30 Mart 2010 Salı

BÖ 2010'A TALİBİZ


Sevgili Edebiyat Meclisi sakinleri. Blogumuz uzun süredir sizlerle keyifle okunduğunu düşündüğümüz yazılar paylaşıyor. 7 aydır yazılarımızla ekranlarınızı ziyaret ediyoruz. Blogumuz ilk ciddi sınavını BÖ 2010'da verecek. 2010 Blog Ödülleri olarak bilinen bu prestijli organizasyonda Efes Pilsen'in sponsor olduğu "Kültür ve Sanat Blogları" dalında aday olduk. Bizleri keyifle takip eden okurlarımıza duyurmaktan onur duyarız. Sevgiler!

27 Mart 2010 Cumartesi

KAVAKLAR


Ah kavaklar ah kavaklar
Bedenim üşür yüreğim sızlar

Beni hoyrat bir makasla
Ah eski bir fotoğraftan oydular
Orda kaldı yanağımın yarısı
Kendini boşlukla tamamlar
Ah omuzumda bir kesik el ki
Hala hala durmadan kanar

Ah kavaklar ah kavaklar
Acı düştü peşime

Ah kavaklar ah kavaklar
Ardımdan ıslık çalar

METİN ALTIOK


*Birçokları bunu şarkı sanır. Sezen Aksu'nun seslendirdiği "Kavaklar" aslında harika bir Metin Altıok şiiridir.

İÇİMDEN ŞEHİRLER GEÇİYOR



Sonsuz yolculuğuma seni son durak sandım
Şarkılardan mirastı aşk: inandım
Ararsam bulurum sandım
Bulunca durulurum
Durulmuyor denizim
Gelirsen diner sandığım bu yalnızlık
Durulmuyor durulmuyor

Kaoslarım, girdaplarım, labirentlerim
Nice nice dertlerim var
İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor
İnmiyorsun
Seni en sıcak ben öperdim
Kim bilir ama sen bilmiyorsun...


*Bazı şarkı sözleri şiirler kadar etkileyici olabiliyor. Feridun Düzağaç'ın hemen hemen her şarkısının şarkı sözleri bir şiir kalitesinde. İşte en sevdiğim şarkılarından birisi: İÇİMDEN ŞEHİRLER GEÇİYOR


25 Mart 2010 Perşembe

PUCCA & SİMİNYA



Blog dünyasının mazisi bildiğim kadarıyla 2000'li yılların başlarına kadar uzanıyor. Günümüzde blog yazmak oldukça popüler bir aktivite. Dünyada bir çok konuda oldukça ilgiyle izlenen blogçuluk ülkemizde de günden güne benimseniyor. Tabii birçok şey gibi bu kavram da ülkemize çok sonra geldiğinden büyük bir patlama ile yaşamımıza girecektir.

Her şeye rağmen henüz internet kullanıcılarının büyük bir bölümü blogçuluktan bi-haberler. Facebook, twitter gibi paylaşım sitelerinin deaynı kaderi yaşadıklarını düşünürsek bloggerlık da benzer bir dönemi yaşayabilir. Gerçi insanımızın okuma konusundaki sıkıntısını düşününce pek de ümitvar konuşmamalı.

Bugün özellikle blogları yeni yeni takip etmeye başlayanlara iki güzel önerim olacak. Gerçi blog dünyasının içinde olanlar için bu blogları tanıtmaya gerek yok ancak bilmeyenlerin mutlaka ziyaret etmeleri gereken iki blogdan bahsedeceğim.

İki blog da bayan sahibelerinin elinde şekillenmekte. Bu iki sahibemiz yaşadıklarını, düşündüklerini eğlendiren,yormayan,sıkmayan hepsinden önemlisi kahkahalarla güldüren bir üslupla kaleme alıyorlar. Klavyeye yani:D Siminya'nın blogundaki postlara göz attığınızda, ağzı çok iyi laf yapan bir hatunla karşı karşıya kalıyorsunuz. Başından geçen komik olayları anlatan sahibemizin cümleleri değme yazara taş çıkaracak nitelikte. O kadar güzel dillendiriyor ki yaşadıklarını, post adını verdiğimiz denemelerini yazarken rahatladığınızı, stres attığınızı hissediyorsunuz. Bu anlamda mutlaka takibinizde olması gereken, blog dünyasında da nam salmış bir blog kendisi!

www.siminya.blogspot.com


Diğeri ise kendine pucca adı veren bayana ait. Bu bayanın yazdıkları Siminya'ya göre daha az edebilik içeriyor. Ancak bir bayanın ağzına müstehcenlik ve argo bu kadar mı yakışır diyorsunuz Pucca'nın postlarını okurken. Hayatını günlük nitelğinde blogundan takip ediyorsunuz. Yaşadıkları gerçek ya da gerçek dışıdır, bunu bilemiyoruz ancak insanı bir müddetliğine bu dünyadan alıp götürdüğü, insanı kahkalara boğduğu, bir sonraki yazıyı merakla beklettiği buz gibi gerçektir. Şiddetle tavsiye ediyorum


www.passiflora-rapunzel.blogspot.com


Bu iki blogu "edebiyat meclisi" sakinleri blogumuzun sağ yanında bulunan "Takip Ettiklerim" bölümünden de izleyebilirler. Bu değerli iki kadın blog yazarının yazdıklarını takip edebilirler.

22 Mart 2010 Pazartesi

ELİMDEN GELEN BU


Elimden gelen bu ben iki kişiyim
Çoğalmak neyse ne azalmak zor
Birisi seni her an bırakıp gittiğim
Öbürü kan gibi tutulmuş seviyor
Ağzındaki acı alnındaki çizgiyim
Gözlerine kirli bir bulut getirdim
Hiçbir sevinç aydınlığı onu silemiyor

Elimden gelen bu ben iki kişiyim
Birisi kapadığın kapılardan gitmiyor
Yağmur yağmaksa o güneş açmaksa o
Bir yerin üşüse onun sıcaklığı
Öbürü en içten çağrını işitmiyor
Alıp tutmaksa o basıp gitmekse o
Bakışları kıyısız deniz uzaklığı

Elimden gelen bu ben iki kişiyim
İkisi birden çıkmaya uğraşıyor
Bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
Birisi yeni baştan serüvene başlamış
Öbürü silahında son mermiyi sıkıyor
Çoğalmak neyse ne azalmak zor

Attila İlhan

21 Mart 2010 Pazar

Muere Lentemente / Yavaş Yavaş Ölürler



Muere lentamente Yavaş yavaş ölürler
Quien no viaja, Seyahat etmeyenler,
Quien no lee, Okumayanlar,
Quien no oye música, Müzik dinlemeyenler,
Quien no encuentra gracia en sí mismo. Vicdanlarında hoş görmeyi barındıramayanlar.

Muere lentamente Yavaş yavaş ölürler
Quien destruye su amor própio, Kendilerine olan sevgilerini yıkanlar,
Quien no se deja ayudar. Hiçbir zaman yardım istemeyenler.

Muere lentamente Yavaş yavaş ölürler
Quien se transforma en esclavo del hábito Alışkanlıklarına esir olanlar,
Repitiendo todos los días los mismos trayectos, Her gün aynı yolları yürüyenler,
Quien no cambia de marca, Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
No se atreve a cambiar el color de su vestimenta, Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,
O bien no conversa con quien no conoce. Veya bir yabancı ile konuşmayanlar.

Muere lentamente Yavaş yavaş ölürler
Quien evita una pasión y su remolino de emociones, İhtiraslardan ve verdikleri heyecanlardan kaçınanlar,
Justamente éstas que regresan el brillo a los ojos Tamir edilen kırık kalplerin...
Y restauran los corazones destrozados. Gözlerindeki pırıltıyı görmekten kaçınanlar.

Muere lentamente Yavaş yavaş ölürler
Quien no gira el volante cuando está infeliz con Aşkta veya işte bedbaht olup
Su trabajo, o su amor, İstikamet değiştirmeyenler,
Quien no arriesga lo cierto ni lo incierto para ir Rüyalarını gerçekleştirmek için
Atrás de un sueño Risk almayanlar,
Quien no se permite, ni siquiera una vez en su vida, Hayatlarında bir kez dahi...
Huir de los consejos sensatos. Mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.

Vive hoy! Şimdi yaşa!
Arriesga hoy! Bugün riske gir!
Hazlo hoy! Hemen harekete geç!
No te dejes morir lentamente! Kendini yavaş ölüme teslim etme!
No te impidas ser feliz! Mutluluktan kaçınma!
PABLO NERUDA

"İSTANBUL" HAKKINDA ŞİİR YARIŞMASI


Arkadaşlar duymayanlara duyuralım istedik. Ümraniye Belediyesi 6.sını düzenlediği "İstanbul" hakkındaki bir şiir yarışmasının katılım tarihini duyurdu. Katılmak isteyen arkadaşlar internet üzerinden şiirlerini gönderebilirler.

ADINI FUNDA OTELİ KOY


ADINI FUNDA OTELİ KOY

Adını funda oteli koy
Aklından gelip geçen bir yazın
Ve akşam güneşlerinde orda burda
Bir deniz kıyısında, eski bir yıkıntıda
İnce ince gezinen turuncu adamların.

Adını funda oteli koy
Sevdamızın da adını
Ayakları dibinde gün batımının.
Ve ağzında binlerce güneşin tadı
Dilinin ucunda yalnızca kendi adın.

Çünkü sevdikçe beni sen, kendini tanıdın.

Edip Cansever

18 Mart 2010 Perşembe

ÖLÜM


**Canlı**

Sala ile birlikte
Bütün anılar dökülmeye
Yıllarca biriktirdiğim
Korkularla birlikte
Tabut teneşire kalktı
Telaş yeniden başladı

Toprak atarsın
Toprak toprak üstüne
O çukurda yatarsın
Bir kürek daha fikrime
Telaş telaş kapansın
Bir kapak daha fikrime

Neredesin kim bilir?
Yanımdayken sen de bilmezdin
İnsan düşününce irkilir.
O yokluk tarlasında
Bitti ve başladı arasında
Bir yerde misin?

**Ölü**

Buz gibi taş ve gökkubbe arasında
Duyuyorum ağladığınızı, feryadınızı
Ağlamak geçiyor içimden aslında
Buranın garibiyim biraz da yabancısı
Bir yer bulabilsem yine aranızda

**Canlı**

Ne garip gittin ve duymuyorsun bizi
Ve nasip olamıyor vedalaşmak
Oralarda kendine iyi bakmak
Bizleri çabucak unutmamak temennisi

**Ölü**

Gördüklerimi yaşasaydınız
Ve bilseydiniz bildiklerimi
La-mekan ve zamansız
Kalsaydınız.
Ki nasip olmasaydı vedalaşmak
Bavullarım yolun sonunda
Rehberim işte kapıda
Bekliyor bendenizi
Gördüklerimi ve bildiklerimi
Sorgulama maksadında

**Canlı**

Güle güle ey insan!
Suçların bağışlansın

**Ölü**

Kalın sağlıcakla
Beden size yansın


Murat Gil

17 Mart 2010 Çarşamba

DEDELERİMİZ VE BİZ



Bugün 18 Mart. 18 Mart Çanakkale Zaferini Kutlama ve Şehitleri Anma Günü. Bugün sadece 18 Mart akşamı Çanakkale’de düşman donanmalarına göz açtırmadan kazandığımız o muhteşem deniz zaferini kutlamıyoruz. Bugün, Çanakkale’de vurularak düşmanla koyun koyuna yatan, Dumlupınar’da, Sakarya’da bayrağımıza al rengini katan, Cudi’de, Kato’da, Beytülşebap’ta hainlere göz açtırmayıp göğüs göğse çarpışan aziz şehitlerimizi de şükranla anıyoruz.

Ülkemizin tarih önünde önemli sınavlar verdiği şu günlerde Çanakkale’de Türk ulusunu zafere taşıyan o mücadele ruhunu iyi anlamalıyız. Yuvasına zorla girip hürriyetini elinden almaya çalışan sömürgecilere yiğitçe direnen Mehmetçiğin ruhundan bahsediyorum. 1915’te, Onbaşı Seyit’e , bütün yetersizlikler içinde o 250 kiloluk top mermisini gözünü dahi kırpmadan sırtlatıp namluya sürdüren inancı iyi anlamalıyız.

Bahsettiğim bu inancı, bu vatan sevgisini tarif edebilmek elbette oldukça zor. Çünkü insan ne yaşamadığı sıkıntıları, sıkıntı çeken kadar anlayabiliyor ne de tatmadığı mutlulukları bu duyguyu tadan kadar hissedebiliyor. Ben yine de o mücadele ruhunu, vatan aşkını somutlaştırabilmeniz, bir an olsun anlamlandırabilmeniz için birkaç örnekle sizlere yardımcı olmak istiyorum.

Dilerseniz öncelikle o yıllarda gencecik bir subay olan Gazimize, 19.İhtiyat Tümen Yarbay Mustafa Kemal’e kulak verelim. Hepinizin bildiği gibi Çanakkale savaşları sırasında engin ileri görüşlülüğüyle inisiyatifini cesurca kullanan Mustafa Kemal, düşmanın en etkili olabileceği cephede askerleriyle önemli bir başarı kazanmıştır. Düşman cephesine askerlerinin en önünde yer alarak atılan Mustafa Kemal’i bir şarapnel parçasından Türk milletine bağışlayan ata yadigarı bir saat olmuştur. Mustafa Kemal, silah arkadaşlarının mücadelesini şu cümlelerle özetlemiştir:

“Biz kişisel kahramanlıklarla uğraşmıyoruz. Yalnız size Bomba Sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim: Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre; yani ölüm muhakkak… Birinci siperdekilerin hepsi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Şehadet getirerek Cennet’e girmeye hazırlanıyorlar.

İşte Türk askerindeki üstün ruh kuvvetini gösteren hayret ve tebrike değer örnek. Emin olunmalıdır ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

Mustafa Kemal Türk askerinin kararlılığını ne güzel de dilegetirmiş değil mi?

Şimdi de şartların zorluğunu daha iyi kavrayabilmek için yiğit Mehmetçiklerimizin Çanakkale siperlerindeki birkaç günlük yemek listesine bakalım:

43. Alay 1. Piyade Taburu 1. Bölük’ün Çanakkale menüsü

15 Haziran Sabahı: Bir kase Üzüm Hoşafı Öğlen: Yemek Yok Akşam: Yağlı Buğday Çorbası ve bir parça ekmek

16 Haziran Sabahı: Yemek Yok Öğlen: Yemek yine yok Akşam: Üzüm Hoşafı ve bir parça ekmek

17 Haziran Sabahı: Yalnızca Yarım ekmek Öğlen: Yemek Yok Akşam Şekersiz üzüm hoşafı ve ekmek yine yok.

Görüyorsunuz ki Çanakkale’de ülke savunması belki bomboş midelerle ancak vatan aşkıyla tıka basa dolu yüreklerle yapılmıştır. Asla lafla değil, boş sözle değil…

Son örneğim sizler gibi lise sıralarında sizinkilere benzer hayaller kuran bir grup Türk gencinin hikayesinden olacak. Sözünü ettiğim hikaye 1915 yılında lise sıralarında yer alan Mekteb-i Sultani öğrencilerine aittir. Bugünkü adıyla Galatasaray Lisesi öğrencilerine yani. Bu gençler muhtemeldir ki tıpkı sizler gibi güzel bir geleceğin hayali içinde yaşıyorlardı. Sevdikleriyle mutluluk içinde yaşamayı düşlüyorlardı. Tıpkı sizler gibi oturdukları sıralardan ülkenin halini gözlemliyorlardı. Ancak vatan toprakları Çanakkale’de konuşlanan düşman askerlerince işgal edilmiş ve bu, henüz lise çağındaki çocuklar vatanın elden gittiğini görerek vatan savunmasında gönüllü er olmak istemişlerdi. İstekleri zor durumdaki ordu tarafından kabul edildi. Nitekim siperlere bakıldığında 15-16 yaşında bir sürü Mehmetçiğin savaştığını görebilirdiniz. Benzerleri gibi o yıl Çanakkale savaşlarında bütün öğrencileri şehit olan Mekteb-i Sultani mezun verememiştir.

Görüyorsunuz ki dedelerimiz bütün imkansızlıklara, kötü koşullara rağmen söz konusu vatan toprağının bağımsızlığı olunca canlarını hiçe sayarak bayraklarını, namuslarını, bağımsızlıklarını savunmuşlardır.

Günümüzde artık savaşlar; eskiden olduğu gibi toplarla, tüfeklerle siperlerde göğüs göğse çarpışan askerlerle yapılmıyor. Günümüzün savaşları milletlerin kültürlerine, tarihlerine yani özlerine küstürülmesiyle gerçekleştiriliyor. Tarihine, kültürüne, kullandığı dile küsen bir topluluğun uzun süre bağımsızca yaşaması da böylece mümkün olmuyor.

Sözlerimin sonunda dedelerimizin canlarını vererek korudukları bağımsızlığımıza bu anlamlı zaferin 95. yılında bir kere daha sahip çıkalım diyorum. Kültürümüzle, dilimizle, tarihimizle gurur duyalım. Unutmayınız ki köklü bir geçmişe sahip olmayan milletler ancak efsanelerle yaşarlar. Ne mutlu ki efsanelerle yaşayan birçok milletin aksine, dedelerimiz bizler için bütün dünyanın önünde saygıyla eğildiği, sonuna kadar gurur duyabileceğimiz muhteşem bir geçmiş bırakmışlardır.


NOT: Yazı 18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü Programı için kaleme alınmıştır.

14 Mart 2010 Pazar

MEZAR


MEZAR

Bir gün ölüm döşeğinde

Beni çağıracaksın

Gerçek aşkın

O çocuksu yüreğimde olduğunu

Anlayacaksın

Ve ben tabi ki geleceğim.

Hasretinden ölmüş

MEZARIMDAN

8 Mart 2010 Pazartesi

DOYUMSUZLUK


Toplumumuzun son yıllarda iki temel problemi gözüme çarpıyor:Bir tanesi "doyumsuzluk" diğeriyse "alışılmış çaresizlik".

Doyumsuzluktan bahsedelim öncelikle. Doyumsuzlukla beslenen hastalıklı bir kültürün dünyayı sardığı ortada. Yani kendi sorunumuz olarak sunduğum doyumsuzluk; aslında evrensel bir hastalık, insanlığın temel problemidir. Biz de "globalleşen dünya" içinde kendimizi bu fanustan soyutlayamadığımızdan bu sorunu 7'den 70'e iliklerimizde hissediyoruz. Özellikle genç kuşak, tüketim toplumunun canavarı olarak yetişiyor. Hiçbir kıyafetin, hiçbir yiyeceğin, hiçbir zevkin, hatta hiçbir kederin dahi bu gruba yetmediği, onları doyuramadığı ortada.

2000'li yılların başında "MATRİX" filmi vizyondayken filmin senaryosuna uygun bir dünyada yaşadığımıza inanıyordum. Düşüncelerim daha da kemikleşerek bugüne kadar geldi. Dünya üzerindeki hakim güç, filmdeki gibi belki bir kapsül içinde yetiştirilen insanların beyinlerini kabloyla, hapla şunla bunla uyuşturup ona göre yaşayan bireyler yaratmıyor; ancak farklı yöntemlerle istekleri karşılayacak, beyinleri uyuşmuş, embesil diye tabir edilebilecek bireyleri ve bu bireylerin oluşabileceği zeminleri ustalıkla yaratıyor. Böyle bir habitatın oluşumunda görüyoruz ki insanın "doyumsuzluk" duygusu işe en çok yarayan zaaf. Etrafınızdaki doyumsuzluğu ya da bizzat doyumsuzluğunuzu hayatın her saniyesinde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.

Doyumsuzluğumuz ne işe yarıyor peki? Doyumsuzluk, tabii ki tüketimi tetiklediği için büyük bir ekonomik kaynak hakim güç için. İnsanlar statüleri, yani toplumdaki sıfatları uğruna öyle bir parlama, öyle bir beğenilme tutkusu ile yaşıyorlar ki böyle bir dürtü ile yaşamını sürdüren insan dış görünüşe sapkınlık derecesinde önem verir hale geliyor. Dolayısıyla bu duygu kendisini karşısındakine beğendirme aşkıyla yanıp tutuşan kompleksli insanları ve pek tabii akıllara ziyan bir alışveriş çılgınlığını da beraberinde getiriyor.

Aynı doyumsuzluk duygusunun insanların cinsi münasebetlerinde de öne çıkartıldığını görüyoruz. İnsani ilişkilerinde beğenilme arzusu ve statü kazanma hırsının kurbanı olan birey için flörtlerin de bu amaca hizmet ettiğini fark ediyoruz ne yazık ki. Bu grup için çok fazla insanla beraber olmak öyle bir statü kazanma yolu haline getirtiliyor ki gençlerin karşı cinsle beraber oluşlarının bir yarış haline dönüştüğünü seziyoruz.

Klasik devirlerin "bir göz süzüşe can verdiren, heyecanlı aşkları"nın yerini bütün tenselliği ile duyguyu çürütmüş, bambaşka şeyleri arzular hale gelmiş hastalıklı doyumsuzluk duygusu almıştır. Bu doyumsuzluk duygusunun hakim güce faydası tabii ki farklılıkları olmayan, yepyeni zevkler veremeyen bir dünyada apayrıyı,bambaşkayı arayan gençlerdir. Bu gençlerin büyük bir bölümü çeşitli maddelere yönelerek bu doyumsuzluğu birkaç dakika olsun dindirebilmektedirler. Birkaç dakikaysa sistemini kurmuş güç açısından milyon dolarlar demektir.


Yazının başında "alışılmış çaresizlik"ten bahsetmiştim. Şimdi ona gelelim. Bu doyumsuzluk illetinin bir güruha işlemesi için bu güruhun öncelikle köksüzleştirilmesi ve belli zevkleri tatmaktan alıkonması gerekmektedir. Nasıl mı? Tabii ki beyni uyuşturacak bir şeylerle, tilki kurnazlığıyla oluşturulmuş karalamalarla.

Türk toplumunu ele alalım. Bir bakın etrafınıza. Kendi ulusal kimliğinden utanan, bu kimliğe güvenmeyen bir sürü insanla karşılaşacaksınız. Yıllar yılı Türk'ten hiçbir şey olmaz, Biz mi ? asla başaramayız, gibi sinsice düşünceler idrakımızı örümcek ağı gibi sarmıştır. Bunun bize kabullendirilen bir düşünce olduğu ortadadır. Buna inananlarımız o kadar çok ki. Onlardan biri olma olasılığınız da yüksek tabii. Nereden çıkarıyorum mu bunu, ben de onlardan biriyim, sizlerden biriyim yani.

Zevklerinize bir bakın. Uğraşılarınıza. Köklerinizle bağlantılarınıza. Kültürünüze ait bir edebi eserden aldığınız hazza bakın mesela. Bir Fransız'ın J.J. Russo ile J.P. Satre ile övünüşünü düşünün. Bir İngiliz'in Şekspir'i nasıl da keyifle okuduğunu. En son ne gün Nedim'i,Baki'yi gururla okuduğunu düşün. Dede Korkut Hikayelerinde kendinden bir şeyler bulabilmek için uğraştığın günleri? Nazım'ı, Necip Fazıl'ı Orhan Kemal'i, Ömer Seyfettin'i okuyup zevk aldığın son günü düşün. Fazla edebi olmasın mı? Pekala, Bir Türk markası ile X gelişmiş ülkesinin markasını karşılaştırışını düşün. Bir araç gereci elinde incelerkenki "adamlar yapıyoo abi yaa" deyişini. Ayağına tarz diye giydiğin filanca ülkenin işçi ayakkabısı olan 5-10 dolarlık lastiği düşün. İki kuru yuvarlak ekmek arasına konmuş kupkuru eti, patates kızartmasını, o beyaz adamın köpüklü siyah suyunu düşün. Kendi mutfağına ağız burun kıvırışlarını. Haydi doğruyu söyle "Er Ryan'ı Kurtarmak" filminin sonunda dalgalanan o 55 yıldızlı kırmızı beyaz bayrak sahnesinde o bayrağın altında yaşayanlardan daha çok heyecanlandığını. vb.vb.vb.vb.

Evet buna benzer o kadar çok şey çıkarabiliriz ki. "Alışılmış çaresizlik" yani köklerimizin olmadığına inanmak, asla bir şeyleri başaramayacağımızı düşünmek, onlar en iyisini yapar biz de tüketiriz anlayışıyla büyümek acı şey değil mi? Hepimiz bu acının çocuklarıyız ve bir şeylere bir yerlere özenerek büyüyoruz. Elimizde pırıl pırıl duran "Anadolulu Atatürkçü Şerefli Türk İnsanı"kalıbı yerine daracık kalıpları zorluyoruz. İlaç-hastalığın farkında olan dahi yok ama:D- özümüzde!

7 Mart 2010 Pazar

BU SEVGİDİR



BU SEVGİDİR

Onun güzelliğini herkes görüyorsa o bence az güzeldir.
Herkes biliyorsa o bence hiç güzel değildir.
Onun güzelliğini yalnız ben görüyorsam bu sevgidir.
Yalnız ben biliyorsam bu aşktır.
Hiç kimse görmüyorsa bu yalnızlıktır.

ÖZDEMİR ASAF

6 Mart 2010 Cumartesi

ŞİDDET TOPLUMU OLMAK


Bu yazıyı yazma fikri bugünkü Diyarbakırspor-Bursaspor maçı sonrasında geldi. Malumunuz maç içerisinde taraftarın sahaya- abartısız söylüyorum- kaya ve benzeri şeyler atması, bu maddelerden birinin yan hakemin kafasını dağıtması maçın ertelenmesine vesile oldu. Şiddet keşke ülkemiz için bu denli basit kalsa diyorum yine de ben.

İnsanımız kabul etseniz de etmeseniz de şiddeti birçok durumda bir anahtar olarak kullanıyor. Diyalogla halledilebilecek bir sürü şeyde, problemi şiddete başvurarak çözmeyi deniyor. Bakınız etrafınıza trafiğe,hastanelere, okullara,tv programlarına... Küfür bir, şiddet iki.

Şiddet düşünmeyi gerektirmeyen bir yol . Şiddet edebi, kültürü de gerektirmeyen olgu. Bu anlamda ülkemizin birçok yerini o meşhur vahşi batı filmlerinin Teksas'ına benzetiyorum ben. Her an trafikte yol alırken yumruğu burnunuzun üstüne yiyebilirsiniz. Okulda öğrenciyseniz-ki karşıt şiddet arttığı için azaldı eskiye nazaran- öğretmenin şaplağını ensenizde hissedebilirsiniz. Eve geç gelmişseniz babanızın tokatı yanağınızda patlayabilir.

Evet, ne yazık ki büyük bir çoğunluğumuz kovboy standardında bir edep anlayışına ve kültür düzeyine sahip olduğumuzdan insan doğasına göre değil de hayvanlar alemi kurallarına göre eylemlerimizi gerçekleştiriyoruz. Yani büyük balık küçük balığı yer hesabı. Yelesi kabarık pençesi büyük aslan geliyor, kafasını bozan minik aslanlara iki tane çakıyor her defasında. Bu durumda şiddet en kolay ve haklı yol oluyor tabii.


Şiddet ilginçtir sevinçlerimizde bile karşımıza çıkıyor. Ben dünyanın hiçbir ülkesinde bir futbol takımının gol atan oyuncusunun kafasına şaplakları sırayalarak sevinen arkadaşlarına rastlamadım mesela. Hiç unutmuyorum Fatih Terim'in yardımcı antrenörünü sevinçten dövüşünü. Ya da Yılmaz Vural'ı hepiniz bilirsiniz. Sahada futbolcusunu tokatlayışını vb.

Neyse döneyim ilham kaynağıma ve bitireyim. Bugünkü Diyarbakırspor-Bursaspor maçındaki çirkin olaylar, bir spor karşılaşmasının doğal seyri içinde gerçekleşebilecek olaylar değildi elbette. Toplumsal bir sorunun da göstergesiydi olan bitenler. Dişe diş kana kancılık işaretiydi bizdeki, öç alma psikolojisinin dışa vurumuydu. Bir nevi kan davası meselesi. Batısından doğusuna topraklarımızın her köşesini meşgul eden büyük bir yarayı gösterdiler tekrar.

Oysa bütün taraftarlar siyah tişörtlerini giyselerdi mesela. Siyah mendil sallasalardı ya da? İlk maçta Bursa'da yapılanları böyle protesto etselerdi? Hayalci şey seni diyeceksiniz,haksız sayılmazsınız. Bunlar büyük bir eğitim sorunudur ve topyekün bir değişim için çok uzun bir süre gerekir. Sanırım ömrümden daha uzun bir süre...

1 Mart 2010 Pazartesi

"DELİKANLILIK ADAM YARALAMAK DEĞİL YARALARI SARMAKTIR" eşrefpaşalılar


Heyttt bee. Filme bak! Adını duyunca bir hayli heyecanlanmıştım. Ee kolay değil oturduğum semtin hikayesini anlatan bir film yaratmışlar! Yakında vizyona girecekmiş bu film. Merakla bekliyorum. Filmin hikayesi şöyle, İzmir'in Eşrefpaşa'sında oturanlara ya da bir şekilde bu semtle alakadar olanlara duyurulur:
"İzmir Eşrefpaşa’dan gelip İstanbul’a yerleşmiş iki dosttan biri olan Tayyar (Hüseyin Soysalan), güç ve iktidar tutkusu ile büyük bir mafya lideri olurken; Davut (Turgay Tanülkü), küçük mahallesinde namusuyla kahvesini işletmektedir. İkisi de aynı kadını sevmiştir fakat Madam Eleni (Sermin Hürmeriç) Davut’u sevmesine rağmen Tayyar ile evlenmek zorunda kalmıştır. Bir de kızı Duygu (Deniz Özpınar) dünyaya gelir. Fakat Tayyar, Madam’ın gönlünün Davut’ta olduğunu bildiğinden bunu sindiremeyip kızı ile birlikte Madam’ı ortada bırakır. Tayyar bir şekilde intikam alacaktır ve bunu Davut’un evlatlığı Nusret’i kendi yoluna çekerek yapacaktır. Mahalle kabadayısı Nusret ise bir tarafta sevdiği kız, sevdiği insanlar; diğer tarafta ise para ve saltanat arasında kalır. Bu iki dünya arasında bocalarken mahallenin metruk camisine bir hoca (Sinan Taymin Albayrak) tayin olur ve olayların seyri değişmeye başlar."