Sıtkı Silah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sıtkı Silah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2015 Salı

BÜYÜLÜ ZAMANLAR-SITKI SİLAH

“Hafızamızın kontrolü elimizde olsaydı, bu gücü daha çok hatırlamaya mı unutmaya mı kullanırdık merak etmiyor değilim.”
                                               Büyülü Zamanlar, s.27


Üçlemesinin ikinci kitabı Giden Yolcu ile 2014’ün ağustosunda tanıştığımız Sıtkı Silah,  beni iyiden iyiye bir öykü yazarı olduğuna inandırmış olacak ki geçtiğimiz günlerde yayımladığı “Büyülü Zamanlar”ın roman olduğuna bir süre inanamadım. Gerçeği söylemek gerekirse sanatçının üçlemesini bitirmek yerine araya bir roman sıkıştırabileceğini düşünmemiştim.

Büyülü Zamanlar, hacimli bir roman değil. Bir çırpıda okunabilecek, okuru hemencecik içine çekebilecek; bitmesi arzulanmayan bir roman. Bilinenin aksine bir romanın çabucak bitişinin arzulanmamasının kötü  bir özellik  olabileceğini Büyülü Zamanlar’da hissettiğimi  açıkça ifade edeyim.
Sıtkı Silah, ilk iki öykü kitabıyla alıştığımız söylemin dışına çıkabilmiş, modern öyküyü özgün üslubuyla ortaya koymayı başarmış bir yazar.  Olay ya da kesit tarzında yazdığı neredeyse hiçbir öyküsünde kurgu ve ifade anlamında vasatın altına düşmeyen Silah’tan Büyülü Zamanlar’da da aynı performansı beklediğim ve beklentilerimin karşılandığı doğrudur. 
 Silah, üstâd diyebileceğimiz yazarların bile tercih ettiği şu riski olmayan ancak artık kabak tadı veren tekdüze anlatımın ötesine çıkabilmiş genç yazarlarımızdan. Roman türündeki bu ilk yapıt yani Büyülü Zamanlar, yazara: “Öyküde neysem romanda da  oyum.” dedirtmiş.
Silah’ın öykülerine âşina olanlar şaşırmayabilir fakat yeni başlayacaklar roman boyunca problemlerine yanıtlar arayan, bulduğu yanıtları tiye alan, çoğu zaman kendini olumsuzlayan, yazarlık yeteneğine bir ceza gözüyle bakan, insanların yalnızca iç konuşmalarında rastlanabilecek absürd soruları ve bu sorulara bulduğu absürd yanıtları okura sunmaktan çekinmeyen bir yazarla karşılaşacaklar. Öyküyü bölümler halinde, bir kahramanın ağzından bir de üçüncü ağzın gözünden takip edecekler. Sıtkı Silah’ı ilk kez okuyacaklar için daha önce öykülerini tanıtırken belirttiğim noktanın altını yeniden çizmek isterim: Sanatçı her ne kadar sokağın dilini tercih ediyor olsa da tekrar tekrar okumanızı gerektirecek paragraflara, karakterlerine söylettiği ve kendi hayatınızla karşılaştırıp sorgulamanızı gerektirecek aforizmalara hazır olun.  
Silah’ın eserlerini “modern” kılan sanıyorum yukarıda belirttiklerim. Sanatçı klasik anlatım tarzlarının sıkıcı durağanlığına takılı kalıp popüler olanla benzer şeyler üretme yolunu seçmemiş. Zor ve riskli olanı tercih ederek özgünlüğü aramış.
Romanda, öykülerinde olduğu gibi ara sözlerin fazlalığı dikkatimi çekti. Ara sözlerin  fazla oluşunun edebi anlatımda bir karşılığı var tabii ki: Daha anlaşılır olmak.  Bir yandan yazdıklarının arasına aforizmalar serpiştiren Silah, bir yandan her şeyi en ince ayrıntısına kadar göstermeyi arzuluyor.  Hem bir giz hem bir apaçık olma isteği… 
“Büyülü Zamanlar”  yukarıda da belirttiğim gibi yazmayı bir ceza,  kaçılması gereken bir mahkumiyet kabul eden adını bilmediğimiz bir karakterin yaşamı ve hatıraları üzerine kurulmuş. Karakterimiz hem yazarlıktan aldığı keyfi hiçbir şeyden almadığını hem de yaratmanın manevi ağırlığının altında ezilen herkesin bildiği "keşke yazma ihtiyacıyla doğmasaydım." ikilemini yaşadığını hissettiriyor. O, ayrıntılara çok önem veren biri. Düşünün ki astronotluğu,  uzayın ancak kahve, salatalık ya da kavun kokması durumunda mantıklı bir iş sayabilecek kadar ya da  taksicilerin bir kapının açılmasını beklemeden arabayı içeri sürdüğünü bilecek kadar detaycı. Gözlem yeteneğini sayfalar boyunca konuşturan bir yazar kahramanımız. Perişey'le zoraki açtığı işletmesi Parti Evi’ni daha öncekilerde olduğu gibi okuma yazma ofisine dönüştürebilecek kadar yazarlığı içselleştirmiş hem de.  Bir o kadar da bohem bir yalnızlık içinde. İnançsızlığına leke sürülmesini istemeyen bir inançsız, hayatının merkezine koyacak, tapacak kadar sinema ve alkol sever.
 Roman boyunca karakterimizin şimdiki haline ve onun için “büyülü zamanlar” olarak tarif edilen Dostlar Sitesi’ndeki yazlarına şahit oluyoruz. Karakterimiz çocukluğunu kendi ağzından anlatırken, şimdiki zaman üçüncü bir şahsın ağzından dillendiriliyor. Bu anlamda çok büyük beğeniyle okuduğum Buket Uzuner’in “Kumral Ada Mavi Tuna”sıyla benzeştiğini söyleyebilirim.
Kesit öykülerinde dahi merak unsurunu ön planda tutabilen Silah, Büyülü Zamanlar’da da size şimdi ne olacak sorusunu defalarca  sordurtacaktır. Özgün üslubunun yanında becerdiği en iyi işlerden biri meraklandırmak. Karakterimizin Perişey’le-ben Enis Batur’un şiirlerinden esinlenerek bu ismi bulduğunu düşünüyorum- ilişkisi, gün içinde yaşadığı esrarengiz olay, tüm bunların çocukluğu ve Dostlar Sitesi’yle bağlantıları sizlere sürekli sorular sordurtacak. Ve kitabın bir anda sonuna geldiğinizi üzülerek anlayacaksınız.
Başta da belirttim ya eserin eleştirebileceğim ilk noktası romanın bir uzun hikaye gibi kurgulanıp hacimsiz kılınması. Meraklanan okur için olay örgüsü yani kurgu ile tatmin bir yere kadardır. Okur karakterlerin daha derin analizlerine ihtiyaç duyar. Bu da daha yoğun tasvirler ve karakterlerin derin analizleriyle mümkün olabilir. Ben sanatçının sonraki romanlarında özgün üslubuna ve kurgu becerisine bu derin analiz özelliğini de ekleyeceğini düşünüyor ve kült eserler verebileceğine inanıyorum.

Büyülü Zamanlar, kitaplığınızda olması gereken bir roman değil de belki modern bir novella bence.  Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yapıtı tüm kitapevlerinden temin edebilirsiniz. Bir yazın emekçisinin doğuşuna şahitlik etmek isteyen herkesin edinmesini tavsiye ederim.

8 Haziran 2012 Cuma

KARNE GÜNÜ


Hediye Nur Doğru İçin…


Huzursuzdu Gizer bey. Denizi seyreden herkes gibi o da, kendini bir su taşıtı sanıyordu, pek de rahat sayılmayacak taburesinde çayını yudumlayıp, hep aynı martıyı izlemenin olanaksız bir iş olduğunu düşünürken…
-Evham, oğlum şeker de getiriver!
-Siz şekersiz içersiniz Gizer bey!
                Neşesizdi Gizer bey. Hediye hanımdan beklediği mektup, hala gelmemişti. Neden telefonlaşmadıklarını yalnızca Tanrı biliyordu. Yalnızca onun bildiği ne çok şey vardı! ‘Vardım’ dercesine bir çaldırsaydı bari Hediye hanım da, bu kadarı da fazla değil miydi? Adamcağız günlerdir haber bekliyordu işte…
-Evham,okunmamış gazeten var mı oğlum?
-Demin hepsini okudum Gizer bey, kırış kırış oldular.
Titizdi Gizer bey. Binlerce dirseğin dayandığı bu tahta masa, kimbilir kimlerin dudaklarına değen şu cam bardaklar, hiç ona göre değildi aslında.  Çayocağının sahibi Cemil’i, öğretmenlik yaptığı yıllarda tanımıştı, Sait Faik Abasıyanık Lisesi’nin hademesiyken. Aferindi ona, kendi işini kurmaya cesaret edebilmişti sonunda. Arada bir uğrayarak destek vermeye çalışırdı, bu eski dostuna. Üstelik manzara da harikaydı. ‘Okunmamış bir mektup gibi’ dedi kendi kendine, tuzunu, görüntüsüne de taşımayı nasılsa beceren, önünde bitmek bilmez bir yol gibi açılan o lacivert denize bakarak. Sonra ‘gazete’ olarak düzeltti, benzetmesini. İnsan, kaygılanırken ve benzetme yaparken özgürdü, başka durumlarda değil. Gizer bey, tam da buna güvenmiş olmalıydı.
-Evham, baban nerede oğlum, gelmeyecek mi bugün?
-Biraz önce gitti, Gizer bey. Akşama kadar da gelmez, bana emanet etti ocağı…
Umutsuzdu Gizer bey. Hediye hanım, her yıl bir haftalığına Van’daki kuzenlerinde kalmaya gider, döndüğünde neden mektup yazmadığı sorusuna, ‘Aman Gizer ne huysuz adamsın, mektup yazsam benden önce mi gelecekti yani?’ sorusuyla karşılık verirdi. Kadınlar, bazı sorulara yalnızca soru sorarak cevap verebilirlerdi ve Gizer bey bunu bilmiyor değildi. ‘O kadar doğuya gitmenin ne anlamı vardı’ diye dertleniverdi, oldukça tembel bir martıyı uzun uzun takip edebildiği için gururlanırken, ‘Ankara’daki teyzekızlarında buluşsalar ya!’.  Hemen ardından da ‘Bir Aborjin’le de evli olabilirdim’ diye geçirdi içinden, dudaklarında imgeyi gözünden vurmuş bir şairin belirsiz gülüşüyle. Hoş bulduğu şey, Hediye hanımın nispeten yakın bir doğuya gitmiş olduğunu düşünmenin verdiği avuntudan çok, Aborjinler’in herhangi bir yazı sistemi kullanmamış olmalarına yaptığı yaratıcı göndermeydi kuşkusuz.
                Meraksızdı Gizer bey. Tarih öğretmenliğinin getirdiği öğrenme alışkanlığı da kalmamıştı artık. Geçmişe de geleceğe de kayıtsızlaşmıştı, ikisine de uzak durmaya çalışan bir yan hakem gibi. Gazeteyi bile, yalnızca ilk okuyanıysa şöyle bir eline alır, kat izlerindeki bozulmamışlığa dokunarak biraz olsun keyiflenirdi. Yine de geliverdi aklına, Evham’a karnesini sordu. Öyle ya, o gün okulun son günüydü ve emekli bir öğretmenin iç saati hala Milli Eğitim Bakanlığı’nın yıllık çalışma planına göre işlerdi. ‘Bilmiyorum Gizer bey, ocağı sabahtan ben açtım, babam aldı getirdi okuldan’ dedi, daha çok bir karakalem çalışmasına benzeyen yüzü, meraklandıkça biraz olsun beyazlaşarak. ‘Oturduğunuz tabureye koymuştu karnemi, kalktığınızda ben de bakmak istiyorum, tarihten çakmış olabilirim!’.

Sıtkı Silah

8Haziran2012/İstanbul