamda okunası bir roman "Benim Adım Kırmızı".

Ben bütün bunları neden yazdım bilmiyorum; çünkü aslında başka bir şey yazacaktım bugün. Ölüm ile ilgili bir şeyler karalayacaktım. Derdim canınızı sıkmak, zaten "bidünya" olan dertlerinize dert katmak değil; ancak hem sözünü ettiğim şu romanın içinde insana ölümden sonrasını hatırlatan bölümlerin oluşu, hem de bugün mahallemizde yaşanan zamansız diyebileceğim kayıp beni ölüm üzerine düşündürdü.

Eminim hepiniz hayatınızın çeşitli evrelerinde benim gibi düşündünüz ve sorguladınız bu yolculuğun sonunu. Hangimiz sorgulamıyoruz değil mi? Ama çok sık olmuyor tabii haliyle bu. Sanırım sıklıkla böyle bir sorgulama yapsaydık; dünya çekilmez bir yer oluverip çıkardı. Birçoğumuz için eksik bir yan olarak değerlendirilse de insanoğlunun “unutabilme” gibi muhteşem bir özelliği var. Şükür ki var.

"Ölü" gerçekten hiç konduramadığımız bir unvan kendimize. Gerçi hiçbir yakınımıza ya da yabancıya da yakışmayacak bir kelime; ancak bir insanın şu dünyada en zahmetsiz şekilde yükselebileceği bir mertebe de "ölüm". Bu mertebeye herkesin yükselecek olması-kimi için bir terfi, kimi için bir ceza belki- bu olguyu adil kılıyor.

Yaklaşık 3 yıl evvel babaannemi kaybettiğimde duyduğum boşluk duygusunu bugün yeniden hissettim. Hani ölüm olayının ardından bir müddet idrak edememe, inanamama durumları yaşanır ya, işte onu . İki gün önce gördüğün, merhabalaştığın insanın bir daha sana hiç selam veremeyecek olması ne garip bir şeydir, bunu düşündüm. Ve son olarak aynı selamı bir gün bir başkasına veremeyecek oluşumuzu…


4 Ocak 2010 Pazartesi

Ölmek-Gitmek


Değerleri çokça,
Ya gidince,
Ya ölünce bilinirmiş
Güzel insanların.



Murat Gil

3 Ocak 2010 Pazar

Aşk'a Dair..


Belki aşk,
her gecenin ardından, hayata her tanıklığında, "dokunamadığın" kadar uykuda olmaktır.

Hakan Karabulut

KÜRK MANTOLU MADONNA


Klasik aşk hikayeleri gibi olduğunu düşündüğüm bir kitaptı. Hatta kitabın neredeyse ilk 50 sayfasında konuya nasıl bir giriş yapılacağını düşündüm durdum. Beni meraklandıran bir roman olması bakımından bir solukta okuduğum kitaplar arasındadır "Kürk Mantolu Madonna". Kitabı okuyan birçok bey, Raif Efendi'de ; birçok hanımefendiyse Maria'da kendilerini bulacaklar. Romandaki psikolojik tahlillere ve hayata dair belirlemelere bayıldım. 25 yaşındaki bir gencin kafasından geçebilecek her şeyi gözler önüne sermiş Sabahattin Ali. Taa 1940'lardan günümüz insanına ışık tutabilmiş. Entellektüel insanın arayışlarını, aşkı nasıl irdelediğini görebilirsiniz bu romanda. İki genç için zaman zaman sevinebilir zaman zamansa üzülebilirsiniz. Kitabın dili genç okur kitlesini birazcık kitaptan uzaklaştırabilir; buna rağmen pek kullanmadığımız sözcüklerin bugünkü kullanımlarının dipnot olarak verilmiş olması bu açığı kapatıyor.

Kitabın konusu hakkında pek fazla bir şey yazmak istemiyorum. Ayrıntılara yer vereceğim diye korkuyorum. Söylediğim şey, kitabı henüz okumayanlar için haksızlık olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse her yaştan insanın okuması gereken bir roman olarak görüyorum, Sabahattin Ali'nin bu güzel eserini. İnsanlar bu kitabı okumalı ve kendi hayatlarını masaya yatırmalılar !

2 Ocak 2010 Cumartesi

YENİ YIL ŞİİRİ


Yeni yıl kutlamaları dünyanın en eski geleneklerinden biri olmalı. Her millet için ayrı bir milad var tabii. Ancak küreselleşen dünya küresel miladını da beraberinde getirmiş. Günümüze değin yüzlerce takvim oluşturulmuş, zaman birimlere ayrılmış. Örneğin biz Türkler Celali'sinden tutun da Hicri'sine, Rumi'sinden tutun da Miladi'sine kadar bir sürü takvim kullanmışız. Yılların dönüm günleri de çeşitli eğlencelere,kutlamalara ya da ayinlere sebebiyet vermiş tabii. Bizde baharı müjdeleyen "Nevruz" gibi, Batılı toplumlarda Hz.İsa'nın doğumunun kutlandığı Christmas haftası var. Yeni yıl da bu vesile ile kutlanır. (Miladi Takvim Hz.İsa'nın doğumunu başlangıç olarak seçmiştir.)

Bunları anlatmamın sebebi hem yeni yılın hüküm sürmeye başladığı şu ilk günlerde yeniye dair bir şeyler karalamak, hem de yeni bir yıla girişini lirik bir dille ifade eden "İnci Dakikaları" şiirini size tanıtmaktı.

Bu şiiri okuduğumda şaşırmıştım. Çok beğendiğimi de itiraf edeceğim. Şaşkınlığımın sebebi, Sezai Karakoç gibi dini motifleri şiirlerinde kullanmayı kendisine dert edinmiş, bunları zaman zama radikal bir biçimde dile getiren, dünyaya din penceresinden bakan bir şairin; genelde toplumun "gavur adeti" olarak nitelendirdiği bir kutlamayı şiirine sokmasıydı. Doğruyu söylemek gerekirse şiirdeki lirizmi olumlu yönde etkileyen bir zaman dilimi olmuş yılbaşı gecesi. Okumanızı tavsiye ediyorum.

İNCİ DAKİKALARI

Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden
Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey
Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya
Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde
Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya
Sen benim ağlamamı erkeklığıme
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say

Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu
Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say

Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar

Senin odan günışığı en güzel müzik bana
Farklılıklar odası
Giden tren buharları içinde örümcek ağı
Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak
Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş
Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı

Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum
Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır
Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim
İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur
Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler
Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur
Oldukları yerde bile

Sezai Karakoç