Her Şey Dahil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Her Şey Dahil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2010 Perşembe

SÜPER BABA


90 yıllar ile günümüzün televizyon dünyası arasında siyahla beyaz kadar fark var. O yılları bana bu gece tekrar düşündüren şey "Süper Baba" dizisi oldu. Nereden aklıma estiyse canım Türk televizyonculuk tarihinin en çok izlenen dizilerinden biri olan bu mütevazı yapımı izlemek istedi. Birkaç bölüm izledim ve zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım. Yanlış anlaşılmasın bu benim 3. ya da 4. izleyişimdi bu diziyi.

Tekrar tekrar izlenebilecek, sıcacık bir diziymiş onu anladım. Anladım ki günümüzde televizyonlarda yer işgal eden onca diziden bir tanesi dahi o samimiyeti gösterememiş seyirciye. Saçma sapan senaryolar, büyük edebi eserlerden haddini aşan uyarlamalar, kalitesiz popçudan mankenden devşirme oyuncular vb.

Uzun süre ekranlarda kalan bu dizide yaşamın ta kendisiyle karşı karşıya kalıyordunuz. Fikret(Şevket Altuğ) klasik Türk aile reisi ile modern adam arasında gelgitler yaşayıp duruyordu. Siz de onunla o buhranlardan kurtulmanın yollarını arıyordunuz. Klasiğin aksine 3 çocuğuyla baş başa yaşama direnen bu Süper Baba'nın aşk hayatı da fırtınalıydı. Hatırladığım kadarıyla 3 aşk yaşıyordu dizi boyunca Fiko. 3'ü de beni sonuna dek inandırmıştır. 3'ü de beni imrendirmiştir. Dizide arkadaşlığın ve mahalleli olmanın da değeri sıklıkla karşımıza getiriliyordu. Fiko'nun yakın arkadaşı Nihat'ın fedakarlıkları, mahalle sakinlerinin birbirlerini sahiplenişi beni etkilemiştir. Gerçi benzer bir hiyerarşi içinde büyümüş olmanın, mahalle bilincini tatmış olmanın getirisi de olabilir bu beğeni. Öyle ya da böyle yaşı küçük olanların da izlediğinde olumlu davranışlar edinebileceği bir diziydi Süper Baba. Sanırım onun şanına yaklaşan bir başka yapım "İkinci Bahar"dı.
Bugün böyle bir nostalji yapayım istedim. Biliyorum ki beni okuyanlar arasında da bu diziyi çok seven, özleyen insanlar var. O zaman bu günlerde bir kez daha izlemeyi öneriyorum bu diziyi, ben öyle yapacağım...

8 Ağustos 2010 Pazar

TARİH SAYFASINA ADINI KAZIMAK

Sizin de zaman zaman günleri boşa geçiyorum hissine kapıldığınız oluyor mu? Benim son dönemlerde fazlasıyla bu hisse kapılmamın birden çok nedeni var sanırım. Ancak en önemlisi belli bir yaşam standardında yaşama arzusu. Hayat öyle zorluyor ki bizleri,öylesine sorumluluklarımız var ki bunlara zaman harcamaktan yaşamımızı renklendirmeye; dolayısıyla en önemli vasıflarımızdan biri olan yaratıcılığımızı kullanmaya vakit bulamıyoruz.

İnsanlık sanayi devriminden bu yana refah seviyesini yükseltmiş gibi görünse de kazın ayağı hiç de öyle değil. Benim refahtan anladığım insanın her anlamda egolarını tatmin edebiliyor olmasıdır. Teknolojinin hızlı ilerleyişi ve kapitalist sistemin bu durumdan fazlasıyla yararlanmasıyla insanoğlu, insanlık dışı bir yaşayışa sürükleniyor. İnsanoğlu, insanı insan yapan dürtülerinin taleplerini yerine getiremiyor. Adeta biyolojik bir makineye dönüşüyor. Düşünün bir kere, iş yerlerinde tabi olunan mesai saatleri insanların sevdiklerine, aile üyelerine en önemlisi de kendilerine vakit ayırabilmelerine izin verebilir durumda mı? Siz kendinizden pay biçerek yanıtlayın bu soruyu.

Bütün bu zırvalarımı nereden yola çıkarak yazdım biliyor musunuz? Geçtiğimiz gün tekrar izlediğim Truva filminden tabii. İzleyenler ya da mitolojiyi okuyanlar bilir. Efsane, Yunan mitolojisinin en büyük savaşçısı Achiles'in öldükten binlerce yıl sonra da hatırlanma arzusu temel alınarak kurgulanmıştır. İnsanların en büyük dürtülerinden biri temel alınarak yani. Öldükten sonra hatırlanma fikri! Filmi izlerken bunu düşünmüştüm. Bizim bu insan öğüten çarkta böyle bir şansımız var mı?

Film içerisinde küçük bir çocuk Achiles'i bir düello konusunda uyarıyordu, hatırlarsanız. Çocuk ,Achiles'in savaşacağı adam için:"Hayatımda böyle büyük bir adam görmedim,onunla savaşmak istemezdim doğrusu" diyordu. Achiles'in de çocuğa cevabı: "İşte bu yüzden senin adını ölümünden sonra hiç kimse hatırlamayacak" oluyordu. Ne güzel bir cevap değil mi? Evet, dediğim gibi insanoğlunun en büyük dürtülerinden biri bu. İnsan yaşarken öyle şeyler yapabilmeli ki ölümünden binlerce yıl sonra bile adı saygıyla anılsın. Haydi şimdi kendinize itiraf edin, yaşamınızın bir döneminde böyle bir duyguya kapıldınız. Hatta içinizden birçoğu hala böyle bir insan olabileceğini düşünüyor. İtiraf etmek gerekirse küçükken öldükten sonra dünyanın adımı saygıyla anacağını hayal ederdim. Her insanda olduğu gibi bu dürtü bende de vardı. Ancak yaşım ilerledikçe anlıyorum ki, yaşam mücadelesi günümüz insanını kısır bir döngüye sürüklüyor. İnsan, rutine bağlandığı hayatta, bir robot misali aynı şeyleri tekrarlamak durumunda kalıyor. Bu da zamanla "boş yaşıyoruz" hissine kapılmamıza neden oluyor. Bir başka deyişle öldükten sonra unutulup gideceğimiz düşüncesi bizleri umutsuzluğa, karamsarlığa dolayısıyla bezginliğe itiyor.
Şartlar ne kadar ağır olursa olsun birilerinin adı yüzyıllar boyunca anılacak. Kim bilir belki bu bizlerden birinin adı olacak. Her ne kadar yüzyılımızın figüranları olma olasılığımız bu şartlar altında çok daha yüksek olsa da yaşamdan keyif alabilmek adına sanırım adımız yüzyıllar sonra anılacakmış gibi nefes almalıyız. Cesur olup sürekli bir şeyler yaratarak...

3 Ağustos 2010 Salı

BLOGLAR VE BLOG YAZARLARI

Bugünkü yazımın hemen başında şiir yarışmasında okur oylamasının 2. günü olmasına rağmen yaşanan büyük rekabete değineceğim. Şunu söylemeliyim ki aday şiirlerin hepsini çok beğendik hepsi de içimize sinen eserler oldular. Ancak iki eserin böylesine çekişeceğini düşünmüyorduk. Gelen oyların büyük bir bölümü Say Hadi ve Hüzzam Fasıl adlı şiirlere geldi. Buna rağmen diğer şiirlerin de 17 günlük süre içinde şansları devam ediyor belirtelim.

Bloglara değinmek istiyorum bugün. Canım blogçuluk ve blog yazarlığı hakkında yazmak istiyor. Öncelikle blog furyasının 2000'li yıllardan bu yana özellikle Amerika ve Avrupa'da çok bilindik bir şey olduğunu 2007, 2008 yıllarında Türkiye'de de dikkate değer biçimde görülmeye başladığını söylemeliyim. Blogçuluğun ülkemizde 2000'lerde Amerika ve Avrupa'yla paralel bir şekilde gelişememesinin sanıyorum ki en önemli sebebi ülkemize ADSL ve 3G sisteminin çok geç gelmesidir.

İyi hatırlıyorum diğer ülkelerde, özellikle ABD'de blog yazarlığı revaçtayken özellikle ünlüleri habersiz fotoğraflayan bir "blogger" oldukça dikkat çekmiş, yükselen blog kültürü tüm boyutlarıyla tartışılmıştı. Gerçi o dönemlerde ülkemizde bu kavram pek bilinmediğinden internet dünyasıyla arası olmayan birçok insan durumun ne olduğunu anlayamamıştı.

Bloglar zamanın bedava domainleriyle yapılan çok kısıtlı kapasitelere sahip sitelerin birkaç gömlek üstü olarak nitelendirilebilir. Günümüzde internet dünyasıyla çok daha yakın ilişkiler yaşayan özellikle de gençlerin kendilerini ifade platformu oldu bloglar. Çok da güzel oldular.

Bloglar işledikleri konulara göre kategorilere ayrılıyorlar. Ülkemizdeki bloglarda dikkatimi çeken kategoriler: Moda, Spor, Kadın ve Yaşam(yemek,takı) Kişisel (edebi)... Bunlarla sınırlı değil tabii ki kategoriler ancak dediğim gibi bunlar benim dikkatimi çeken ve sayılarının çok olduğunu düşündüğüm bloglar.

Özellikle moda bloglarının firmalarca ciddiye alındığını gözlemlemekteyim. Çok izleyiciye ulaşan bu tip bloglara bazı markalar sponsor oluyor ve blog yazarları yaptıkları bu keyifli işi paraya çevirebiliyorlar. Spor bloglarında da benzer şeylere şahit oluyorum ancak moda blogları seviyesine çıktıklarını sanmıyorum. Bu işi ranta çeviremediklerini düşünsem de itiraf etmeliyim ki içi boş yorumların gazete sütunlarını doldurduğu şu günlerde, gençlerin futbol yorumları çok daha keyif veriyor.

Kişisel bloglarsa anladığım kadarıyla en çok bloga sahip kategori. Özellikle üniversite gençliği-lise gençliği henüz konuya pek vakıf değil gibi- hayatlarını ortaya seren bloglarla karşımıza çıkıyorlar. Bazılarının düzmece hayatlar olduğu iddia edilse de kişisel blogların ülkemizdeki ilk blog teşebbüsleri olduğunu biliyoruz. Henüz bu tip bir platform ülkemizde meşhurlaşmamışken hatırlarsanız bir Türk gencinin yaptığı kişisel site bütün dünyanın ilgisini çekmişti. Hatırlayanlar bilir bu Türk genci sitesinin her yerine çat pat ingilizcesiyle bir şeyler yazmış, sempatik tarzıyla gündeme oturmuştu. Günümüzdeyse kişisel blogların edebi dünyada dahi ranta dönüştüğünü görüyorsunuz. PuCCa Günlük adlı blogun sahibesi yayın evlerinin dikkatini çekmiş ve yazdıklarını kitaplaştırmayı başarmıştı. Bu anlamda farklı hayatları takip edip keyif almak adına kişisel blogların yer başkadır.


Bizimkisi bir edebiyat-sanat blogu. Ülkede yazın dünyasının dahi pek popüler olmadığını düşündüğümüzde hitap ettiği çevrenin oldukça kısıtlı olduğu bir kategoride yazıyoruz. Ancak çok da önemli değil. Üniversite yıllarında bir dergi çıkarmayı düşleyen birkaç arkadaşın bir araya gelerek dergi kıvamında hazırladığı Edebiyat Meclisi sanal alem elverdiği müddetçe çizgisinden sapmayacaktır. İçimizdeki yazma aşkı sürdüğü yere kadar yazılarımızla buraları şenlendirmeye devam edeceğiz.

***Gelecekte blogların siyasi ve kültürel gündemi belirleyeceklerine yürekten inanıyor ve blogların ciddiye alınması gereken bir ses olduğunu düşünüyorum.

Sevgiyle

Blog: Ağ günlüğü



2 Ağustos 2010 Pazartesi

RÜZGARIN KIZLARI

Bugünkü yazıma "Şiir Yarışmamız"a destek veren herkese teşekkür ederek başlamak istedim. Bu yarışma fikri çok kısa sürede ortaya çıktı ve yarışmamız tamamıyla samimiyet üzerinde şekillendi. Özellikle facebook sayfasındaki yorumlar ve edebiyat meclisi mail adresine gelen eleştiriler yarışmanın ödülü hakkındaydı. Anlaşılan o ki yarışmamız beklediğimizden daha büyük bir "beklenti" yaratmış. Dolayısıyla bazı okurlar mütevazı bir ödülün katılımı olumsuz etkileyeceğini belirttiler. Bu bizim ilk yarışmamız, ilerleyen dönemlerde 2.sini de belki daha büyük ödüller vaad ederek düzenleyeceğiz.Ancak bir kesinlik varsa o da ilk yarışmanın ödülünün büyük şair Cemal Süreya'nın "Sevda Sözleri" adlı eseri olduğudur.

Son günlerde, bizleri gururlandıran atletizmcilerimiz damgalarını vurdular gündeme. Sağ olsunlar, var olsunlar. Böyle kısıtlı imkanlarla gerçekten bir değil, iki altın madalyayı hak ediyorlar. Büyük şehirler de dahil olmak üzere ne yazık ki ülkemizin hiçbir yerinde özellikle amatör branşlara yönelik tesisler mevcut değil. Amatör diyorum ama profesyonelleşme sürecini bir sürü büyük başarı yaşamasına rağmen tamamlayamamış "futbol" bile tesis sıkıntısıyla karşı karşıya. Hem tesis hem malzeme hem yetişmiş insan sıkıntısı... İnsanımızın ekonomik sıkıntılar içinde boğuşurken üst düzey spor tesislerinde, büyük müsabakalara hazırlanmalarını beklemek safdillik oluyor sanırım. Ne yazık ki onlarca yıldır devlet büyüklerimiz bizleri böyle bir refaha layık görmemişlerdir. (kendimizin böyle bir refaha kendimizi layık gördüğü de muamma)


Üzerinde durmak istediğim nokta bizi gururlandıran başarıların devşirme sporcularımızla gelmesiydi. Sakın ola olaya ırkçı bir tutumla yaklaştığım düşünülmesin. Elvan'la da, Alemitu Bekele'yle de büyük bir gurur yaşadım ve itiraf etmeliyim ki tüylerim diken diken oldu. Onların yarım yamalak da olsa güzel Türkçemizle duygularını ifade etmeye çalıştıklarını, bayrağa sarıldıklarını görmek beni oldukça duygulandırdı. Bütün bunlara rağmen Anadolu'nun her köşesinde adeta bir spor misyonerliği yapılmalı ve harika tesislerle bu toprakların çocuklarına bir şans verilmeli diye düşünüyorum. Spor'un Anadolu'nun her köşesinde bir felsefe gibi yayılmasını temenni ediyorum. Neden dört tarafı denizlerle kaplı bu güzel yurdun attığı kulaçlarla dünyayı sarsan bir İan Thorpe'u olmasın? Neden 100 metre koşusunda bir rüzgarıyla serinleyebileceğimiz bir Usain Bolt'umuz yok. Keşke yetiştirebilsek diyorum ancak temenni etmekle gerçekleşmiyor işte arzu edilenler...




1 Ağustos 2010 Pazar

Adımı Kalbine Yaz

Bundan böyle her gün olmasa da -iki günde bir de olabilir- bu köşede gündeme ve hayata ilişkin fikirlerimi paylaşacağım. Köşemin adı "her şey dahil". Gerçekten de köşemde her konu ile ilgili fikirlerimi gözü budaktan sakınmadan açıkça sunmayı planlıyorum.

İlk yazımı kısaca gündem değerlendirmesi, arabesk müzik tartışması ve bir albüm eleştirisi ile tamamlamayı uygun buldum. İsterseniz keyifsiz olanla başlayalım. Keza bahsi geçen ülkemizin gündemiyse pek de iç açıcı olamıyor yazılacaklar.

Ülkenin gündemini oluşturan yegane konu gelecek ay yapılacak referandum tabii ki. Televizyonları açtığınızda "evet","hayır" tartışmalarıyla rengarenk süslenmiş miting alanları ve bu alanlara koşmuş, avazı çıktığı kadar bağıran siyasileri izleyen ülkem insanıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. İşin siyasi boyutunu irdelemek niyetinde değilim. Doğruyu söylemek gerekirse pek çok vatandaş gibi değiştirilmeye çalışılan yasalar hakkında yeterince bilgim yok. O yüzden önce araştıracağım ve neden "evet" demeliyiz ya da neden "hayır" demeliyiz gibi bir yazıyı belki ilerleyen günlerde yazacağım. Bugün sadece canımı sıkan genel tablo hakkında bir iki cümle edip meseleyi kapatayım.

Bugün milliyet gazetesinin arşivine göz attım.http://arsiv.milliyet.com.tr/ (Herkese tavsiye ediyorum çok eğlenceli oluyor) Göz gezdirdiğim yıllar 80'li yılların başı ile 90'lı yılların sonuydu. Manşetlere şöyle bir baktım da yüz güldüren manşet sayısı neredeyse %10'u geçmiyordu.(Bu konu belki de araştırma yapılarak sayısal veri haline getirilmeli) İnsanımız ne kadar da mutsuz diye geçirdim içimden. Gerçekten bu güzelim topraklarda geçirdiğimiz kısacık ömrümüzü sıkıntı, dert, tasa, keder içinde sonlandırıyoruz. Manşetleri süsleyen yolsuzluk, yoksulluk, terör -ki en fazla yeri işgal etmiş-, trafik kazaları, cinayet vb. haberler ve bunlara ilişkin başlıklar nasıl bir topluma mensup olduğumuzu da ne yazık ki gösteriyor. Çıldırmanın eşiğindeymiş gibi durup da hiçbir tepki vermeyen "ilginç" bir toplum.

****** ******** ********

Arabesk müziğin "yavşak"lığı meselesi suni gündem rekortmeni ülkemde yepyeni bir tartışma ortamı doğurdu geçtiğimiz haftalarda. Bu "yavşak"lığı yapan isim adını çok iyi bilip müziği hakkında pek de fikir sahibi olduğumuzu düşünmediğim Fazıl Say. Fazıl Say'ın salladığı arabesk müziği, burada savunacak değilim; arabesk diye adlandırılan "ajite edip durumdan nemalanma kültürü"nün en zengin isimleri Mahsun Kırmızıgül, İbrahim Tatlıses, Ferhat Güzel ve adı aklıma gelmeyen bir sürü şarkıcıyıysa savunmak son derdim olurdu sanırım. Ancak şunu belirtmeliyim ki toplumların yaşamış olduğu coğrafya, kültürlenme süreçleri, gelenekler, görenekler dinledikleri müzik türünü de önemli ölçüde belirliyor. Bu anlamda ülke insanının önemli bir bölümünün dinlediği bir müzik türüne böyle pervasızca saldırmak ilgi çekme çabası gibi geldi bana. Keza bu müzik türünün Orhan Gencebay gibi de mükemmel bir icracısı varken(Yaptığı müziği arabesk olarak kabul etmiyor)

Sözün özü: bir Urfalının klasik müzik konserinin ardından "Urfa, Urfa olalı böyle zulüm görmedi" deyişini anlamlandırabiliyorum. Fazıl Say'ın arabesk müziği yavşaklık olarak addetmesini de tabii ;ancak yine de daha saygılı olmalıydı diye düşünüyorum. En azından anlamaya çalışmalıydı.

Son sözlerim yine müzikle ilgili olacak. Geçtiğimiz gün piyasaya sürdüğü yeni albümüyle Tarkan yeniden zirvenin yolunu tutmuş gibi görünüyor. Ses rengi ülkemizde hiçbir sanatçıda olmayan müthiş bir yetenek Tarkan. Sesine yakışan şarkılarla neler yapabildiğini "Aacayipsin" albümünde görmüştük. O albümün tadını belki hiçbir albümde tekrar bulamayacağız; ancak bir gerçek var ki son albümüyle Megastar adından çokça bahsettireceğe benziyor. Tavsiye şarkım: Adımı Kalbine Yaz.