Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nazım Hikmet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2010 Salı

YAKUP KADRİ vs NAZIM HİKMET


Türk Edebiyatının tartışmaları çok öncelere dayanır. Birçok değerli sanatçı birçok konuda tartışmışlardır. Edebi tartışmalar tabii ki daha bir keyifle izlenmiştir. Örneğin, Namık Kemal,Ziya Paşa tartışması ya da Recaizade,Muallim Naci tartışması edebiyatımızın gelişimi için önemli olmuştur da. Bu süreçte sanatçıların hoş olmayacak şekilde birbirlerine saldırdıklarını da görüyoruz. Ben buraya çok beğendiğim bir şiiri aldım ve bu tartışmalara örnek göstermek istedim. Nazım Hikmet'in, kendisine sataşan Yakup Kadri'ye verdiği edebi cevap beni çok etkilemiştir. Sanırım Yakup Kadri, böyle söz söyleme yetisine sahip bir dehaya sataşmanın yanlış olduğunu "CEVAP"şiirini okuduktan sonra anlamıştır:D Olay şöyle gelişmiştir:




"27 Haziran 1929 tarihli "İkdam" gazetesinde, Yakup Kadri Beyle yapılmış bir konuşma yayımlandı. Bu konuşmada doğrudan Nâzım'ın kişiliğine saldırılıyordu :
"Bazıları ipten ve kazıktan kurtulmuş kaşarlı sabıkalılardır. Bunların içinde öyleleri varmış ki, daha yirmi beş yaşına basmadan hayatlarının en güzel çağını zindan köşelerinde çürütmüşlerdir. Bir kısmı ise komünist çekalarının Türk ırkdaşlarımızın kanı ile bulanmış ellerini öpmeyi ve onlara dair kasideler terennüm etmeyi bir maişet vasıtası haline koymuşlardır.
"Anadolu harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek, Maarif Vekâleti'ni dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz'i aşıp bolşeviklere iltihak eden iki vatansızdan bir tanesi şimdi Akşam gazetesinin sütunlarında bir halayık ismi ve bir halayık şivesiyle, bir nevi ortaoyunu soytarılığı yaparak, halkı güldürmeye çalışıyor. (...)
"Yalnız hayasızlıktan ve kıskançlıktan kuvvet alan bu gibi taarruzlardan, gözümün önüne gelen manzara şudur :
"Eski İstanbul'un viranelikleri arasından kendi halinde bir adam işine giderken, ansızın bir sürü aç ve uyuz köpeğin hücumuna uğrar. Elindeki bastonunu, bu pis deriden ve kırık kemikten mahlukatın üzerine indirir, indirir. Fakat köpekler, gene saldırışlarına devam ederler; çünkü açlığın ve kuduzluğun verdiği bir fena ateş bunlardaki hayvani hassasiyeti de iptal etmiştir."
Bunun üzerine Nâzım Hikmet "Resimli Ay"ın Temmuz 1929 sayısında "Cevap" adlı şiirini yayımladı. Değişik sesiyle belleklere kazınıp dillerden düşmez olan bu yergi şiiri şöyledir:


Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam;
Behey!
Kara maça bey!
Sen şiirin asil kamusuyla konuşuyorsun,
ben asaletten anlamam.
Şapka çıkarmam konuştuğun dile,
düşmanıyım asaletin
kelimelerde bile.
Behey!
Kara maça bey!
Ben bilirim
bu tehevvür bu şikâyaaat niçin?
Bilirim
beni uykumda boğmak için
bekliyorsun geceyi..
Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç
bırakır mıyım hiç?
Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı
mukaddes Apis başlı
adam,
Behey!
Kara maça bey,
behey, yüzü kara.
Ruhunu bir zenci esir gibi çıkardın pazara,
bir orospu odası yaptın kafatasını...
Hâki ceketli ölülerin ceplerinden
çalarak parasını
satın aldın kendine
İsviçre dağlarının havasını.
Ve işte bundandır ki, bugün
ablak sarı suratında senin
kanlı altınların kızıllığı var..
Acayip rüzgârlar esmiyegörsün başımdan.
Yoksa musahhih maaşımdan
haftada üç papel taksite bağlayıp seni
bir şamar oğlanı gibi kullanırım.
Beyimin böyle işlerle ülfeti var sanırım,
mükemmel yapar vazifesini..
Behey!
Kara maça bey!
Halka ahmak diyen sensin.
Halkın soyulmuş derisinden
sırtına frak giyen sensin.
Yala bal tutan beş parmağını
beş çürük muz gibi,
homurdanarak dolaş besili bir domuz gibi.
Meydan senin...
mi dersin?
Hata edersin,
bizde o göz var mı baksana!!
Ben içirmek için sana
kendi kara kanını
bir ateş çemberle çevirdim dört yanını!
Sağa git
yok geçit,
sola git yok,
ileri
geri
yok.
Kıvır kuyruk kalemini kalbine sok
bir akrep gibi intihar et...

kkaynakhttp://www.nazimhikmetran.com/tartismalar_index.html

14 Ekim 2009 Çarşamba

"Hasret"ler


Yüz yıl oldu yüzünü görmeyeli,

belini sarmayalı,

gözünün içinde durmayalı,

aklının aydınlığına sorular sormayalı,

dokunmayalı sıcaklığına karnının.


Yüz yıldır bekliyor beni bir şehirde bir kadın.

Aynı daldaydık, aynı daldaydık.

Aynı daldan düşüp ayrıldık.

Aramızda yüz yıllık zaman,

yol yüz yıllık.

Yüz yıldır alacakaranlıkta,

koşuyorum ardından.


Nazım Hikmet Ran

-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.

Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu,bir mermeri,

Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:

Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,

Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye


Fazıl Hüsnü Dağlarca

1 Ekim 2009 Perşembe

Hapishane Şiirleri





Şu günlerde haberlerde ne kadar da çok hapishane haberi görüyoruz. Bir sürü popüler dava görülüyor adliyelerde. Etiler cinayeti,Ergenekon, uyuşturucu çetesi baskını,Deniz Seki'nin aylardır hapiste oluşu her biri ayrı bir hapislik haberi.

Düşüncelerinden dolayı içeri girenlerin memleketiymişiz bir zamanlar. Bir zamanlar diyorum göreceli olarak azalsa da hala devam ediyor düşünceden dolayı yargılanmalar tabii. İki büyük şairimiz geldi yine aklıma ikisi de zindana defalarca girmiş. İkisi de bu ülkenin dehalarındanmış halbuki. Neler çekmişler mutlaka okumalısınız. Tabii öncelikle kendi dillerinden:



Hapiste Yatacak Olana Bazı Öğütler

Dünyadan, memleketinden, insandanumudum kesik değil diye
İpe çekilmeyip de
Atılırsan içeriye,
Yatarsan on yıl, on beş yıl
Daha da yatacağından başka,
'Sallansaydım ipin ucunda
Bir bayrak gibi keşke''
Demiyeceksin,
Yaşamakta ayak direyeceksin.
Belki bahtiyarlık değildir artık,
Boynunun borcudur fakat,
Düşmana inat
Bir gün fazla yaşamak.

İçerde bir tarafınla yapayalnız kalabilirsin,
Kuyunun dibindeki taş gibi.
Fakat öbür tarafın
Dünyanın kalabalığına
Öylesine karışmalı ki,
Sen ürpermelisin içerde,
Dışarda kırk günlük yerde yaprak kımıldasa.
İçerde mektup beklemek,
Yanık türküler söylemek bir de,
Bir de gözünü tavena dikip sabahlamak
Tatlıdır ama tehlikelidir.
Tıraştan tıraşa yüzüne bak,
Unut yaşını
Koru kendini bitten,
Bir de bahar akşamlarından;
Bir de ekmeği
Son lokmasına dek yemeği,
Bir de ağız dolusu gülmeyi unutma hiçbir zaman.
Bir de kimbilir,
Sevdiğin kadın sevmez olur,
Ufak bir iş deme,
Yemyeşil bir dal kırılmış gibi gelir,
İçerdeki adama.
İçerde gülü, bahçeyi düşünmek fena,
Dağları, deryaları düşünmek iyi.
Durup dinlenmeden yazmayı,
Bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,
Bir de ayna dökmeyi.
Yani içerde onyıl, on beş yıl,
Daha da fazla hatta
Geçirilmez değil,Geçirilir,
Kararmasın yeter ki
Sol memenin altındaki cevahir!

Nazım Hikmet RAN




Zindandan Mehmet'e Mektup

Zindan iki hece Mehmetim lafta !
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed' im!
Kavuşmak mı?...
Belki... Daha ölmedim!

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yolda tutuktur hapse düşeli...
Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak.
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak

Bir alem ki, gökler boru içinde!
Akıl almazların zoru içinde.
Üstüste sorular soru içinde:
Düşün mü, unut mu, sus mu, konuş mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı, asıldı
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, bir kaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler bu gün 'maruzat'!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş kim ede azat?
Anlamaz; yazısız, pulsuz dilekçem...
Anlamaz ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil;
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekün içinde yazıl ve çizil!
İnsanlar zindan da birer kemiyet
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtuş ki bıçak, nara ki tokat;
Zift dolu gözlerde kat kat...
Yalnız seccademin yüzünde şefkat;
Beni kimsecikler okşamaz madem;
Öp beni anlımdan, sen öp seccadem!

Çaycı, getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, Duman duman erisin!

Peykeler duvara mıhlı peykeler;
Duvarda, başlardan, yağlı lekeler,
Gömülmüş duvara, baş baş gölgeler
Duvar katil duvar, yolumu biçtin!
Kanla dolu sünger... beynimi içtin!


Sükut... kıvrım kıvrım uzaklık uzar;
Tek nokta seçemez Dünyadan nazar.
Yer yüzü boşaldı, habersiz miyiz?
Güneşe göç varda kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir,
Ne gelirki elde kader bu emir...
Garip pencerecik, küçük, daracık;
Dünyaya kapalı, Allah'a açık.

Dua dua, eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış.
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış...
Bir soluk, bir tütsü bir uçan buğu
İplik ki incecik, örer boşluğu.

Ana rahmi dahi şu bizim koğuş;
Karanlığındadır, yeniden doğuş...
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa dim dik doğrul ve sevin!

Mehmed'im sevinin başlar yüksekte!
Ölsekte sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu teker kalır tümsekte!
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!

Necip Fazıl KISAKÜREK

7 Eylül 2009 Pazartesi

ŞAİR VE ŞİİR ÜZERİNE



       Geçen gece Cemal Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okurken aklıma bir soru takıldı. Bu kitap-okuyanlar bilir- yazarın düşünce yazılarının bir araya getirildiği bir eser. “Cins şair”, güzel Türkçesini, bu defa şiir yerine meslektaşlarını eleştirmek için kullanmış. Öyle ki aklıma takılan soru şuydu: Şimdilerde eleştirilebilecek şair var mı? Ya da eleştirileri keyifle takip edecek bir kitle ?

“Bizler varız ya, daha ne olsun!” diyen bir topluluğun sesini duyar gibi oluyorum; ancak 60’larda ve 70’lerde çıkan sesle bugünkünü karşılaştırabilseydik, bugünkü bir hayli kısık kalırdı gibi geliyor bana. Öncelikle ilk sorumuza kafa yoralım.

Eleştirilebilecek şair var mı meselesi:

Hepinizin bildiği gibi Batılılaşma sürecinde, Türk şiiri müthiş bir değişim yaşadı. Tanzimat’tan bu yana olanları, ilgilenenler çok iyi biliyor zaten. Yakın geçmişin büyük şairlerini, dememe gerek yok sanırım. Akımlar yaratan, süreçleri değiştirme yetisine sahip olan şairlerdi birçoğu. Mesela üç arkadaş bir araya gelerek şiir geleneğini sarsan bir hareket geliştirebildi. Garip’ten bahsediyorum. Öncesinde Nazım’ın biçime ve söyleyişe getirdiği yepyeni soluk da öyle. Yine Necip Fazıl’ın aslında eskiyi çağrıştıran; ama asla eski olmayan mistizmi. Sonrasında tek başına “Mavi” ışığını yaymaya çalışan Attila İlhan… Cemal Süreya, Edip Cansever, Sezai Karakoç, Fazıl Hüsnü, Behçet Necatigil ve daha sayamadığım birçok önemli isim, şiirimizin dolayısıyla dilimizin temellerini güçlendirdiler. Ancak özellikle 90’lardan itibaren bir sessizlik var gibi. Şiir, bir bekleyişte sanki, İkinci Yeni’nin kötü bir taklidi var gibi sadece elimizde.Post-modernist, içine kapanık, büyük şair yetiştiremeyen bir şiir… Kimsenin, kimsenin dediğinden bir şey anlamadığı…

Oysa çok değil, yarım yüzyıl önce şairler tek başlarına damga vurabilmiş edebiyata. Acaba böyle isimler var mı artık şiir dünyasında? Kaç kişi sayabiliriz? Elle tutulabilir hangi akımdan bahsedebiliriz şu yıllarda? Şundan bahsediyorum: Halkın da ilgisini çekebilmiş “Evet, budur!” dedirten kaç şiir var şimdi kitaplarda ? Son dönemde aklımıza bir çırpıda pek fazla isim ve şiir gelemiyor.
Bunun sebebi dönemsel şartlar kuşkusuz. Onca imkansızlığa rağmen edebi ürünlerin rağbet gördüğü yıllar, şair için de güzel bir ortam yaratıyor olmalıydı. Şimdiyse mükemmel bir iletişim ağına sahip olmamıza rağmen müthiş bir iletişimsizlik yaşıyoruz. Büyük bir kargaşa var, büyük bir üşengeçliği de beraberinde getirdi bu iletişim çılgınlığı. Dolayısıyla yazınsal ürünlere talep azaldı. Böylece sivrilme potansiyeli olan genç şairler de bu hastalıklı yapı içinde kaybolup gittiler. Demem o ki, bir Garip hareketinin ya da bilinçli bir İkinci Yeni’nin oluşabileceğine şu süreç içerisinde inanmıyorum. Buna benzer hareketler geliştirebilecek sanatçıların yakın zamanda çıkabileceğine de inanmıyorum belirteyim. Yazınsal türler için ve tabii ki onların üretenleri “sanatçı” için çok zor bir dönem yaşıyoruz.

Gelelim ikinci soruya:
Şiir ve şairle ilgilenen bir topluluk var mı?

“Kesinlikle yoktur” demek mübalağa olur. Tabii ki belli bir zümrenin hala şiiri ve şairi takip ettiğini söyleyebiliriz ancak bana kalırsa büyük şairler yetiştirebilecek ortamı sağlayabilecek bir güruhtan söz edemiyoruz. Sanırım asıl sorun da bu. Yukarıda saydığım sanatçılar kendilerini idol kabul eden, eserlerini başucu kitabı yapan okurları olmasaydı büyük şair olabilecekler miydi? Elbette büyük şairliklerinden bir şey kaybetmeyeceklerdi; ancak bugünkü yerlerinde de olamayacaklardı. O günlerde, özellikle yüksek öğrenim alan öğrenci topluluklarının daha bilinçli ve sanatla ilgili oluşu, ideolojik davalarını bile edebileştirebilmeleri, düşüncelerini bir şiire, bir şaire ,bir edebi esere yaslayabilmeleri üretim ortamının oluşmasını sağladı diyebiliriz.

Edebiyat fakültesinde, edebiyat eğitimi almış bir öğretmen olarak kendisine bir şair, bir şiir bile seçememiş onlarca arkadaşımın olduğunu hatırladıkça şiirin, şairin ve en önemlisi okurun geleceği için kaygı duymuyor değilim.
NAZIM HİKMET

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

biz ki sessiz ve yağız
bir yazın yumağını çözerek
ve ölümü bir kepenek gibi örtüp üstümüze
ovayı köpürte köpürte akan küheylan
ve günleri hoyrat bir mahmuz
ya da atlastan bir çarkıfelek
gibi döndüre döndüre
bir mapustan bir mapusa yollandığımız

biz, ey sürgünlerin nâzım'ı derken
tutkulu, sevecen ve yalnız
gerek acının teleğinden ve gerek
lâcivert gergefinde gecelerin
şiiri bir kuş gibi örerek
halkımız, gülün sesini savurup
bir türkünün kekiğinden tüterken
der ki, böyle yazılır sevdamız

hüzün ki en çok yakışandır bize
belki de en çok anladığımız

HİLMİ YAVUZ