7 Ocak 2010 Perşembe

BENİM ADIM KIRMIZI

Bugünlerde -sevseniz de sevmeseniz de- Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı" romanını okuyorum. Sardım demek daha doğru olacak sanırım. Okuyanlar bilir, roman bir cinayetin kurbanının konuşmaları ile başlıyor. Diyeceksiniz ki romanda bir ölü mü konuşuyor. Keşke sadece ölü olsa, bir perdeden yansıyan köpek gölgesi, diyar diyar dolaşan bir para, bir renk ve bir sürü insan konuşuyor romanda. "Kahraman Anlatıcı" diye bir teknik vardır, edebi metinlerde; Orhan Pamuk daha önce rastlamadığım şekilde neredeyse üzerinde durduğu bütün kavramların fikrini alıyor bu romanda. Onları konuşturuyor. Zaman zaman doğallığın,erotizmin cılkını çıkarsa da bir şekilde okuru meraklandırmayı başarıyor. Okuyanı 16. yüzyılın İstanbul'unda güzel bir maceranın içine çekiyor, hat ve minyatür sanatı hakkında bilgi sahibi ediyor, entellektüel insanın sorunlarını yatırıyor zaman zaman masaya. Bu anlamda okunası bir roman "Benim Adım Kırmızı".

Ben bütün bunları neden yazdım bilmiyorum; çünkü aslında başka bir şey yazacaktım bugün. Ölüm ile ilgili bir şeyler karalayacaktım. Derdim canınızı sıkmak, zaten "bidünya" olan dertlerinize dert katmak değil; ancak hem sözünü ettiğim şu romanın içinde insana ölümden sonrasını hatırlatan bölümlerin oluşu, hem de bugün mahallemizde yaşanan zamansız diyebileceğim kayıp beni ölüm üzerine düşündürdü.

Eminim hepiniz hayatınızın çeşitli evrelerinde benim gibi düşündünüz ve sorguladınız bu yolculuğun sonunu. Hangimiz sorgulamıyoruz değil mi? Ama çok sık olmuyor tabii haliyle bu. Sanırım sıklıkla böyle bir sorgulama yapsaydık; dünya çekilmez bir yer oluverip çıkardı. Birçoğumuz için eksik bir yan olarak değerlendirilse de insanoğlunun “unutabilme” gibi muhteşem bir özelliği var. Şükür ki var.

"Ölü" gerçekten hiç konduramadığımız bir unvan kendimize. Gerçi hiçbir yakınımıza ya da yabancıya da yakışmayacak bir kelime; ancak bir insanın şu dünyada en zahmetsiz şekilde yükselebileceği bir mertebe de "ölüm". Bu mertebeye herkesin yükselecek olması-kimi için bir terfi, kimi için bir ceza belki- bu olguyu adil kılıyor.

Yaklaşık 3 yıl evvel babaannemi kaybettiğimde duyduğum boşluk duygusunu bugün yeniden hissettim. Hani ölüm olayının ardından bir müddet idrak edememe, inanamama durumları yaşanır ya, işte onu . İki gün önce gördüğün, merhabalaştığın insanın bir daha sana hiç selam veremeyecek olması ne garip bir şeydir, bunu düşündüm. Ve son olarak aynı selamı bir gün bir başkasına veremeyecek oluşumuzu…


3 yorum:

  1. Ben bu adamın kitabını almam . Hele hele piyasada o kadar kitap varken.

    YanıtlaSil
  2. Görüşüne saygı duyuyorum Bora-MAN;ama Nazım Hikmet'in de Necip Fazıl'ın da, Fakir Baykurt'un da Ahmet Arif'in de zamanında belli fikirleri nedeniyle dışlandıklarını, okunmadıklarını düşündükçe 100 yıl sonra vay biz ne ettik de saçma bir nedenle bir büyük sanatçıyı küstürdük der miyiz diye düşünüyorum da.
    Örneğin şimdilerde kendi yaşadığı dönemde Nazım'ın yıllarca hapiste kalması ne kadar da komik geliyor insana. Ne kadar basit sebeplerle bu büyük sanatçılar dışlanmışlar, hor görülmüşler ve bizim olmaktan çıkarılmışlar. Elin Fransız'ı Fransa, Cezayir topraklarındayken kendi içinden çıkan düşünce adamı Satre'ın bu işgali lanetleyen sözlerinden sonra hapis istemine bile "Satre hapse giremez,Satre Fransa'dır" diyebiliyorsa biz neden diyemeyelim.

    YanıtlaSil
  3. Ama savundukları düşünceler ve o zamanki halkın eğitim seviyesi önemli. O yüzden zannetmiyorum aynısının Orhan Pamuk a olacağına

    YanıtlaSil