18 Eylül 2009 Cuma

BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ



Cemal Süreya

I

Buzdağına çarptın mı bilmiyorum ama Titanik

gibi oldu batışın

bir sen vardın çünkü

şiirin dört bacalı şairi


Dalgaların kıyıya vurduğu

eşyalarını toplama telaşında

imgenin derin sularına

nefesleri yetmeyen

lodosçular

Bir gemi gibi batmak

yakışırdı sonuna

filikaya biniş sırasına benzeyen yaşantının:

-Önce çocuklar

ve kadınlar

II

Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama

tanıdığım Cemal gül idi...


Sunay Akın

ŞİİRİN ÖYKÜSÜ

Antik Acılar adlı kitabımın ilk şiiri olan Cemal Süreya şiiri, Sunay Akın’la Cemal Süreya’nın öyküsüdür. Benim ilk şiirim 1984 yılında yayımlandı ve Cemal Süreya yayımlanan ilk şiirimle ilgili yazılar yazdı. Söyleşilerinde hep bana dikkat çekti. “1980 sonrasında şiirin tıkandığı söyleniyor,” dendi kendisine, “ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. O her seferinde, “Hayır! Sunay Akın var!” diyordu. Güncesi çok önemliydi onun; çok okunuyordu çünkü. Sadece şiirden söz etmiyordu orada, sanatın her alanından, sinemadan, tiyatrodan, resimden, heykelden de söz ediyordu ve belli günlerde yalnızca benim şiirlerimi yayımlıyordu, daha doğrusu dergilerden alıp koyuyordu. Aslında bu çok güzel bir şeydi; fakat o yıllardaki kendi kuşağımdan pek çok arkadaşı da benden uzaklaştırdı. Ben bunu çok sonradan fark ettim, o yıllarda fark etmiyordum, çünkü her şairi kendim gibi sanıyordum, yani paylaşan, birlikte düşlerini ortaya koyan, düşlerin bir araya gelmesinden aydınlık, ışık çıkacak diye düşünüyordum. Zaten Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmemdeki amacım da buydu, bir Şiir Cumhuriyeti olsun, şairler bir araya gelsin, paylaşsın, kitap okusun ve bir müze olsun... Yanılmışım. Herkes hayata, şiire-edebiyata benim baktığım pencereden bakmıyormuş. Ya da herkesin penceresi kendi genişliği, düşlerinin genişliği kadarmış.

Cemal Süreya’yla ilk tanışmam da çok ilginç. Hiç görmedim. Bu arada Cemal Süreya iki yıl benden söz etti, benle ilgili yazılar yazdı. Cemal Süreya’yı ilk gördüğüm yer neresi biliyor musun; bak bunu ilk kez sana söylüyorum; Cemal Süreya’yla ilk karşılaşmamı, daha doğrusu konuşmamı... (Ondan önce Cemal Süreya’yı Kadıköy’de görüyordum, vapurda karşılaşıyordum ama, kolay mı koca üstadın yanına gitmek. Biz çekinirdik. Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıkarken, arkalarına takılır, sohbetten dökülenleri toplardık, o bile yeterdi bize.) Cemal Süreya’yla ilk konuştuğum tarih: 7 Mart 1986’dır; hiç unutmam. Neden? Çünkü evlendiğim gün. Hani gelinle damadı tebrik etmek için sıraya girer ya insanlar, işte o kuyrukta Cemal Süreya da vardı ve bana doğru geliyordu. İçimden diyordum ki, ‘şu işe bak, herkes Cemal Süreya’ya gider tanışmak için, Cemal Süreya ise kuyruğa girmiş, tanışmak için bana geliyor.’ Ben nikahıma davet etmiştim Cemal Süreya’yı; kalktı geldi Arif Damar’la beraber. Aynı gün Süreyya Berfe de vardı. Yaa, beni düşünebilir musun; zaten bir yandan evliliğin heyecanı var, bir yandan da Cemal Süreya bana doğru geliyor. Vedat Günyol da sonradan gelmişti; İsmet Zeki Eyüboğlu da vardı. Çok büyük bir olaydı. Hepsi kuyrukta. Bütün, benim kuyruğa girip kitaplarını imzalattığım yazarlar, şairler, şimdi kuyruk olmuş, benim ilk imza günüme gelmişler (daha kitabım yok ama, nikah masasında imza atıyoruz ya)...

Cemal Süreya’yla aramızda gerçekten çok farklı bir ilişki vardı, büyük bir entelektüeldi. Bana hep şunu diyordu: “Sen yazdıklarınla çok şey yapacaksın, ama eylemlerinle de hayata çok şey katacaksın.” Tabii Cemal Süreya görmedi Şiir Cumhuriyeti olgusunu; keza Oyuncak Müzesi’ni... Ama bunları hissetmişti, bunu anlıyorum sohbetlerimizden... Cemal Süreya’yla çok yakın, baba-oğul ilişkisi diyebileceğimiz sıcaklıkta bir dostluğumuz, usta-çırak ilişkimiz oldu. 84 yılından ölümüne değin sürdü dostluğumuz. Mektuplaşıyorduk önceleri; tanıştıktan sonra da sürdü mektuplaşmalarımız; ben askerdeyken bile mektuplaşıyorduk...

Ben bu şiiri Cemal Süreya’nın ölümünden sonra yazdım. O günlerde kiralık bir ev istiyordu Cemal Süreya. Bir evi vardı ama, Elif Hanım, oğlu Memo’yla birlikte yanına gelmişti; ve bundan rahatsızdı Cemal Süreya, tek başına yaşamak istiyordu. Eski eşi ve oğlu için bir ev bulmamı rica etti benden. Ben de biliyordum hocanın sıkıntısını, koşturdum ve kiralık bir ev buldum; o sevinçle telefon ettiğimde evine, Elif Hanım, “Sunay maalesef kaybettik.” dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çok etkilenmiştim. Anlatılmaz bir duygu. O dönem tabii çok konuşuldu, Cemal Süreya’yı oğlu öldürdü falan denildi. Hayır! Ben şunu söyleyeyim: Cemal Süreya’nın ölümünden sonra hemen evine koştum, Memo’yla konuştum, hastaneye gittim ve morgta Cemal Süreya’yı gördüm. Bir ben vardım, bir de onun en zor anlarında yanında olan Hatay Restoranın sahibi Mehmet Ali Işık vardı, bir de kız kardeşleri Ayten Hanım, Perihan Hanım ve oğlu Memo; başka kimse yoktu. Edebiyatçılar yoktu, şairler yoktu. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama, herkesin haberi vardı, ben tanıdığım bildiğim herkese telefon etmiştim çünkü. Hocanın ekonomik sıkıntısını da biliyorum, yardımcı olalım diye aradım herkesi. Hiç kimse gelmedi. Ben morgta gördüm, doktorlarla konuştum; şeker komasıydı... Oğlunun dövdüğü söyleniyordu Cemal Süreya’yı. Evet, oğlu belki şiddet uygulayacak birisi olabilirdi ama, ölümcül darbe falan asla görmedim ben hocanın vücudunda, çırılçıplak bedenini gördüm çünkü, yıkanırken hep yanındaydık. Biz aldık, götürdük, taşıdık, getirdik hocayı. Biz onu kefenine sardık. Bütün o işleri biz yaptık. Çünkü o işi yapan insanlar rutin davranıyorlar, sanki sıradan bir paketleme yapar gibi, çok ağrımıza gitti ve ‘bir dakika’ dedik, ‘biz yaparız’. Seyirci kalamazdık zaten. Kimsecikler yoktu. Ama cami avlusu tıklım tıklımdı; o ayrı bir konu. Orada da zaten ben kenara çekildim. Ve şunu gördüm Haydarpaşa Hastanesi’nin morgunda: Memo hocanın yanına gitti, tam ayaklarının önünde diz çöktü ve ağlayarak, gözyaşları içinde hocanın çıplak, soğuk ayaklarını öptü. Çok trajik bir görüntüydü. Tabii Memo’nun bazı davranış bozuklukları vardı, bunu herkes biliyor. Ama Cemal Süreya Memo’yu çok seviyordu, Memo da onu.

İşte bütün bu olaylar sırasında, ölümünün ardından, Cemal Süreya’nın evinde Memo bana bir gün, dedi ki: “Sunay Abi, hocanın bütün şeyleri burada; kitapları, eşyaları, yazdıkları...”

Sahaftan birileri gelip gidiyordu, hocanın şeylerini satın almak istiyordu... Memo bana, “Sen al abi,” dedi, “hepsi senin olsun, al git.”

Bak, ne var biliyor musun: Bugünkü gücüm olsa alırdım, fakat o yıllarda şairler daha iç içeydi ve birbirlerini hançerlemek için elleri arkalarında dolaşıyorlardı; anladın mı!.. Eğer ben almış olsaydım, demediklerini bırakmayacaklardı. Şair demek de yanlış onlara; şair şeklinde gezinenlerin yılan dillerinden, hançerlerinden korktuğum için almadım, büyük de hatalıyım. Bugünkü Sunay Akın olsa... Zaten bugünkü Sunay Akın kırıp geçiyor, dinliyor mu, tek kişilik ordu. Ama o zaman hem çok yeniydim edebiyat dünyasında, hem de hocanın ölümünün üzüntüsü vardı. Fakat ‘belli bir yer almalı’ dedim Memo’ya. O sırada 2000’e Doğru dergisi vardı, onlar almak istiyordu, ben de Memo’yu oraya yönlendirdim. Cemal Süreya arşivini, hiç olmazsa bir kurum, bir kuruluş alsın istedim. Aslında gönül ister ki bunlar müze olsun. Bak ne kadar doğru şeyler söyledim, ama iş işten geçtikten sonra anlıyor millet. Kız Kulesi demiştim, gelin burayı alalım demiştim, bizim PEN’imiz var, Yazarlar Sendikamız var, alalım burayı, müze yapalım. Sorsana ‘sana kim destek oldu’ diye; hiç kimse. Sadece o yıllarda Kız Kulesi Derneği’ni kuran isimler vardır destek olan, bir de Oktay Ekinci... Kültür, kent, çevre bilinci, doğa, zaten bir tek Oktay Ekinci’nin umurunda. Nerde diğer arkadaşlar; ağızlarına sakız yapmaktan başka bir şey yapmadılar, n’oldu şimdi kurudular gittiler. Kız Kulesi de lokanta oldu, “Gidin orda tıkının,” diyorum şimdi onlara, “gözünüz aydın!”

Şimdi yani bir şeyler düşünüyorsun, hamleler yapmak istiyorsun; ama herkes senin gibi aynı genişlikte bir pencereye sahip değil... Neyse, arşivi kurtardık gerçi...

Bir arkadaşım, ismi lazım değil, bana bir gün, “Bak bende saati var!”diyerek Cemal Süreya’nın saatini göstermişti; herkes bir şeyler gösteriyordu birbirine.

Şiire geliyorum: Cemal Süreya öldü, evinden çıktım, Kadıköy İskelesi’nde yürüyorum, Menderes’te, rüzgâr, kış günü, soğuk... Aklıma birden bire Titanik’in batışı geldi, Cemal Süreya’nın ölümüyle Titanik’in batışı birbirine çok benziyordu. Bir geminin batışına daha doğrusu. O gemi de Titanik’ti. Çünkü şiirin dört bacalı şairi de Cemal Süreya’ydı; o kadar büyüktü. Ve nasıl ki lodosçular batan gemiden kıyıya vuran eşyaları toplamaya çalışırlar ya; ‘bak bende Cemal Süreya’nın saati var, bak bende çantası var’diyenlerin bütün o sözlerini onlara benzettim. Onların imgenin derin sularına nefesi yetmiyor; ancak eşyalarını topluyorlar.

Gerçekten de Cemal Süreya’nın ölümü, bir geminin batışına benziyor, çünkü gemi batarken ‘önce çocuklar ve kadınlar’ denilir; Cemal Süreya da ömrü boyunca çocukları ve kadınları çok sevmiştir. Yaşamında onlar hep öncelikliydi. Ve de şiir şöyle bitiyor: “Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama / tanıdığım Cemal gül idi”... Bizim bir Gülcemal Vapurumuz vardır, çok ünlü bir vapur. Onu ben hiç görmedim. Yıllar öncesinde söküldü gitti, jilet oldu; ama Gülcemal Vapuru’yla Cemal Süreya arasında bir bağ kurmuştum. Bu şiiri yazdıktan sonra, batan gemileri anlatan deneme kitabım “Önce Kadınlar ve Çocuklar”ı yazarken şunu gördüm: Gülcemal Vapuru Titanik’in yarı yarıya küçültülmüşü... Aynı Titanik; ama iki bacalı ve Titanik’i işleten şirketten satın almışız biz Gülcemal Vapuru’nu... ve Gülcemal, Amerika’ya giden, Titanik’in geçemediği yolu, bizim ay-yıldızlı bayrakla tamamlayan ilk gemidir. Şiiri yazarken bilmiyordum ama...


ALINTI:http://keremoz.blogcu.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder