Murat Gil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Murat Gil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2017 Çarşamba

2016'DA TÜRK EDEBİYATINA "NİTELİKLİ-NİTELİKSİZ" PENCERESİNDEN BİR BAKIŞ


Türk edebiyatının lokomotif dergisi Varlık’ın Ocak 2017 sayısı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Dergi, editörü Enver Ercan’ın da sunu yazısında belirttiği gibi yıllardır hasret kaldığımız “Geçtiğimiz Yıl Değerlendirmesi” dosyasıyla karşımıza çıktı. Pek çok yazar ve eleştirmen 2016’daki yazın etkinliklerini kendi pencerelerinden değerlendirmişler. Feridun Andaç, bu dosyanın ilk yazısını kaleme almış. Özellikle roman, öykü ve deneme alanında 2016’nın dikkat çeken eserlerine değinmiş, 2016’da eserleri raflarda yerini bulan Elif Şafak, Ahmet Ümit gibi bilindik yazarların “çoksatar listesi”ne giren eserlerine eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmış.


Varlık’ta bahsettiğim yazı dizileri içinde en çok Necip Tosun’un yazısı dikkatimi çekti. Yazı boyunca 2016 özelinde 2000 sonrasında gelişen Türk edebiyatının sorunlarına değinmiş Tosun. “Nitelikli” edebiyatın ve bu edebiyatı okurla buluşturan nitelikli yayın evlerinin –pek tabii dergilerin de-  azalmasından yakınmış. Tosun, internet ve son on yılda okuyucu üzerindeki etkisini iyiden iyiye artıran sosyal medya gerçekliğini kabullenmiş; bu unsurların edebi ürünlerin okurla buluşmasındaki payından ve yayıncılığın bu gerçekliğe göre şekillenmesi gerektiğinden dem vurmuş.

Necip Tosun’un geçtiğimiz yıl ve edebiyat ortamının bugünkü hali konusundaki pek çok tespitine katıldığımı söylemeliyim. Sözlerinde karşı çıktığım ve komik bulduğum tek tespit; özellikle popüler dergicilik diye adlandırdığı –yazarın kastettiği dergiler, sanatçı portrelerinin illüstrasyonlarını içeren kapaklarıyla raflarda yakın zamanda görmeye başladığımız; gençler tarafından yoğun talep görüp çok okunanlar listesine giren kültür-sanat dergileri sanıyorum – oluşumun “nitelikli” diye sıfatlandırdığı edebiyatı yozlaştıran etmenlerden saymasıdır.

Sanat var olalı beri hangi ürünün nitelikli hangi ürünün niteliksiz olabileceğine dair pek çok hipotez ortaya atılmıştır. Çoksatar olması, geniş kitleler tarafından takip ediliyor oluşu bir eseri “nitelikli” kılmazken böyle olması onu pek tabii niteliksiz gösterebileceğimiz anlamına da gelmez. Hem değil midir ki Türkiye’de okura ve edebiyata elitist yaklaşan, tabiri caizse burnundan kıl aldırmayan dergiler-edebiyatımızın amiral gemileri- edebiyatı okurdan bunca uzak hale getirmiştir?

Tosun’un bahsini ettiği, popüler deyip “nitelikli”den ayırdığı dergiler, hiç kuşkusuz genç kitlelerin sevdiği; değer verdiği isimlerin düşünce yazılarına yer vererek elitist edebiyat dergilerinin ördüğü aşılması zor o duvarda bir geçit olmuştur. Bahsi geçen dergilerin edebiyat için yenilik diye sayabileceğimiz bir değer ortaya koymadığı ortadır ancak bu genç nesli okumaya teşvik ettikleri, edebiyatımızın soy yazarlarını araştırma hevesi ile doldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.

“Bir ayda binin üzerinde eser yayımlama önerisi aldığımız derginin aylık tirajı sekiz yüzü geçmiyor.” demişti bir derginin editörü. Hem de Tosun’un bahsini ettiği nitelikli dergilerden birinin editörü etmişti bu lafı. “Eserini yayımlatmak isteyen yazar dahi acaba eserim yayımlanmış mı? diye dergiyi almaya tenezzül etmiyor.” diye de yakınmıştı. 2016 da sanıyorum böyle sorunlarla karşılaşmaya devam ettiğimiz bir yıl oldu. Tosun’un değerlendirmelerinin sonunda altını çizdiği sosyal medya gerçekliğini içselleştirmek sanıyorum ki bu sorunun çözülmesinde bizlere yol gösterecek. Özellikle elitist yayın çevreleri bu gerçeği görerek hareket etmeye başladı. Bir çöplüğü andıran sanal edebiyat aleminde, genç kitleyi okumaya ve üretmeye yöneltebilecek bunu yaparken niteliğini de koruyacak bir yayıncılığın tesis edilebileceğine inandığımı bildirerek son veriyorum yazıma. 2017 şaheserler okuyacağımız  bir yıl olsun.

*Yazı sanatlog.com adresinde yayımlanmıştır.
Murat Gil

3 Ağustos 2011 Çarşamba

LACİVERT 40. SAYI RAFLARDA !!



Lacivert Öykü ve Şiir Dergisinin 40. sayısı raflarda!

İCİNDEKİLER

SOYLEŞİ / “Talat Sait Halman”
Tuncer Ucarol / Eleştiri / 8 Dizelik Bir Şiir: “Ovada”
Shiga Naoya / Ceviri Öykü / İhtiyar (Rōjin, 1910)
Alp Turan / Öykü/ Korkaklık
Gulcan Ergul / Öykü / Guvercin

DOSYA / “Edebiyatta Ceviri ve Cevirmen”
Hasan Fehmi Nemli / Sakine Eruz (Esen) / Ayşe Nihal Akbulut / Turgay Kurultay
Necdet Neydim / Yusuf Eradam / Asiye Koray Bendon / Dilek Cenkciler
Kıvanc Guney / Ayşe Nur Tekmen / Ryō Miyashita / Musa Yaşar Sağlam
Oktay Saydam / Hatice Koroğlu Turkozu / S. Goksel Turkozu

SOYLEŞİ / “Bedriye Korkankorkmaz” / Tumay Cobanoğlu
ESKİ YAZILARDAN/ “Nazım Hikmet” / Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar
Mehmet Onder / Öykü / Pazike’nin Kot Pantolonu
Onur Bayrakceken / Öykü / Ufacık Bir Adam
Sedat Kaygalak / Öykü / İyi ki Geldin Oğlum
Vesile Dilek / Öykü / Bıyıklı Karanfiller
Bahri Karaduman / Tanıtı / Yitik Zamanlarda Yitirilmeyen Umutlar
Hande Baba / Derleme / Paylaşmak İstediklerimiz

ŞİİR
Talat Sait Halman • Yunus Emre Şahinler • Maksut Koto • Eyüp Erhun Köse
Abuzer Gulpınar • Üzeyir Karahasanoğlu • Murat Gil • Orkun Destici
Nilgun Baykızı • Mehmet Akif Tutumlu

Ön ve Arka Kapak / Firuz Kutal
Kapak Sözu / Ataol Behramoğlu



18 Kasım 2010 Perşembe

LÜGAT


doğum gününü tanımlayabilirim
bir şairin şiir yazması gibi
alın yazısı en etkileyici sözlerle
yazılmıştır kara kaplı bir deftere

çocukluk yaşamın oyun bahçesidir
dalından yeni koparılmış bir çiçek gibi kokar
insan yüzündeki yapraklar artsa bile
bu dikenli çiçeği sımsıkı tutar.

aşkı tanımlayabilirim
aşksızlığı bir de
aşksızlık ölüme ağlamaklı bakmak
sonsuzu sonlu sanmaktır
aşk sonsuzu ölümüne yaşayıp
bir sonluya aldanmaktır

yalnızlığı tanımlayabilirim
tanımlayabilirim ki yalnızlık
fırlama ve arsız bir adamı
gözü görür kulağı duyarken bile
kör ve sağır bırakan bir karanlık

ölüm, tanımlamaların bittiği andır
yolculuğa benzetirim bir de
bir şiirin bitişi gibi
bir yağmurun ansızın indirişi gibi
toprak kokusu gibidir bir de
ölüm, damardaki son damla kandır.

Murat Gil

17 Ağustos 2010 Salı

TAM O NOKTADAYIM


tam o noktadayım;

ta şuramda biriken bütün kelimeler,

bir mutluluk şiirinin sancısı

ve düşlerimde güzelliğinin hancısı

sende konaklayayım ister.


dilimin dönmediği yerdeyim,

henüz keşfedilmedi seni betimleyen imgeler

hiçbir şair seni hakkınca diyemedi

ki attarlar bu kokuyu bilemedi

sırrını çözemedi simyager.


tam o noktadayım.

yokluğunu düşünmek çıldırma eşiği

varlığın mutluluk ve gülüşler

ve gözlerin uykumun en rahat beşiği

saçlarında sallanmak ister.


günler

günler sensiz

martısız deniz…

12 Temmuz 2010 Pazartesi

BEN TUZPARÇA YERDEYİM


ben tuzparça yerdeyim o bir düğüm dolaşık
ne karanlık bir gece arkası görünmüyor
yıldızları dökülmüş yaptığımız yanlışlık
başladığımız örgü nedense yürümüyor
model seçimi kötü hesaplaşması çok zor
halbuki bir zamanlar ne hızlı başlamıştık

sanki o karanfiller vazosunda duruyor
boğaz'ın laciverdine aydan dağılan ışık
eli saydam bir büyü elime dokunuyor
ikimiz sanki hayal tepeden tırnağa aşık
asla görülmeyecek bir filmde yaşamıştık
bugün vardığımız yer gözümü korkutuyor

o vücudunda rahat kendisiyle barışık
ben kendime kısayım bu aşk bana sığmıyor
neş'esi köpük köpük işi gücü taşkınlık
taşıdığım tasayı besbelli taşımıyor
benim varlığım her an korkudan aşınıyor
vehimlerim bir orman ıssızlığa alışık

ATTİLA İLHAN

Üstadın bu şiirini çok beğenirim. Kimi Sevsem Sensin, kitabının kenarda köşede kalmış bir şiiri "ben tuzparça yerdeyim". Şairin 12. yani son şiir kitabının bir şiiri aynı zamanda. Şiirin bilgi yayınevine ait baskısında "meraklısına notlar" bölümünde, bu şiire yer verilmediğinden şiirin yazım aşaması, şairine hissettirdikleri hakkında bir bilgiye sahip olamıyoruz. Bilen bilir, Attila İlhan'ın şiir kitaplarının son bölümünde, üstadın seçtiği şiirlerin hikayeleri yer bulur.

Dr. Yakup Çelik'in "Şubat Yolcusu" adlı Attila İlhan şiirleri üzerine yaptığı araştırmaları içeren kitabı da 11. kitap şiirlerine kadar okuyucuyu bilgilendiriyor. Anlayacağınız Attila İlhan'ın son kitabı "Kimi Sevsem Sensin..." hakkında detaylı bir çalışma yok henüz.

Şiiri -naçizane- beraber değerlendirelim o halde:

Şiirin bütününe göz attığınızda Attila İlhan şiirlerinde sıklıkla karşılaştığımız "imkansız aşk" temine rastlıyorsunuz. İmkansız Aşk temi ta Divan geleneğinden bu yana şiirimizin en önemli temalarından biridir. Modern çağın şairleri bu temi tabii ki Klasik devir şairlerine göre bambaşka açılardan işlemişlerdir. Ben Tuzparça Yerdeyim'de şair, şiir boyunca sevgilisiyle kavuşma arzusunu ve bu arzunun gerçeğe dönüşme ihtimalinin azlığını vurgulamaktadır. Şiirde şairin kendine göre gerekçeleri ve kaderin cilveleri bir arada sunuluyor.

(başladığımız örgü nedense yürümüyor
model seçimi kötü hesaplaşması çok zor) I.BENT

(ikimiz sanki hayal tepeden tırnağa aşık
asla görülmeyecek bir filmde yaşamıştık II.BENT
bugün vardığımız yer gözümü korkutuyor)

(o vücudunda rahat kendisiyle barışık III. BENT
ben kendime kısayım bu aşk bana sığmıyor)

Yukarıya aldığım bölümler şiiredeki imkansız aşk temini yansıtan en samimi dizeler bana göre.

Attila İlhan'ın şiirlerindeki imkansız aşk temini oluşturan ana unsur belki de aydın sorunsalını sonuna dek yaşayan bir adamın bu dizeleri kaleme almasıdır. Öyle ki "Sen Benim Hiçbir Şeyimsin" şiirini hatırlayanlar bilir, o ve onun gibi birçok şiirde kendine has sorunlarını, korkularını, umutlarını anlamayan, anlayamayan sevgiliye duyulan aşk, şair için de büyük sıkıntı yaratmıştır.

Ben Tuzparça Yerdeyim'in son bendine bakarsanız:
...
neş'esi köpük köpük işi gücü taşkınlık
taşıdığım tasayı besbelli taşımıyor
benim varlığım her an korkudan aşınıyor
vehimlerim bir orman ıssızlığa alışık...

dizelerini yazan şairin sevgi duyduğu, büyük ihtimalle de kendisine sevgi duyan insanla farklı dünyalara ait oldukları gerçeğini vurguladığını görürsünüz. Bu durum da şiirde imkansız aşk temini kuvvetlendirmiştir. Büyük şairlerin hemen hemen tamamında "anlaşılamıyorum","beni anlayan yok" sıkıntısını görebilirsiniz. Bu sorunsal sosyal dünyalarında onları yalnızlığa ittiği gibi böyle muhteşem şiirlerin de çimlenmesine vesile olmuştur.

Attila İlhan'ın bu güzel şiirinin ses unsurları ise muazzam denebilecek düzeyde. Üstad birçok şiirden bu konuya çok özen gösteriyor. İç kafiyeler ve dize sonu kafiyeleri, aliterasyonlar ve secilerle şiirlerini zenginleştiriyor. Bu şiirde de durum değişmemiştir. Öyle ki günümüzde ses unsuru pek fazla önemsenmese hatta basitlik olarak algılansa da Attila İlhan'ın vokabülariteyi önemsediğini ve bu durumun şiirleri okunur kıldığını görüyoruz.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

TOPLAMA GEMİLERİ



II. Dünya Savaşı'nı destan gibi anlatan filmlerde toplama kamplarındaki milyonlarca Yahudi'nin öcünü alan kahraman savaşçıları görürsünüz hep. Söylediğimi örnekleyen o kadar çok film vardır ki, bu filmler belleğimize kazındığından birilerine hep acırız. Bilinçaltımızda mazlum imajı çizilmiştir çünkü. O dönemde yaşananlar bir büyük dramdır. O dönemde yaşananlar asla kabul edilemez!!

Evet, II. Dünya Savaşı'nın bu mazlum halkı aslında sadece o dönemin mazlum halkı falan değildir. Çağlar boyunca bu mazlumiyeti yaşamışlardır. İlk olarak onları evlerinden Firavun adı verilen bir cani sürüp atar. Çoluk çocuk yollara düşerler. Perişan olurlar. Kendi halinde bir halktır en nihayetinde Yahudiler. Sonrasında 1600'lerde Endülüs'te gördükleri zulümden Yavuz Sultan Selim'e sığınırlar. Sıcak bir yuva bulurlar kendilerine. Avrupa'yı kana bulayan zalim Hitler'in yaptıklarını ve yüzlerce Yahudi'nin Türkiye'ye sığınışlarını ise hala içimiz cız ederek izleriz.

Bunca zulmü, acıyı yaşamış bir milletin 1960'larda kurduğu bu küçücük devlet nasıl olur da kendi yaşadıklarına benzer acıları başkalarına yaşatır anlamak mümkün değil. Diplerindeki küçücük bir ülkenin insanlarına yaptıkları bir değil iki değildir. O insanlara uyguladıkları gıda ambargosu ile bir ulusu kendilerinin de zamanında yaşadığı toplama kampı atmosferine sokmuşlardır. Koca bir ulusun, ki kendilerini ayrıcalıklı olarak niteleyen bir ulusun, böylesine empati yeteneğinden uzak olması insanın kanını donduruyor.

Malumunuz dün yardım gemilerinde yaşananlar, zamanında kendilerine defalarca kucak açmış bir milletin evlatlarına sıktıkları kurşunlar hafızalara kazındı. Hiç kusura bakmasınlar; artık filmlerdeki Nazi Kampı vahşeti görüntüleriyle cız eden içimizde bizi rahatsız edecek başka görüntüler de var. Yazıklar olsun!

28 Mayıs 2010 Cuma

KÜÇÜK APTALIN BÜYÜK DÜNYASI


Dünya edebiyatı çağlar boyunca büyük devrimler yaşamıştır. İtalya'da Rönesans'ın temelleri atılırken ortaya çıkan Klasisizm insanları nasıl etkilemişse, günümüzün çılgınlık düzeyine varan teknolojik gelişmeleri buna paralel ortaya çıkan Post-Modernist akımlar da insanları ve edebiyatı o derece etkilemiştir.

Ülkemizde bildiğim kadarıyla bir ilk yaşanacak birkaç gün sonra. Bir blog yazarının blogunda sundukları bir kitap halini alacak ve bu kişisel blogun hayranları hayranı, oldukları yazarı artık kucaklarına koydukları bir kitaptan keyifle okuyabilecekler.
Sözünü ettiğimiz blog geçen aylarda tanıttığımız internet dünyasının meşhur blogu PuCCa Günlük'tür. Edebiyat öyle büyük bir değişim yaşıyor ki klasik anlayışların birçoğu yıkılma evresinde.

kitabı edinmeyi düşünenlere bir adres: Küçük Aptalın Büyük Dünyası

23 Mayıs 2010 Pazar

DÜŞ



DÜŞ

Bambaşka bir dünyaya nefes veriyoruz sevgilim

Seninle aynı zulümleri izliyoruz, aynı yaşamları

İnliyor bir yanımız bütün bütün

Aynı yerden ekmek yiyoruz, aynı limana demirleyip

Bir yanımız arıyor hep eski şarkıları


Başka bir güzel geliyorsun gün günden sevgilim

Gözlerin kahverenginin hakkını veriyor

Aynı sevinçlere bakıyorlar benimle aynı korkuları

Aynı kaderi paylaşıyorlar renk renk


Öyle bir gün olsun istiyorum ki öyle bir gün

Bütün telaşları unuttuğumuz

Kaygısı tasası olmayan

İstiyorum çehreni saran mutlu bir pembe

Dudaklarının köşesinde gamzen

Ve bir çift göz beni anlayan.


Bambaşka bir dünyaya bakıyoruz seninle

Aldanmaların cirit attığı bir diyardayız

Gümlüyor sevgiler sevgi sandıklarımız

Her şey sadece bozuk bir ezber

Rollerin biçildiği o sahne

Kendimize replikler seçiyoruz.


Her geçen gün bir rüya gibi geliyor bana

Yaşanan her an tatlı bir düş biliyorum

Şaşıyorum yüzümün haline aynada

Bu koşuşturmaca , bu telaş

Öldürecek beni sanıyorum.


Murat GİL

2 Mayıs 2010 Pazar

MAKAS

MAKAS

Daha düne kadar

Her şey lirikti

Onlarca, onlarca şey birikti

Yazılamayanlardan

Ve bütün isimler silikti

Adresler adresleri tutmaz

Çünkü göğsümdeki pil bitikti


Gönlümü bıraktığım o nadas

Bitti!

Sessizlik, seni bulana kadar…

Bir rüzgar seni aldı, yanıma itti

Bir ucu sen,

Bir ucu ben

Ve kapandı makas.


e.y.


MURAT GİL

24 Nisan 2010 Cumartesi

THE PASIFIC


The Pasific adlı diziyi merakla bekliyordum. Güzel bir dizi gerçekten. İlk üç bölümünü internetten takip ettim. Klasik II. Dünya Savaşı hikayesi. Tabii Amerikan sunumu, çarpıcı efektler vb. Buraya kadar her şey normaldi benim için. Keza Er Ryan'ı Kurtarmak filmini izleyen biri gibi dizinin sonunda yürü be Amerika, hepimiz denizcileriz falan diyerek bağırmak geliyor insanın içinden. Bu anlamda bu tarz filmlerde Amerikan sinema sektörü istediğini çok güzel sunuyor izleyiciye. Neredeyse II. Dünya Savaşında sütten çıkmış ak kaşıklar kendileri. Öyle masumlar ki.

Neyse bu duruma alışkınız. Filmin üçüncü bölümünde canımı sıkan bir şey oldu ve sizlerle paylaşmak istedim. Bu bölümde dizinin başroller oyuncusu Avustralyada bir yunan kızını seviyor. Ailesiyle tanışıyor. Ailesine burada ne işleri olduğunu soruyor. Annenin cevabı:

-Ben İzmir'liyim. 1922'de Türkler İzmir'i yakıp yıkarak bizi vatanımızdan attı. Buralara geldik.

Evet sizin için bu sahnenin linkini de veriyorum. http://www.diziizle-tr.com/the-pacific-3-bolum-izle.html imajımızı görüyor musunuz? 1922'de İzmir'i biz yakmışız! Yunan ordusu sütten çıkmış ak kaşık yani. Kararı siz verin artık

21 Nisan 2010 Çarşamba

ÇATLAK TİŞÖRT


BAYANLAR İÇİN

Adını beğenmesem de uzun süredir yapılan bir yarışma olduğundan katılımcı oluyorum "tiffany"nin ÇATLAK TİŞÖRT yarışmasına. Bu yıl da yılmadım, eski ve yeni çalışmalarımı tiffaniye gönderdim. Aralarından en beğendiğimse İZMİR tişörtüm. MAVİ jeansın İSTANBUL serisini bilirsiniz. Aslında beğeniyorum o seriyi ancak güzel İZMİRime neden böyle bir seri yapılmaz anlamıyorum. Valla artık yapsalar da yapmasalar da ben bu tişörtü bu yaz bastırıyorum ve çıkıyorum sokaklara:))




ERKEKLER İÇİN



tasarım tutkunlarına duyurulur:http://www.catlaktshirt.com/

15 Nisan 2010 Perşembe

YEDİTEPE


YEDİTEPE

Altı üstü yedi tepe

İçi dışı tıka basa

Dur durabilirsen !!

İçinden bir sayı tut büyükçe

Küçüğünden bir cennet düşün

O sayıyı sığdır sığdırabilirsen içine


Bir nedeni vardı

Neden diye soruşumun

Gözleri kapalı dinlemenin İstanbul’u

Ne alemi vardı ki şimdi Velice


Yazdırır adama aşk

Yazdırır haliyle koca şehir

Ben böyle görmedim

Biz böyle duymadık

Herkes mi olur ekmeğin derdinde ?

Bir şehrin yolları

Bir şehrin martıları

Kalıntıları eski bir sarnıcının

Ya da cami avlusunda

Bir abdesthane.


Yazdırır adama aşk

Yazdırır haliyle koca şehir

Unutmadan

istanbul’unuz

yedi tepeden

ibarettir.


Murat Gil

4 Nisan 2010 Pazar

SUSKUNLAR


İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını okurken mutlaka kendimi olayın geçtiği yerde buluyorum. Bu etkiyi döneme has mekanları harika betimlemesine borçlu Anar. SUSKUNLAR romanı da okuduğum diğer romanlarında olduğu gibi Osmanlı coğrafyasında geçiyor. Ege Üniversitesinde Felsefe Bölümünde profesör olarak görev yapan yazarın eserlerinde bir filozofun düşündüğünü hissediyorsunuz. Daha önce bu siteden "PUSLU KITALAR ATLASI" romanını tanıtmıştım.

SUSKUNLAR da gerilim ve korku unsurlarını da kullandığını gördüğümüz Anar, eserinde metafizik dünyayla sıklıkla ilişki kuran kahramanlarını dillendiriyor. Sözü geçen iki romanı da okumanızı tavsiye ediyorum. Gerçekten pişman olmayacaksınız. Okurken yazarın kelime haznesine ve dönem ile ilgili bilgisine hayran kalacaksınız. Gördüğünüz her kelime sizde o dönemi araştırma isteği uyandıracak. Tabii eserlerdeki felsefik yanlar üzerine de kafa yormaktan büyük zevk alacaksınız. Bizden söylemesi

2 Nisan 2010 Cuma

SEVDİĞİM BEYİTLER #1


Bağdatlı Ruhi'nin o aşkı savunan yanını seviyorum. Tabii bu savunuş bir divan geleneğiydi. Tasavvufla haşır neşir biri de doğal olarak Tanrı sevgisini ibadetlerin en büyüğü olarak görmektedir. Bağdatlı Ruhi'de de bunu görebiliyorsunuz. Meşhu "Terkib-i Bent"inde kendileri için yoldan sapmış olarak söz edenlere ne güzel de yanıtlar veriyor.



Sanman bizi kim şire-i engür ile mestiz

Biz ehl-i harabattanız mest-i elestiz


*Bizi, üzüm suyu ile sarhoş olmuş sanmayın! Biz meyhane denen aşk ve şevk aleminin sakinleriyiz ve ezel şarabıyla sarhoş olmuşuz.


Vay bee! Bakar mısınız şu anlamdaki güce. Şair kendisini alelade üzüm suyu ile sarhoş gibi görülenlerden saymıyor. Onun sarhoşluğu bambaşkadır. O ezelden beridir kendini sarhoş eden bir diyarın üyesidir. Bu tip beyitlerde dünya üzerindeki misyonunu tamamlamış, nefsi her türlü duygudan uzaklaşmış Doğu mistisisizmi ile yoğrulmuş o çekik gözlüler geliyor aklıma. Tasavvuf denilen müthiş öğreti dururken farklı kültürlerin yogasıymış, meditasyonuymuş, budasıymış bunlara ilgi duyanları anlamıyorum cidden.


Mail değiliz kimsenin azarına amma

Hatır-şiken-i zahid-i peymane-şikestiz.


*Kimseyi incitmeyi istemeyiz ama, kadehimizi kıran sofunun hatrını kırarız.


Bu beyit de benim sevdiklerim arasındadır. Buradaki duruş çok önemli. İnsan olarak tabii ki diğer insanları kıracak, incitecek hareketlerden sakınmalıyız ancak inandığımız doğruları küçümseyen, onları hiçe sayan biri olursa da tepkisiz kalmamalıyız. Bu beyit insanın sınırlarını belirgin bir şekilde çizmesi gerektiğine ilişkin. Şair insan incitme taraftarı değil ancak doğrularına müdehale edenlere de diğer yanağını uzatmıyor.

27 Mart 2010 Cumartesi

İÇİMDEN ŞEHİRLER GEÇİYOR



Sonsuz yolculuğuma seni son durak sandım
Şarkılardan mirastı aşk: inandım
Ararsam bulurum sandım
Bulunca durulurum
Durulmuyor denizim
Gelirsen diner sandığım bu yalnızlık
Durulmuyor durulmuyor

Kaoslarım, girdaplarım, labirentlerim
Nice nice dertlerim var
İçimden şehirler geçiyor
Her durakta duruyor
İnmiyorsun
Seni en sıcak ben öperdim
Kim bilir ama sen bilmiyorsun...


*Bazı şarkı sözleri şiirler kadar etkileyici olabiliyor. Feridun Düzağaç'ın hemen hemen her şarkısının şarkı sözleri bir şiir kalitesinde. İşte en sevdiğim şarkılarından birisi: İÇİMDEN ŞEHİRLER GEÇİYOR


25 Mart 2010 Perşembe

PUCCA & SİMİNYA



Blog dünyasının mazisi bildiğim kadarıyla 2000'li yılların başlarına kadar uzanıyor. Günümüzde blog yazmak oldukça popüler bir aktivite. Dünyada bir çok konuda oldukça ilgiyle izlenen blogçuluk ülkemizde de günden güne benimseniyor. Tabii birçok şey gibi bu kavram da ülkemize çok sonra geldiğinden büyük bir patlama ile yaşamımıza girecektir.

Her şeye rağmen henüz internet kullanıcılarının büyük bir bölümü blogçuluktan bi-haberler. Facebook, twitter gibi paylaşım sitelerinin deaynı kaderi yaşadıklarını düşünürsek bloggerlık da benzer bir dönemi yaşayabilir. Gerçi insanımızın okuma konusundaki sıkıntısını düşününce pek de ümitvar konuşmamalı.

Bugün özellikle blogları yeni yeni takip etmeye başlayanlara iki güzel önerim olacak. Gerçi blog dünyasının içinde olanlar için bu blogları tanıtmaya gerek yok ancak bilmeyenlerin mutlaka ziyaret etmeleri gereken iki blogdan bahsedeceğim.

İki blog da bayan sahibelerinin elinde şekillenmekte. Bu iki sahibemiz yaşadıklarını, düşündüklerini eğlendiren,yormayan,sıkmayan hepsinden önemlisi kahkahalarla güldüren bir üslupla kaleme alıyorlar. Klavyeye yani:D Siminya'nın blogundaki postlara göz attığınızda, ağzı çok iyi laf yapan bir hatunla karşı karşıya kalıyorsunuz. Başından geçen komik olayları anlatan sahibemizin cümleleri değme yazara taş çıkaracak nitelikte. O kadar güzel dillendiriyor ki yaşadıklarını, post adını verdiğimiz denemelerini yazarken rahatladığınızı, stres attığınızı hissediyorsunuz. Bu anlamda mutlaka takibinizde olması gereken, blog dünyasında da nam salmış bir blog kendisi!

www.siminya.blogspot.com


Diğeri ise kendine pucca adı veren bayana ait. Bu bayanın yazdıkları Siminya'ya göre daha az edebilik içeriyor. Ancak bir bayanın ağzına müstehcenlik ve argo bu kadar mı yakışır diyorsunuz Pucca'nın postlarını okurken. Hayatını günlük nitelğinde blogundan takip ediyorsunuz. Yaşadıkları gerçek ya da gerçek dışıdır, bunu bilemiyoruz ancak insanı bir müddetliğine bu dünyadan alıp götürdüğü, insanı kahkalara boğduğu, bir sonraki yazıyı merakla beklettiği buz gibi gerçektir. Şiddetle tavsiye ediyorum


www.passiflora-rapunzel.blogspot.com


Bu iki blogu "edebiyat meclisi" sakinleri blogumuzun sağ yanında bulunan "Takip Ettiklerim" bölümünden de izleyebilirler. Bu değerli iki kadın blog yazarının yazdıklarını takip edebilirler.

18 Mart 2010 Perşembe

ÖLÜM


**Canlı**

Sala ile birlikte
Bütün anılar dökülmeye
Yıllarca biriktirdiğim
Korkularla birlikte
Tabut teneşire kalktı
Telaş yeniden başladı

Toprak atarsın
Toprak toprak üstüne
O çukurda yatarsın
Bir kürek daha fikrime
Telaş telaş kapansın
Bir kapak daha fikrime

Neredesin kim bilir?
Yanımdayken sen de bilmezdin
İnsan düşününce irkilir.
O yokluk tarlasında
Bitti ve başladı arasında
Bir yerde misin?

**Ölü**

Buz gibi taş ve gökkubbe arasında
Duyuyorum ağladığınızı, feryadınızı
Ağlamak geçiyor içimden aslında
Buranın garibiyim biraz da yabancısı
Bir yer bulabilsem yine aranızda

**Canlı**

Ne garip gittin ve duymuyorsun bizi
Ve nasip olamıyor vedalaşmak
Oralarda kendine iyi bakmak
Bizleri çabucak unutmamak temennisi

**Ölü**

Gördüklerimi yaşasaydınız
Ve bilseydiniz bildiklerimi
La-mekan ve zamansız
Kalsaydınız.
Ki nasip olmasaydı vedalaşmak
Bavullarım yolun sonunda
Rehberim işte kapıda
Bekliyor bendenizi
Gördüklerimi ve bildiklerimi
Sorgulama maksadında

**Canlı**

Güle güle ey insan!
Suçların bağışlansın

**Ölü**

Kalın sağlıcakla
Beden size yansın


Murat Gil

8 Mart 2010 Pazartesi

DOYUMSUZLUK


Toplumumuzun son yıllarda iki temel problemi gözüme çarpıyor:Bir tanesi "doyumsuzluk" diğeriyse "alışılmış çaresizlik".

Doyumsuzluktan bahsedelim öncelikle. Doyumsuzlukla beslenen hastalıklı bir kültürün dünyayı sardığı ortada. Yani kendi sorunumuz olarak sunduğum doyumsuzluk; aslında evrensel bir hastalık, insanlığın temel problemidir. Biz de "globalleşen dünya" içinde kendimizi bu fanustan soyutlayamadığımızdan bu sorunu 7'den 70'e iliklerimizde hissediyoruz. Özellikle genç kuşak, tüketim toplumunun canavarı olarak yetişiyor. Hiçbir kıyafetin, hiçbir yiyeceğin, hiçbir zevkin, hatta hiçbir kederin dahi bu gruba yetmediği, onları doyuramadığı ortada.

2000'li yılların başında "MATRİX" filmi vizyondayken filmin senaryosuna uygun bir dünyada yaşadığımıza inanıyordum. Düşüncelerim daha da kemikleşerek bugüne kadar geldi. Dünya üzerindeki hakim güç, filmdeki gibi belki bir kapsül içinde yetiştirilen insanların beyinlerini kabloyla, hapla şunla bunla uyuşturup ona göre yaşayan bireyler yaratmıyor; ancak farklı yöntemlerle istekleri karşılayacak, beyinleri uyuşmuş, embesil diye tabir edilebilecek bireyleri ve bu bireylerin oluşabileceği zeminleri ustalıkla yaratıyor. Böyle bir habitatın oluşumunda görüyoruz ki insanın "doyumsuzluk" duygusu işe en çok yarayan zaaf. Etrafınızdaki doyumsuzluğu ya da bizzat doyumsuzluğunuzu hayatın her saniyesinde rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz.

Doyumsuzluğumuz ne işe yarıyor peki? Doyumsuzluk, tabii ki tüketimi tetiklediği için büyük bir ekonomik kaynak hakim güç için. İnsanlar statüleri, yani toplumdaki sıfatları uğruna öyle bir parlama, öyle bir beğenilme tutkusu ile yaşıyorlar ki böyle bir dürtü ile yaşamını sürdüren insan dış görünüşe sapkınlık derecesinde önem verir hale geliyor. Dolayısıyla bu duygu kendisini karşısındakine beğendirme aşkıyla yanıp tutuşan kompleksli insanları ve pek tabii akıllara ziyan bir alışveriş çılgınlığını da beraberinde getiriyor.

Aynı doyumsuzluk duygusunun insanların cinsi münasebetlerinde de öne çıkartıldığını görüyoruz. İnsani ilişkilerinde beğenilme arzusu ve statü kazanma hırsının kurbanı olan birey için flörtlerin de bu amaca hizmet ettiğini fark ediyoruz ne yazık ki. Bu grup için çok fazla insanla beraber olmak öyle bir statü kazanma yolu haline getirtiliyor ki gençlerin karşı cinsle beraber oluşlarının bir yarış haline dönüştüğünü seziyoruz.

Klasik devirlerin "bir göz süzüşe can verdiren, heyecanlı aşkları"nın yerini bütün tenselliği ile duyguyu çürütmüş, bambaşka şeyleri arzular hale gelmiş hastalıklı doyumsuzluk duygusu almıştır. Bu doyumsuzluk duygusunun hakim güce faydası tabii ki farklılıkları olmayan, yepyeni zevkler veremeyen bir dünyada apayrıyı,bambaşkayı arayan gençlerdir. Bu gençlerin büyük bir bölümü çeşitli maddelere yönelerek bu doyumsuzluğu birkaç dakika olsun dindirebilmektedirler. Birkaç dakikaysa sistemini kurmuş güç açısından milyon dolarlar demektir.


Yazının başında "alışılmış çaresizlik"ten bahsetmiştim. Şimdi ona gelelim. Bu doyumsuzluk illetinin bir güruha işlemesi için bu güruhun öncelikle köksüzleştirilmesi ve belli zevkleri tatmaktan alıkonması gerekmektedir. Nasıl mı? Tabii ki beyni uyuşturacak bir şeylerle, tilki kurnazlığıyla oluşturulmuş karalamalarla.

Türk toplumunu ele alalım. Bir bakın etrafınıza. Kendi ulusal kimliğinden utanan, bu kimliğe güvenmeyen bir sürü insanla karşılaşacaksınız. Yıllar yılı Türk'ten hiçbir şey olmaz, Biz mi ? asla başaramayız, gibi sinsice düşünceler idrakımızı örümcek ağı gibi sarmıştır. Bunun bize kabullendirilen bir düşünce olduğu ortadadır. Buna inananlarımız o kadar çok ki. Onlardan biri olma olasılığınız da yüksek tabii. Nereden çıkarıyorum mu bunu, ben de onlardan biriyim, sizlerden biriyim yani.

Zevklerinize bir bakın. Uğraşılarınıza. Köklerinizle bağlantılarınıza. Kültürünüze ait bir edebi eserden aldığınız hazza bakın mesela. Bir Fransız'ın J.J. Russo ile J.P. Satre ile övünüşünü düşünün. Bir İngiliz'in Şekspir'i nasıl da keyifle okuduğunu. En son ne gün Nedim'i,Baki'yi gururla okuduğunu düşün. Dede Korkut Hikayelerinde kendinden bir şeyler bulabilmek için uğraştığın günleri? Nazım'ı, Necip Fazıl'ı Orhan Kemal'i, Ömer Seyfettin'i okuyup zevk aldığın son günü düşün. Fazla edebi olmasın mı? Pekala, Bir Türk markası ile X gelişmiş ülkesinin markasını karşılaştırışını düşün. Bir araç gereci elinde incelerkenki "adamlar yapıyoo abi yaa" deyişini. Ayağına tarz diye giydiğin filanca ülkenin işçi ayakkabısı olan 5-10 dolarlık lastiği düşün. İki kuru yuvarlak ekmek arasına konmuş kupkuru eti, patates kızartmasını, o beyaz adamın köpüklü siyah suyunu düşün. Kendi mutfağına ağız burun kıvırışlarını. Haydi doğruyu söyle "Er Ryan'ı Kurtarmak" filminin sonunda dalgalanan o 55 yıldızlı kırmızı beyaz bayrak sahnesinde o bayrağın altında yaşayanlardan daha çok heyecanlandığını. vb.vb.vb.vb.

Evet buna benzer o kadar çok şey çıkarabiliriz ki. "Alışılmış çaresizlik" yani köklerimizin olmadığına inanmak, asla bir şeyleri başaramayacağımızı düşünmek, onlar en iyisini yapar biz de tüketiriz anlayışıyla büyümek acı şey değil mi? Hepimiz bu acının çocuklarıyız ve bir şeylere bir yerlere özenerek büyüyoruz. Elimizde pırıl pırıl duran "Anadolulu Atatürkçü Şerefli Türk İnsanı"kalıbı yerine daracık kalıpları zorluyoruz. İlaç-hastalığın farkında olan dahi yok ama:D- özümüzde!

6 Mart 2010 Cumartesi

ŞİDDET TOPLUMU OLMAK


Bu yazıyı yazma fikri bugünkü Diyarbakırspor-Bursaspor maçı sonrasında geldi. Malumunuz maç içerisinde taraftarın sahaya- abartısız söylüyorum- kaya ve benzeri şeyler atması, bu maddelerden birinin yan hakemin kafasını dağıtması maçın ertelenmesine vesile oldu. Şiddet keşke ülkemiz için bu denli basit kalsa diyorum yine de ben.

İnsanımız kabul etseniz de etmeseniz de şiddeti birçok durumda bir anahtar olarak kullanıyor. Diyalogla halledilebilecek bir sürü şeyde, problemi şiddete başvurarak çözmeyi deniyor. Bakınız etrafınıza trafiğe,hastanelere, okullara,tv programlarına... Küfür bir, şiddet iki.

Şiddet düşünmeyi gerektirmeyen bir yol . Şiddet edebi, kültürü de gerektirmeyen olgu. Bu anlamda ülkemizin birçok yerini o meşhur vahşi batı filmlerinin Teksas'ına benzetiyorum ben. Her an trafikte yol alırken yumruğu burnunuzun üstüne yiyebilirsiniz. Okulda öğrenciyseniz-ki karşıt şiddet arttığı için azaldı eskiye nazaran- öğretmenin şaplağını ensenizde hissedebilirsiniz. Eve geç gelmişseniz babanızın tokatı yanağınızda patlayabilir.

Evet, ne yazık ki büyük bir çoğunluğumuz kovboy standardında bir edep anlayışına ve kültür düzeyine sahip olduğumuzdan insan doğasına göre değil de hayvanlar alemi kurallarına göre eylemlerimizi gerçekleştiriyoruz. Yani büyük balık küçük balığı yer hesabı. Yelesi kabarık pençesi büyük aslan geliyor, kafasını bozan minik aslanlara iki tane çakıyor her defasında. Bu durumda şiddet en kolay ve haklı yol oluyor tabii.


Şiddet ilginçtir sevinçlerimizde bile karşımıza çıkıyor. Ben dünyanın hiçbir ülkesinde bir futbol takımının gol atan oyuncusunun kafasına şaplakları sırayalarak sevinen arkadaşlarına rastlamadım mesela. Hiç unutmuyorum Fatih Terim'in yardımcı antrenörünü sevinçten dövüşünü. Ya da Yılmaz Vural'ı hepiniz bilirsiniz. Sahada futbolcusunu tokatlayışını vb.

Neyse döneyim ilham kaynağıma ve bitireyim. Bugünkü Diyarbakırspor-Bursaspor maçındaki çirkin olaylar, bir spor karşılaşmasının doğal seyri içinde gerçekleşebilecek olaylar değildi elbette. Toplumsal bir sorunun da göstergesiydi olan bitenler. Dişe diş kana kancılık işaretiydi bizdeki, öç alma psikolojisinin dışa vurumuydu. Bir nevi kan davası meselesi. Batısından doğusuna topraklarımızın her köşesini meşgul eden büyük bir yarayı gösterdiler tekrar.

Oysa bütün taraftarlar siyah tişörtlerini giyselerdi mesela. Siyah mendil sallasalardı ya da? İlk maçta Bursa'da yapılanları böyle protesto etselerdi? Hayalci şey seni diyeceksiniz,haksız sayılmazsınız. Bunlar büyük bir eğitim sorunudur ve topyekün bir değişim için çok uzun bir süre gerekir. Sanırım ömrümden daha uzun bir süre...

22 Şubat 2010 Pazartesi

ELMAS-KURŞUN


Birçoğunuz elmasın dünyanın en sert maddesi olduğunu duymuşsunuzdur. Ateş, demir, basınç gibi unsurlar bu maddeyi etkilemiyor. İlginç olan bu maddenin şekillendirilmesinde oldukça yumuşak bir elementin kullanılıyor olması. Yani kurşun. Tüm bunları neden yazdım. Bursalı Beliğ'in bir beytinde şairin bu ilişkiyi muhteşem bir şekilde kullandığını görüyoruz. Şöyle:

Kalb-i sengine kelam-ı nerm eder elbet eser
Kıt'a-i elmas la-büd hakk olur kurşun ile


** Yumuşak sözler, taş gibi katı kalplere bile tesir eder. Nitekim elmas kütlesi de ancak kurşun ile yontulmaz mı?

Kaynak: İskender PALA, Aşina Güzeller