Sunay AKIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sunay AKIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BARIŞ'I ÇOK ÖZLÜYORUM!...


İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından, bayraklarla donatılan konsolosluk binalarının yanından geçen Rikkat Hanım, ellerinden tuttuğu iki oğluyla birlikte, Cihangir'deki evlerinden Taksim Parkı'na doğru yürümektedir. İki çocuğu da savaş yıllarında doğmuştur Rikkat Hanım'ın. Bu yüzden, eşi İsmail Hakkı Bey'le ilkine Savaş, ikincisine Barış adını koyarlar.

Büyük oğlu Savaş bayrakları göstererek sorar: " Bugün bayram mı anne?"... "Hayır" der, Rikkat Hanım:"Barış Günü"... Bu yanıt üzerine Savaş kardeşine döner:"Sana oyuncaklarımı vereyim adını bana ver"...
Barış kabul etmez ağabeyinin bu teklifini ve o gün, iki kardeş ilk kez kavga ederler!..

Savaş yıllarının getirdiği yoksulluk yüzünü güldürmez Barış'ın. O yılları, "Çocukken mutlu bir insan değildim. Parçalanacak bir oyuncağım bile olmadı" sözleriyle anımsar.

Barış'ın öğrenciliği de, çocukluğu gibi pek parlak geçmez. İkmale kaldığı fizik,kimya,matematik, gibi fen dersleri yaz tatillerini zehir eder. Ortaokul son sınıfta kaldığı dersler arasında müzik de vardır!
Soyadına takılır arkadaşları: "Manço"... Kızılderili adını anımsatan Manço'nun Karamanoğulları'ndan miras kaldığını öğrenir. Fatih tarafından Anadolu'dan sürülen Karamanoğulları'ndan Balkanlar'a yerleşenlerine yöre halkı "Manço" diye seslenir. Belki de yüzyıllar süren bu özlemdir, Barış Manço'nun şarkılarının buram buram Anadolu kokmasının nedeni.

Bir Anadolu ozanıdır BArış Manço. Orkestrasına " Kurtalan Ekspres" adını koyar. Siirt'in bir ilçesidir Kurtalan ve Güneydoğu'da tren yolunun ulaştığı son istasyondur. Bu konuda, Cemal Süreya'nın yaptığı şu değerlendirme çok öenmlidir: "Aslında çok daha önceden ortadan kalkmıştı saz şairi de, halk şiiri de. Sözgelimi Aşık Veysel halk şairi değildir. Desek desek halkevi şairi diyebiliriz onun için. Günümüzün halk şairleri, saz şairleri, hafif müzik sanatçılarıdır diyorum. Barış Manço en önde geleni bizim için."

Cemal Süreya, Barış Manço 'yu hayattayken ele aldığı yazısında şu karşılaştırmayı ortaya koyar: "Barış Manço'nun resim sanatındaki karşılığı Bedri Rahmi Eyüboğlu'dur. Onun gibi çorap deseni tutkunu. Ama yine onun gibi oradan mutlaka bir şeyler çıkarmasını bilir. Bütün bunlar bir arınma da getirmiştir Barış Manço'ya. Zaman zaman, daha doğrusu büyük bir geniş zaman içinde, bir minyatür saflığı da kazanabiliyor. Dünyada olup biteni izleyen bir sanatçı. Kopyacı değil. Rahatça yaratıcı diyebileceğimiz bir uyarlama gücü var. En uzak ülkedeki hafif müzik ya da pop girişimini, yüzyıllar öncesinin Anadolu duyarlılığıyla iç içe geçirip bugün için hazırlanmasını biliyor. Fırsatçılığını da o naif, o minyatürleşebilir tavrıyla bağışlatıyor"

Sanatçının dğnya görüşünü, sanatı ele alışını ona atılmak istenilen çamurlarla değil, kendi sözleriyle anlamaya devam ederlim: Ölümünden kısa bir süre önce katıldığı bir televizyon programında şunları söylemiştir Barış manço: " Türkü çok büyük bir coğrafyada söylenir. Herkes doğru bildiği kadar okur. Her isteyen, her istediği gibi türkü söyler.İçinden nasıl geliyorsa öyle okur. Güney Anadolu türküsü ile Balkan türküsü aynı değildir. Bir tek türkü yoktur. Gönlümden ne geçiyor, dilimden ne geliyorsa öyle okurum. Bu yasaklanamaz. Yasaklamak yasaktır!.."

Barış Manço, geçmişi tanmımayanın, bugünü anlamayanın yarını kuramayacağına inanır. Antika eser tutkunluğu da içinde yaşadığı yüzyıla uyum sağlayamayışının dışa vurumudur. Bu yüzden, bir müzeyi andıran evindeki çalışma odasında televizyona,müzik setine ve videoya yer yoktur. Nikahına faytonla giden tek sanatçı da o değil midir? Ne de olsa o, yaşamının her anıyla kalıpları kıran bir sanatçıdır.

Ülkemizde çok görülen sözler çarpıtma hastalığı hiçbir zaman yakasını bırakmaz Barış Manço'nun. 90'lı yılların başında milletvekilliğine adaylığını koyacağı yönünde haberler çıkınca bir basın toplantısı yapmaya karar verir. Sanatçı, böyle bir şeyin söz konusu olmadığını, böyle bir şey yapacaksa bunu Cumhurbaşkanlığı için yapacağını söyleyerek, her zaman olduğu gibi kimseyi kırmadan sıyrılır işin içinden. Daha doğrusu sıyrıldığını sanır. Çünkü sözleri saptırılarak halka şu mesaj verilir: "Barış Manço Cumhurbaşkanı olmak istiyor."

Sanatçı " Lambaya Püf De" şarkısının TRT denetim kurulu tarafından yayınlanmasına izin verilmeyişiyle de yasaklardan payına düşeni almıştır. Kurul erotik bulur söz konusu şarkıyı. Bunun üzerine aynı şarkı sözleri kaldırılarak bir kez daha kurula sunulur. Sonuç değişmez!.. Şarkı yine erotiktir. "Nasıl olur, sözleri yok ettik?" diye çıkışan Barış Manço'ya ağzının payı verilir: "Gitarist şarkıyı erotik çalıyor!.."

Barış Manço'nun 1 Şubat 1999 tarihinde ölmesi son derece anlamlıdır. Çünkü, o gün Mehmet Ali Ağca'nın gazeteci Abdi İpekçi'yi öldürüşünün 20. yıldönümüdür... Şu rastlantıya bakın ki, Abdi İpekçi adına konulan bir "Barış" ödülü vardır.

7'den 77'ye herkesin sevgisini kazanmış nadir sanatçılardan biri olan Barış Manço'yu, bir gün bu ülkede " Kitap Kurtları Vadisi" filminin çekilmesi umuduyla bir şarkısındaki şu sözüyle analım: "Silahla mertlik olmaz Osman!"


SUNAY AKIN "Tuncay Terzihanesi"

Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde koyacaktım bu yazıyı ancak sonrasında düşündüm de ben Barış Manço'yu sadece özel günlerde hatırlamıyorum ki! Şarkıları hep özel olmuştur benim için. Onun için yazılan bu yazıyı bugün yayımlıyorum, keyifle okumuşsunuzdur eminim "Adam Olacak Çocuklar"

8 Kasım 2009 Pazar

KULE CANBAZI


Sunay Akın'ın kitaplarını okumuşumdur. Hem şiirlerini hem de araştırmalarını beğenerek okuyorum. "Önce Kadınlar ve Çocuklar" adlı küçük ve ilginç araştırmalardan oluşan kitabını bir solukta okumuştum.Araştırmalar dedim ancak Akın'ın yazdığı gerçekliklerin uçlarını birbirine bağlayarak okura sunmak. Yani sıkıcı, bilimsel yazılar değil asla yazdıkları.

"Kule Canbazı" kitabı da şans eseri elime geçti. Bir öğrenci sıranın üzerinde bırakıp gitmiş bu kitabı. Kimin olduğunu bilmiyordum. İnanır mısınız, kitabı 2 saat içinde bitirdim ve yerine koydum. O kadar ilginç şeylere değinmiş ki yine şair, şaşarsınız. Örneğin kitaptaki ilk hikayede dilsiz olan bir çocuğun, padişahın artıklarını yedirilerek bu hastalığından kurtarılmaya çalışılması, bu çocuğun sonradan bu hastalığı yenerek önemli yerlere gelmesi, bu ismin Köy Enstitüleri'nin de kurucusu sayılan Hasan Ali Yücel yani Can Yücel'in babası olması çok güzel bir dille okuyucuya sunulmuş. Buna benzer bir o kadar daha ilginç bilgi bulabilirsiniz bu kitapta.

2004 basımı bu kitabı mutlaka temin etmeli ve okumalısınız.

Keyifli okumalar...

18 Eylül 2009 Cuma

BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ



Cemal Süreya

I

Buzdağına çarptın mı bilmiyorum ama Titanik

gibi oldu batışın

bir sen vardın çünkü

şiirin dört bacalı şairi


Dalgaların kıyıya vurduğu

eşyalarını toplama telaşında

imgenin derin sularına

nefesleri yetmeyen

lodosçular

Bir gemi gibi batmak

yakışırdı sonuna

filikaya biniş sırasına benzeyen yaşantının:

-Önce çocuklar

ve kadınlar

II

Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama

tanıdığım Cemal gül idi...


Sunay Akın

ŞİİRİN ÖYKÜSÜ

Antik Acılar adlı kitabımın ilk şiiri olan Cemal Süreya şiiri, Sunay Akın’la Cemal Süreya’nın öyküsüdür. Benim ilk şiirim 1984 yılında yayımlandı ve Cemal Süreya yayımlanan ilk şiirimle ilgili yazılar yazdı. Söyleşilerinde hep bana dikkat çekti. “1980 sonrasında şiirin tıkandığı söyleniyor,” dendi kendisine, “ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. O her seferinde, “Hayır! Sunay Akın var!” diyordu. Güncesi çok önemliydi onun; çok okunuyordu çünkü. Sadece şiirden söz etmiyordu orada, sanatın her alanından, sinemadan, tiyatrodan, resimden, heykelden de söz ediyordu ve belli günlerde yalnızca benim şiirlerimi yayımlıyordu, daha doğrusu dergilerden alıp koyuyordu. Aslında bu çok güzel bir şeydi; fakat o yıllardaki kendi kuşağımdan pek çok arkadaşı da benden uzaklaştırdı. Ben bunu çok sonradan fark ettim, o yıllarda fark etmiyordum, çünkü her şairi kendim gibi sanıyordum, yani paylaşan, birlikte düşlerini ortaya koyan, düşlerin bir araya gelmesinden aydınlık, ışık çıkacak diye düşünüyordum. Zaten Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmemdeki amacım da buydu, bir Şiir Cumhuriyeti olsun, şairler bir araya gelsin, paylaşsın, kitap okusun ve bir müze olsun... Yanılmışım. Herkes hayata, şiire-edebiyata benim baktığım pencereden bakmıyormuş. Ya da herkesin penceresi kendi genişliği, düşlerinin genişliği kadarmış.

Cemal Süreya’yla ilk tanışmam da çok ilginç. Hiç görmedim. Bu arada Cemal Süreya iki yıl benden söz etti, benle ilgili yazılar yazdı. Cemal Süreya’yı ilk gördüğüm yer neresi biliyor musun; bak bunu ilk kez sana söylüyorum; Cemal Süreya’yla ilk karşılaşmamı, daha doğrusu konuşmamı... (Ondan önce Cemal Süreya’yı Kadıköy’de görüyordum, vapurda karşılaşıyordum ama, kolay mı koca üstadın yanına gitmek. Biz çekinirdik. Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıkarken, arkalarına takılır, sohbetten dökülenleri toplardık, o bile yeterdi bize.) Cemal Süreya’yla ilk konuştuğum tarih: 7 Mart 1986’dır; hiç unutmam. Neden? Çünkü evlendiğim gün. Hani gelinle damadı tebrik etmek için sıraya girer ya insanlar, işte o kuyrukta Cemal Süreya da vardı ve bana doğru geliyordu. İçimden diyordum ki, ‘şu işe bak, herkes Cemal Süreya’ya gider tanışmak için, Cemal Süreya ise kuyruğa girmiş, tanışmak için bana geliyor.’ Ben nikahıma davet etmiştim Cemal Süreya’yı; kalktı geldi Arif Damar’la beraber. Aynı gün Süreyya Berfe de vardı. Yaa, beni düşünebilir musun; zaten bir yandan evliliğin heyecanı var, bir yandan da Cemal Süreya bana doğru geliyor. Vedat Günyol da sonradan gelmişti; İsmet Zeki Eyüboğlu da vardı. Çok büyük bir olaydı. Hepsi kuyrukta. Bütün, benim kuyruğa girip kitaplarını imzalattığım yazarlar, şairler, şimdi kuyruk olmuş, benim ilk imza günüme gelmişler (daha kitabım yok ama, nikah masasında imza atıyoruz ya)...

Cemal Süreya’yla aramızda gerçekten çok farklı bir ilişki vardı, büyük bir entelektüeldi. Bana hep şunu diyordu: “Sen yazdıklarınla çok şey yapacaksın, ama eylemlerinle de hayata çok şey katacaksın.” Tabii Cemal Süreya görmedi Şiir Cumhuriyeti olgusunu; keza Oyuncak Müzesi’ni... Ama bunları hissetmişti, bunu anlıyorum sohbetlerimizden... Cemal Süreya’yla çok yakın, baba-oğul ilişkisi diyebileceğimiz sıcaklıkta bir dostluğumuz, usta-çırak ilişkimiz oldu. 84 yılından ölümüne değin sürdü dostluğumuz. Mektuplaşıyorduk önceleri; tanıştıktan sonra da sürdü mektuplaşmalarımız; ben askerdeyken bile mektuplaşıyorduk...

Ben bu şiiri Cemal Süreya’nın ölümünden sonra yazdım. O günlerde kiralık bir ev istiyordu Cemal Süreya. Bir evi vardı ama, Elif Hanım, oğlu Memo’yla birlikte yanına gelmişti; ve bundan rahatsızdı Cemal Süreya, tek başına yaşamak istiyordu. Eski eşi ve oğlu için bir ev bulmamı rica etti benden. Ben de biliyordum hocanın sıkıntısını, koşturdum ve kiralık bir ev buldum; o sevinçle telefon ettiğimde evine, Elif Hanım, “Sunay maalesef kaybettik.” dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çok etkilenmiştim. Anlatılmaz bir duygu. O dönem tabii çok konuşuldu, Cemal Süreya’yı oğlu öldürdü falan denildi. Hayır! Ben şunu söyleyeyim: Cemal Süreya’nın ölümünden sonra hemen evine koştum, Memo’yla konuştum, hastaneye gittim ve morgta Cemal Süreya’yı gördüm. Bir ben vardım, bir de onun en zor anlarında yanında olan Hatay Restoranın sahibi Mehmet Ali Işık vardı, bir de kız kardeşleri Ayten Hanım, Perihan Hanım ve oğlu Memo; başka kimse yoktu. Edebiyatçılar yoktu, şairler yoktu. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama, herkesin haberi vardı, ben tanıdığım bildiğim herkese telefon etmiştim çünkü. Hocanın ekonomik sıkıntısını da biliyorum, yardımcı olalım diye aradım herkesi. Hiç kimse gelmedi. Ben morgta gördüm, doktorlarla konuştum; şeker komasıydı... Oğlunun dövdüğü söyleniyordu Cemal Süreya’yı. Evet, oğlu belki şiddet uygulayacak birisi olabilirdi ama, ölümcül darbe falan asla görmedim ben hocanın vücudunda, çırılçıplak bedenini gördüm çünkü, yıkanırken hep yanındaydık. Biz aldık, götürdük, taşıdık, getirdik hocayı. Biz onu kefenine sardık. Bütün o işleri biz yaptık. Çünkü o işi yapan insanlar rutin davranıyorlar, sanki sıradan bir paketleme yapar gibi, çok ağrımıza gitti ve ‘bir dakika’ dedik, ‘biz yaparız’. Seyirci kalamazdık zaten. Kimsecikler yoktu. Ama cami avlusu tıklım tıklımdı; o ayrı bir konu. Orada da zaten ben kenara çekildim. Ve şunu gördüm Haydarpaşa Hastanesi’nin morgunda: Memo hocanın yanına gitti, tam ayaklarının önünde diz çöktü ve ağlayarak, gözyaşları içinde hocanın çıplak, soğuk ayaklarını öptü. Çok trajik bir görüntüydü. Tabii Memo’nun bazı davranış bozuklukları vardı, bunu herkes biliyor. Ama Cemal Süreya Memo’yu çok seviyordu, Memo da onu.

İşte bütün bu olaylar sırasında, ölümünün ardından, Cemal Süreya’nın evinde Memo bana bir gün, dedi ki: “Sunay Abi, hocanın bütün şeyleri burada; kitapları, eşyaları, yazdıkları...”

Sahaftan birileri gelip gidiyordu, hocanın şeylerini satın almak istiyordu... Memo bana, “Sen al abi,” dedi, “hepsi senin olsun, al git.”

Bak, ne var biliyor musun: Bugünkü gücüm olsa alırdım, fakat o yıllarda şairler daha iç içeydi ve birbirlerini hançerlemek için elleri arkalarında dolaşıyorlardı; anladın mı!.. Eğer ben almış olsaydım, demediklerini bırakmayacaklardı. Şair demek de yanlış onlara; şair şeklinde gezinenlerin yılan dillerinden, hançerlerinden korktuğum için almadım, büyük de hatalıyım. Bugünkü Sunay Akın olsa... Zaten bugünkü Sunay Akın kırıp geçiyor, dinliyor mu, tek kişilik ordu. Ama o zaman hem çok yeniydim edebiyat dünyasında, hem de hocanın ölümünün üzüntüsü vardı. Fakat ‘belli bir yer almalı’ dedim Memo’ya. O sırada 2000’e Doğru dergisi vardı, onlar almak istiyordu, ben de Memo’yu oraya yönlendirdim. Cemal Süreya arşivini, hiç olmazsa bir kurum, bir kuruluş alsın istedim. Aslında gönül ister ki bunlar müze olsun. Bak ne kadar doğru şeyler söyledim, ama iş işten geçtikten sonra anlıyor millet. Kız Kulesi demiştim, gelin burayı alalım demiştim, bizim PEN’imiz var, Yazarlar Sendikamız var, alalım burayı, müze yapalım. Sorsana ‘sana kim destek oldu’ diye; hiç kimse. Sadece o yıllarda Kız Kulesi Derneği’ni kuran isimler vardır destek olan, bir de Oktay Ekinci... Kültür, kent, çevre bilinci, doğa, zaten bir tek Oktay Ekinci’nin umurunda. Nerde diğer arkadaşlar; ağızlarına sakız yapmaktan başka bir şey yapmadılar, n’oldu şimdi kurudular gittiler. Kız Kulesi de lokanta oldu, “Gidin orda tıkının,” diyorum şimdi onlara, “gözünüz aydın!”

Şimdi yani bir şeyler düşünüyorsun, hamleler yapmak istiyorsun; ama herkes senin gibi aynı genişlikte bir pencereye sahip değil... Neyse, arşivi kurtardık gerçi...

Bir arkadaşım, ismi lazım değil, bana bir gün, “Bak bende saati var!”diyerek Cemal Süreya’nın saatini göstermişti; herkes bir şeyler gösteriyordu birbirine.

Şiire geliyorum: Cemal Süreya öldü, evinden çıktım, Kadıköy İskelesi’nde yürüyorum, Menderes’te, rüzgâr, kış günü, soğuk... Aklıma birden bire Titanik’in batışı geldi, Cemal Süreya’nın ölümüyle Titanik’in batışı birbirine çok benziyordu. Bir geminin batışına daha doğrusu. O gemi de Titanik’ti. Çünkü şiirin dört bacalı şairi de Cemal Süreya’ydı; o kadar büyüktü. Ve nasıl ki lodosçular batan gemiden kıyıya vuran eşyaları toplamaya çalışırlar ya; ‘bak bende Cemal Süreya’nın saati var, bak bende çantası var’diyenlerin bütün o sözlerini onlara benzettim. Onların imgenin derin sularına nefesi yetmiyor; ancak eşyalarını topluyorlar.

Gerçekten de Cemal Süreya’nın ölümü, bir geminin batışına benziyor, çünkü gemi batarken ‘önce çocuklar ve kadınlar’ denilir; Cemal Süreya da ömrü boyunca çocukları ve kadınları çok sevmiştir. Yaşamında onlar hep öncelikliydi. Ve de şiir şöyle bitiyor: “Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama / tanıdığım Cemal gül idi”... Bizim bir Gülcemal Vapurumuz vardır, çok ünlü bir vapur. Onu ben hiç görmedim. Yıllar öncesinde söküldü gitti, jilet oldu; ama Gülcemal Vapuru’yla Cemal Süreya arasında bir bağ kurmuştum. Bu şiiri yazdıktan sonra, batan gemileri anlatan deneme kitabım “Önce Kadınlar ve Çocuklar”ı yazarken şunu gördüm: Gülcemal Vapuru Titanik’in yarı yarıya küçültülmüşü... Aynı Titanik; ama iki bacalı ve Titanik’i işleten şirketten satın almışız biz Gülcemal Vapuru’nu... ve Gülcemal, Amerika’ya giden, Titanik’in geçemediği yolu, bizim ay-yıldızlı bayrakla tamamlayan ilk gemidir. Şiiri yazarken bilmiyordum ama...


ALINTI:http://keremoz.blogcu.com/

9 Eylül 2009 Çarşamba

ÇEKMECE


ÇEKMECE

Büyüklerle ben yapamıyorum
çocuklar da almıyor beni oyunlarına
devlet dairesinde
yangından kurtarılmayacak
sıkışmış bir çekmece gibiyim
açılamıyorum sana

Kardeşiyle sokaklarda hep
bir örnek giydirilen sen
nasıl sevmezsin eşitliği
yürürken düşen çoraplarını
aynı hizaya getirmek için
annen değil miydi önünde diz çöken

Öpüşme sahnesinin tam ortasında
içeri girdiğin yazlık sinemanın
yer göstericisiyim
yürüyorsun fenerimin ışığında
yer: Kız Kulesi
ve sonu ayrılıkla bitecek
hüzünlü bir aşk filmini oynuyor
beyaz duvarında

Bir kez olsun çıkmazken ağzından
seni sevdiğimi
her gün söylememi yadırgama
bil ki bu şehirde
iskelenin verilmesini
beklemeden atlarım vapurlara

Son karesi gibi Red Kit'in
batan güneşe doğru
sürerken atımı
gitme kal demeni bekliyorum
ama yalnızca
rüzgar çekiştiriyor atkımı

SUNAY AKIN