Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Süreya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2019 Perşembe

ATTİLA İLHAN'IN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

Attila İlhan, nâm-ı diğer Kaptan. Varlık'ta ölümünün ertesinde çok kapsamlı bir değerlendirme yazısı yayımlandı. Kasım 2005 sayısındaki bu hacimli yazının başında şair\yazar için şöyle soruyor Hasan Bülent Kahraman: "Attila İlhan'ın ölümüyle birlikte Türkiye'de bir devrin kapandığını söyleyenler oldu. Bu, doğru bir saptama. Gerçekten de bu ölüm, bundan sonrasını bilemeyiz ama, hiç değilse 1950'den bu yana 'son' kitlesel şairin ölümüne tekabül ediyor. Ölümünün ardından oluşan heyecan dalgası, televizyonların gösterdikleri duyarlılık, bir edebiyatçıya toplumsal olarak verilebilecek olanların da sınırını çiziyor. Ayrıca bugüne kadar karşılaşılmış bir şey değil bu 'tepki'. O zaman akla öncelikle başka bir soru geliyor: dışa vuran bu yaklaşım onun şair kimliğine midir, yoksa yazılarıyla çizdiği öteki kimliklerine mi ? Daha somutlaştırarak soracak olursak acaba Attila İlhan'ın düşünür yanı gerçekten de Türkiye'de bu derecede geniş bir ilgi uyandırmış mıydı, Türkiye'de kitleler gerçekten de onunla böylesi bir temas içinde miydi ?

Bu soru Türkiye'deki edebiyata ya da sanata yaklaşımı bunun yanında edebi yaklaşımları da sorgulatır cinsten olmuş. Kendi hesabıma yazının devamında Kahraman'ın verdiği yanıta katıldığımı söyleyebilirim. Kaptan'ın düşünür, eleştirmen, yazar, senarist gibi özelliklerinin ötesinde onu kitlelerle temas ettiren yönü pek tabii şair kimliğiydi. Halbuki onun Türk edebiyatında yaptığı belirlemeleri, sosyolojik ve siyasi tespitleri bugün benim diyen sanatçının yapamadığı aşikar. Hangi... serisinin "Hangi Edebiyat" sayısı Kaptan'ın edebiyat üzerine yaptığı belirlemelerin özeti niteliği taşıyor. Bu yapıtı okuduğumda Türkiye'de hüküm süren edebi yaklaşımları sorguladığımı ve pek çok noktada üstâdın yanında yer aldığımı gördüm.

Attila İlhan'ın özellikle I. ve II. Yeniciler'in şiir anlayışına nasıl tepki geliştirdiğini, bu tepkiyi nasıl temellendirdiğini görünce söylediklerini hemen kabullenmek kolay olmadı. Garip şiirini de İkinci Yeni şiirini de iyi örnekleri vasıtasıyla benimsemiş, sevmiş bir okur olarak söylüyorum tabii bunları. Bu akımlardaki öne çıkan birkaç sanatçıyı kenara koyduğumuzda İlhan'ın Hangi Edebiyat'ta üstüne basa basa söylediği köksüzleşmeyi, sentez oluşturamayışı, ne yazık ki bir ekol olmayı beceremeyişi daha iyi kavrıyorum bugünlerde. Peki insan soruyor neden Attila İlhan'ın savunduğu değerleri içinde barındıran bir edebi anlayış belli bir süre dışında edebiyatımıza hakim olamadı ? Hangi Edebiyat'ta her edebi akım için  bu soruların yanıtlarına ulaşmak mümkün dahası cevaplar gerçekten tatmin edici.

Attila İlhan'ı salt şiirleri ya da romanlarıyla değil edebi ve siyasi mülahazalarıyla düşünmenin ufuk açıcı olduğu ortada. Ülke genelinde Orhan Veli, Cemal Süreya, Attila İlhan gibi duayenler edebi ve siyasi düşüncelerinden azade benimsenmiştir. Kuyruklu Şiir'i okuyup hüzünlenirken, Üvercinka'da şairin aşkına ortak olurken sıradan okur Garip'in devlet politikasının ürünü, İkinci Yeni'nin altmış sonrası konjonktürünün zorlamasıyla doğduğunu düşünmeyecektir tabii.

Hangi Edebiyat son kertede şiir adına bana bunları düşündürdü. Düşündürdüğü daha bir sürü nokta var ki onlar da başka yazıların mayası olsun. 
 

30 Aralık 2010 Perşembe

HER YIL YİNELENEN BİR HEYECAN


Eski yılı devirip, sağlık ve mutluluk dolu olacağını umduğum yeni yıla geçeceğimiz bu haftada Edebiyat Meclisi'ni ikinci yılbaşı heyecanına taşıyor olmanın gururunu yaşıyorum. 2009 yılının yaz aylarında başlayan serüvenimiz ikinci yıl dönümüne yaklaşıyor.

Bugün hasbelkader karşılaştığım bir belgesel beni böyle bir yeni yıl yazısı yazmaya itti. İzlediğim belgeselin ilk parçasını burada sunuyorum ki merak edenler aynı adresten devamını izleyebilsinler diye.

Günümüzdeki edebi ürünlerin sunulma yöntemi ile 1950'lerin yöntemini karşılaştırmanın manasızlığını anlayabilirsiniz. O dönemde tek alternatif olan matbu malzemeler günümüzde miadını çoktan doldurmuştur kanımca. Devran dönmüş mis gibi kağıt kokusunun yerini dijital ortamlar almıştır. Bunu "Ah nerede o eski günler" havasında söylemediğime inanmanızı, bu tip değişimlerin dünya tarihinin her döneminde yaşandığının farkında olduğumu bilmenizi temenni ederim.

Bütün bunları üniversite yıllarımda, öykündüğüm yazar ve düşünce adamları gibi bir dergi çıkarma hayali içinde olduğum için yazıyorum. Gerçi bu emelime üniversite sonrası 5 sayı çıkarabildiğimiz "Sığınak" dergisi ile ulaşmışımdır ancak sanıyorum ki her noktasına rahatlıkla müdahale edebildiğim bir platforma Edebiyat Meclisi sayesinde sahip oldum. Bu anlamda Edebiyat Meclisi benim hayalini kurduğum, şiirleri hikayeleri ile büyüdüğüm büyük sanatçıların yuva olarak kabul ettikleri bir mekandır. İleriki dönemde domainden serverını almayı da düşündüğüm benim biricik dergim umuyorum ki daha nice yıl başları yaşar.


Her neyse yeni yıla yaklaştığımız bu saatlerde, gençliğimdeki dergi heyecanımı depreştiren belgesel "Gün Doğmadan" -Sezai Karakoç- belgeseli oldu. Şiirlerini hayranlıkla okuduğum üstadının kitaplardan okuduğum hayatı karşısında yeniden saygıyla eğildim. Özellikle onun hakkında, üniversite sıralarında kendisiyle aynı sırayı paylaşan ve uzun yıllar bürokratlık ve bakanlık yapan İlhan Evliyaoğlu'nun sözleri beni çok etkiledi.

"Bizler, yani o jenerasyon çok iyiydik içimizden bir sürü devlet adamı, tüccar ve bürokrat çıktı. Ancak o sıralardaki en şanslı insanlar iki kişidir. Biri Cemal Süreya diğeri Sezai Karakoç, bizler bir gün unutulacağız ancak onlar sonsuza dek yaşayacaklar."

Evet o yıllarda üniversitede iki yakın arkadaş olan Süreya ve Karakoç'un edebiyatı tercih etmeleri, fikir çilesine baş koymaları bir kader belki de. Bu iki büyük sanatçının dünyaya bakışları bambaşka pencerelerden olsa da çok yakın arkadaş olabilmeleri ise büyük bir lütuf. Lütuf'tan da öte bana kalırsa büyük bir örnek günümüze. Bu lütufu abarttığımı düşünenler iki sanatçının dünya görüşlerinin günümüzde nasıl da yan yana gelemeyecek ateş ile barut misali olduklarına dikkat etmeliler diye düşünüyorum.


Sözü uzatmayayım. Yeni yılınızın her şeyden önce sizlere "Sağlık" getirmesini diliyorum. Sanırım her işin başı o. Mutluluksa sağlığın arkasında bekleyen bir misafir.

Yenil yıla, Sezai Karakoç'un çok uzun zaman önce bir başka yılbaşına ithafen yazdığı şiiriyle merhaba demeyi uygun buldum. Hepinize mutlu seneler!!


İnci Dakikaları

Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum

Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Daha gözlerimin gerçek yaşları belirmeden
Ağlamak diye bir şey yoktur diye bir şey
Yüzme bilmeyen bir uyurgezer yüzer ya
Çürük ve havada asılı tahtalar üstünde
Hafif kedi ayaklarıyla yürür gerçekten yürür ya
Sen benim ağlamamı erkeklığıme
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan erkekliğime say

Bütün bir yıl bütün bir yaşama boyu
Gizli heybelere binbir gece eşyası doldurduğuma say

Ben otomobilleri böylesine yankısız sağır komam
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar

Senin odan günışığı en güzel müzik bana
Farklılıklar odası
Giden tren buharları içinde örümcek ağı
Sen güzel örümcek ağı yaşamakla yaşamamak
Doğduğumuz şüpheyle öldüğümüz şüphe arasına gerilmiş
Garip bulut farklı müzik güzel örümcek ağı

Ben bir yabancı buğunun kokusunu alıyorum
Bu kokuyu alıyorsam onulmaz kıskançlık yaramdandır
Benim garipliğime bakma benim kıskançlığıma bakma benim
İncilerin ilk gerçek ve yeni yorumunu bulur gibi oluyorum
Bu inciler denizlerin en karanlık noktalarında bile yoktur
Benim ak ve kara kayalar içinde bulduğum inciler
Bu inciler sen olmasan bende bile yoktur
Oldukları yerde bile

Sezai Karakoç






21 Aralık 2010 Salı

CEMAL SÜREYA'YA DAİR...





Bendeki Cemal Süreya hayranlığı üniversite öncesine, lisenin son dönemlerine kadar gider. Üniversitede şiirlerini okuduğum bu "Cins Şair"in hayatını okuma fırsatını da bu yıllarda elde etmişimdir. Şu bir gerçek ki birçok değerli sanatçımızın Cemal Süreya'nınki kadar detaylı bir biyografisi bulunmamaktadır.
Şairin hayatını tüm detaylarıyla, onun sözlerine ya da farklı kişilerle yaptığı röportajlara dayandıran bu yazılar Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'e ait. Bu iki değerli insan araştırmalarını ve kendi anılarını "Şairin Hayatı Şiire Dahil" adlı kitapta toplamışlar.Bense bu güzel kitabı gözlerim dolarak bitirmiştim hiç unutmuyorum.
Neyse sadede gelmeli. Kitapta, kitabı okumayan birçok insanın bilmediği türlü olay var tabii. Cemal Süreya'nın bazı şiirlerin hikayeleri bu
kitapta gizli. Kendi kitaplarında yer almayan bir sürü şiiri de tabii.
Bu yazımda bu kitapta geçen ve öğrendiğinizde "Vay be öyle miymiş?" diyebileceğiniz birkaç olaya değineceğim.
Orta okuldan bu yana Seniha adındaki bir kıza aşık olan üstat ilk evliliğini de Seniha Hanımla gerçekleştirir. O yıllarda Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi'nde eğitim gören Süreya, biricik aşkı Seniha ile nişanlanmayı aklına koymuştur:
..."Şairin babası Hüseyin Bey'in kaygıları vardır. Seniha'nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yoktur; üstelik ailesi de yoksuldur. Bunu söylediğinde Cemal Süraya'nın tepkisi ağır olur. "Biz yoksul değil miyiz baba!"der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
.....
1953'üm 23 Kasım'ında nikah kıyılır. Cemal Süraya'nın ailesinden tek kişi yoktur...
Canından çok sevdiği insan Seniha ile evlenmiştir Cemal Süreya. Evliliklerinin ilk dönemleri Süreya'nın okulu yüzünden ayrı geçer. İşte o dönemi çok güzel anlatan bir şiir
Ben Seniha Seber Ben Cemal Seber
Ben seni severim Ben de seni
Ben soba yaktım Ben tavukları hatırladım
Bulutlar güzel oluyor Beyaz da oluyor
Benim gözlerim var Benim mercimeğim var
Gözlerim iki tane Mercimekler yaşasın
Ve yıldızlar Senin yıldızların
Ve şiirler Benim şiirlerim
Ve sen Evet ben
Sen Ben
Niçin Niçin
Niçin mi
Biz
İkimiz
Dünyada
Bir taneyiz
Pour toi mon amour
Joi achete des fleurs
Biz Cemal ve Seniha Seber
Ve yaşamak tomur tomur dallarda
.................
Evet gördüğünüz gibi Süreya sevdiği kadına böylesine hasrettir. Babasına sırt dönecek kadar...
İlgimi çeken bu güzel hikayenin sonu oldu elbette dilerseniz bitirelim:
Cemal Süreya, Seniha Hanımı; onu üzdüğü günlerin ardından kaderin cilvesiyle mürekkep akıtan kalemine bakıp "Onu üzdüm ya, dolmakalem bile ağlıyor" diyecek kadar sevmiş olmasına rağmen gel-gitleri çok olan bir insandır. Zaman zaman neşesine diyecek yokken; zaman zaman şiddete varan öfkesiyle evliliği çekilmez hale getirmiştir. Bir keresinde yeşil zeytinli börek istediği Seniha'sının "peynirliden başka börek bilmem ki" lafına çok sinirlenmiş ve tokatı Seniha'nın yüzünde patlatmıştır üstad. Buna benzer durumların çoğalması ve şairin çalkantılı bir denizde oradan oraya sallanan bir tekne misali dengesiz oluşu bu evliliği bitirmiştir. Oysa Balzamin'idir Seniha Hanım şairin. Orta okul sıralarında kırmızı mürekkeple adına ilk şiirleri karaladığı kadındır. Evliliğinin ardından 4 farklı evlilik daha yapan sanatçı aradığı mutluluğu bulabilmiş midir acaba?
Balzamin'le bitirelim:


sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili

17 Mayıs 2010 Pazartesi

BARIŞ'I ÇOK ÖZLÜYORUM!...


İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinin ardından, bayraklarla donatılan konsolosluk binalarının yanından geçen Rikkat Hanım, ellerinden tuttuğu iki oğluyla birlikte, Cihangir'deki evlerinden Taksim Parkı'na doğru yürümektedir. İki çocuğu da savaş yıllarında doğmuştur Rikkat Hanım'ın. Bu yüzden, eşi İsmail Hakkı Bey'le ilkine Savaş, ikincisine Barış adını koyarlar.

Büyük oğlu Savaş bayrakları göstererek sorar: " Bugün bayram mı anne?"... "Hayır" der, Rikkat Hanım:"Barış Günü"... Bu yanıt üzerine Savaş kardeşine döner:"Sana oyuncaklarımı vereyim adını bana ver"...
Barış kabul etmez ağabeyinin bu teklifini ve o gün, iki kardeş ilk kez kavga ederler!..

Savaş yıllarının getirdiği yoksulluk yüzünü güldürmez Barış'ın. O yılları, "Çocukken mutlu bir insan değildim. Parçalanacak bir oyuncağım bile olmadı" sözleriyle anımsar.

Barış'ın öğrenciliği de, çocukluğu gibi pek parlak geçmez. İkmale kaldığı fizik,kimya,matematik, gibi fen dersleri yaz tatillerini zehir eder. Ortaokul son sınıfta kaldığı dersler arasında müzik de vardır!
Soyadına takılır arkadaşları: "Manço"... Kızılderili adını anımsatan Manço'nun Karamanoğulları'ndan miras kaldığını öğrenir. Fatih tarafından Anadolu'dan sürülen Karamanoğulları'ndan Balkanlar'a yerleşenlerine yöre halkı "Manço" diye seslenir. Belki de yüzyıllar süren bu özlemdir, Barış Manço'nun şarkılarının buram buram Anadolu kokmasının nedeni.

Bir Anadolu ozanıdır BArış Manço. Orkestrasına " Kurtalan Ekspres" adını koyar. Siirt'in bir ilçesidir Kurtalan ve Güneydoğu'da tren yolunun ulaştığı son istasyondur. Bu konuda, Cemal Süreya'nın yaptığı şu değerlendirme çok öenmlidir: "Aslında çok daha önceden ortadan kalkmıştı saz şairi de, halk şiiri de. Sözgelimi Aşık Veysel halk şairi değildir. Desek desek halkevi şairi diyebiliriz onun için. Günümüzün halk şairleri, saz şairleri, hafif müzik sanatçılarıdır diyorum. Barış Manço en önde geleni bizim için."

Cemal Süreya, Barış Manço 'yu hayattayken ele aldığı yazısında şu karşılaştırmayı ortaya koyar: "Barış Manço'nun resim sanatındaki karşılığı Bedri Rahmi Eyüboğlu'dur. Onun gibi çorap deseni tutkunu. Ama yine onun gibi oradan mutlaka bir şeyler çıkarmasını bilir. Bütün bunlar bir arınma da getirmiştir Barış Manço'ya. Zaman zaman, daha doğrusu büyük bir geniş zaman içinde, bir minyatür saflığı da kazanabiliyor. Dünyada olup biteni izleyen bir sanatçı. Kopyacı değil. Rahatça yaratıcı diyebileceğimiz bir uyarlama gücü var. En uzak ülkedeki hafif müzik ya da pop girişimini, yüzyıllar öncesinin Anadolu duyarlılığıyla iç içe geçirip bugün için hazırlanmasını biliyor. Fırsatçılığını da o naif, o minyatürleşebilir tavrıyla bağışlatıyor"

Sanatçının dğnya görüşünü, sanatı ele alışını ona atılmak istenilen çamurlarla değil, kendi sözleriyle anlamaya devam ederlim: Ölümünden kısa bir süre önce katıldığı bir televizyon programında şunları söylemiştir Barış manço: " Türkü çok büyük bir coğrafyada söylenir. Herkes doğru bildiği kadar okur. Her isteyen, her istediği gibi türkü söyler.İçinden nasıl geliyorsa öyle okur. Güney Anadolu türküsü ile Balkan türküsü aynı değildir. Bir tek türkü yoktur. Gönlümden ne geçiyor, dilimden ne geliyorsa öyle okurum. Bu yasaklanamaz. Yasaklamak yasaktır!.."

Barış Manço, geçmişi tanmımayanın, bugünü anlamayanın yarını kuramayacağına inanır. Antika eser tutkunluğu da içinde yaşadığı yüzyıla uyum sağlayamayışının dışa vurumudur. Bu yüzden, bir müzeyi andıran evindeki çalışma odasında televizyona,müzik setine ve videoya yer yoktur. Nikahına faytonla giden tek sanatçı da o değil midir? Ne de olsa o, yaşamının her anıyla kalıpları kıran bir sanatçıdır.

Ülkemizde çok görülen sözler çarpıtma hastalığı hiçbir zaman yakasını bırakmaz Barış Manço'nun. 90'lı yılların başında milletvekilliğine adaylığını koyacağı yönünde haberler çıkınca bir basın toplantısı yapmaya karar verir. Sanatçı, böyle bir şeyin söz konusu olmadığını, böyle bir şey yapacaksa bunu Cumhurbaşkanlığı için yapacağını söyleyerek, her zaman olduğu gibi kimseyi kırmadan sıyrılır işin içinden. Daha doğrusu sıyrıldığını sanır. Çünkü sözleri saptırılarak halka şu mesaj verilir: "Barış Manço Cumhurbaşkanı olmak istiyor."

Sanatçı " Lambaya Püf De" şarkısının TRT denetim kurulu tarafından yayınlanmasına izin verilmeyişiyle de yasaklardan payına düşeni almıştır. Kurul erotik bulur söz konusu şarkıyı. Bunun üzerine aynı şarkı sözleri kaldırılarak bir kez daha kurula sunulur. Sonuç değişmez!.. Şarkı yine erotiktir. "Nasıl olur, sözleri yok ettik?" diye çıkışan Barış Manço'ya ağzının payı verilir: "Gitarist şarkıyı erotik çalıyor!.."

Barış Manço'nun 1 Şubat 1999 tarihinde ölmesi son derece anlamlıdır. Çünkü, o gün Mehmet Ali Ağca'nın gazeteci Abdi İpekçi'yi öldürüşünün 20. yıldönümüdür... Şu rastlantıya bakın ki, Abdi İpekçi adına konulan bir "Barış" ödülü vardır.

7'den 77'ye herkesin sevgisini kazanmış nadir sanatçılardan biri olan Barış Manço'yu, bir gün bu ülkede " Kitap Kurtları Vadisi" filminin çekilmesi umuduyla bir şarkısındaki şu sözüyle analım: "Silahla mertlik olmaz Osman!"


SUNAY AKIN "Tuncay Terzihanesi"

Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde koyacaktım bu yazıyı ancak sonrasında düşündüm de ben Barış Manço'yu sadece özel günlerde hatırlamıyorum ki! Şarkıları hep özel olmuştur benim için. Onun için yazılan bu yazıyı bugün yayımlıyorum, keyifle okumuşsunuzdur eminim "Adam Olacak Çocuklar"

28 Nisan 2010 Çarşamba

İŞTE TAM BU SAATLERDE & İKİ SAKİN

İŞTE TAM BU SAATLERDE

İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su
Yeni deşilmiş uçlarına sokakların, küçük uçlarında.
Senin o güneş sarnıcı gözlerin
Ölüm yası içindeki bir evde
Olmaması gereken birşey gibi,kırılan bir ayna gibi.
Bu saatlerde.
Çarmıhını yanından eksik etmeyen bir İsa gibi
Merdiven taşıyan bir adam görüyoruz
Bu adamı ne kadar çok seviyorum, bu kuşu ne kadar
Sen ne seviyorsun sen zaten sevince
Alnınla ayıklarsın yeryüzünü,
Çardaklar binaların ağızlarında
Aşar gider kendi sınırlarını
Köpekler gizli bir dağı havlar.

Bunlar iyidir diyorum bunlar senden haberli,
Yoksa nerden bilecekler
Korbon sınırlarında yaşayan balıklar
Kovadan sızan hiçret gününü,
Peygamberin parmaklarına asıp paltolarını
Nasıl girecekler tanrıevine
Mucizesever müslümanlar,
Ve On Binlerin Dönüşü sırasında
Grek keçilerinin çiftleştiği
Dağ yolları neyle donacak?

Yine de sevişirken
Kullandığımız her kelime
Hırsızın devirdiği eşya.

Minibüsleri morarmış sokaklar
Buğdayın parayla değişildiği
Paranın ekmekle değişildiği
Ekmeğin tütünle değişildiği
Tütünün acıyla değişildiği
Ve artık hiçbirşeyle değişilmediği acının.
O sokaklarda.
Saatler yağmuru gösteriyor,
Bugün bu küçük salı günü
Herşeyi eksik İstanbul´un, tepedekilerden başka
Yalnız Galata
Galata
Gecenin bodrumlarında beslediği
O tükenmez paslanmaz tutkusu
Bir ağız mızıkası halinde
Denize yediriyor yavaş yavaş


Nedense söz ve müziği Yalın'a ait olan Ayşe Özyılmazel'in söylediği "İki Sakin" adlı şarkıyı dinleyince aklıma Cemal Süreya'nın bu şiiri geldi. Eşyalardan kaynaklanan bir durum olsa gerek:)




25 Nisan 2010 Pazar

BEĞENDİĞİM DÖRTLÜKLER # 4


DÜELLO

Bir düelloda
Daha büyük bir şey vardır
Ve daha acıdır bu
Ölümden de ölüm korkusundan da

Bakarsın dün en güvendiğin kişi
Karşı tarafın şahidi olmuş
İşte acıdır bu da
Ölümden de korkusundan da

Daha da acısı vardır ama
O da sevdiğin kadının
Karşı tarafı ziyaret etmesidir
Bu bir nezaket ziyareti de olsa
Düello gerçekleşmemiş de olsa
Acıdır bu
Ondan da ondan da

Daha da acısı
Kılıcın elinde
Alnında bir tutam güneş
Kalakalıyorsun ortada

CEMAL SÜREYA


12 Aralık 2009 Cumartesi

"EROTİK BİR ŞAİR" CEMAL SÜREYA


AŞK

Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git.
Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.
Oysa ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin
Oysa Allah bilir bugün iyi uyanmıştık
Sevgiyeydi ilk açılışı gözlerimizin sırf onaydı
Bir kuş konmuş parmaklarıma uzun uzun ötmüştü
Bir sevişmek gelmiş bir daha gitmemişti
Yoktu dünlerde evvelsi günlerdeki yoksulluğumuz
Sanki hiç olmamıştı

Oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
Şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı İstanbullar
Şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
Öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
Ki Karaköy Köprüsü'ne yağmur yağarken
Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
Çünkü iki kişiydik

Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya
Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız
Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu
İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük
Yüzünün bitip vücudunun başladığı yerde
Memelerin vardı memelerin kahramandı sonra
Sonrası iyilik güzellik.


Cemal Süreya, Cumhuriyet Devri'nin en önemli şair ve yazarlarından biri. YKY'den çıkan Sevda Sözleri adlı şiir kitabının arka sayfasında onun için "erotik" bir şair deniyor. Bana kalırsa lirizmi her yönüyle yansıtan bir şair kendisi. Lirik şiirin ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden. Sevda Sözleri kitabındaki şiirleri okursanız "erotizm" unsurlarını da rahatlıkla görebilirsiniz, ancak lirizmin bir ihtiyacı olarak kullanılmıştır "erotizm" onun şiirinde. Yani amaç değil araçtır "erotizm". San şiirinde de görebiliyorsunuz bu durumu. Şair bu şiirde öyle ilginç imgeler kullanmış ki. Soluğunu kuşa ve bir ata benzeterek dünyanın gelip geçiciliğine erotik bir gönderme yapıyor.

SAN

Kırmızı bir kuştur soluğum
Kumral göklerinde saçlarının
Seni kucağıma alıyorum
Tarifsiz uzuyor bacakların

Kırmızı bir at oluyor soluğum
Yüzünün yanmasından anlıyorum
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dört nala sevişmek lazım



Gerçekten de binlerce yıllık şiir geleneğimizde bu kadar cesaretle cinselliği kullanan şairler pek az. Divan geleneğinin son döneminde yaşamış Sümbülzade Vehbi ve Batılılaşma etkisindeki edebiyatımızın feylesof temsilcisi Neyzen Tevfik'ten başka erotik unsurları kullanmış pek şair hatırlamıyorum. Orhan Veli'nin birkaç şiirinde erotik unsurlar olsa da devrin zihniyeti şairi bağlamış ve daha da ileri gitmesini engellemiştir. Son dönemde sözünü esirgemeyen Can Yücel'i ise bu gruba dahil etmek pek de mantıklı olmayacaktır. Cemal Süreya bu anlamda edebiyatımızda tektir. O, şiirlerinde çıplaklığı ve cinselliği öyle usturuplu kullanmıştır ki , şiirleri okurken yüzünüz kızarmaz. Cinselliğin doğallığını hisseder ve keyif alırsınız. Birbirini seven iki insanın paylaştıklarına utanarak değil, empati kurarak bakarsınız.


ÜVERCİNKA

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil

Örnek olarak verdiğim şiirlerin tamamında gördüğünüz gibi aşkı ve insan olmayı her yönüyle yansıtabilmiş bir şairdir Cemal Süreya. Sevdanın tensellikten yani dokunsallıktan bunca uzak olduğu edebiyat dünyamıza yepyeni bir soluk getirmiştir. Binlerce yıldır "ulaşılamayan sevgiliye" bu kadar yakın olabilmenin keyfini yaşatmıştır okura. Bu yönüyle sanıyorum ki büyük bir eksikliği de gidermiştir.

CİGARAYI ATTIM DENİZE

Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüyoruz
Gökyüzünün o meşhur maviliğinde
Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla
Bir akdeniz şehri çıkabilir içinde
Alıp yaracak olsa yüreğini
Şimdi bir güvercinin

Şimdi sen tam çağındasın yanına varılacak
Önünde durulacak tam elinden tutulacak
Hangi bir elinden güzelim hangi bir
Bir elinde kızlığın duruyor garip huysuz
Öbür elinde yetişkin bir günışığı
Daha öbür elinde de kilometrelerce hürlük
Çalışan insanlar için akşamlara kadar
Toz duman içinde
Bir elinde de boyuna ekmek kesiyorsun

Biz eskiden de en aşağı böyleydik senlen
Bir bulut geçiyorsa onu görürdük
Bir minarenin keyfine diyecek yoksa onu
Bir adam boyuna yoksulluk ediyorsa onu
Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına
Bir cıgara atmışsak denize
Sabaha kadar yandı durdu


28 Eylül 2009 Pazartesi

TEBEŞİR KOKAN BİR AŞK: KARNE


KARNE

Ilım günleri gelirdi taraçalar
Uzatırdı mevsimölçerlerini
Tıkabasa yaprak arka pencere
İnsan iki kişiyi sevebilir mi?

Onunla aşkımız, o diyorum ona,
Bir kez söylenmiş ve istense de
Bir daha geri alınamaz
Kırıcı sözler gibiydi

Tartışıp dururduk yollarda
Hızla çevirirdi başını
Çiçek aşısı gibi bakardı
Seğirtir karşı kaldırıma

Ötekiyse nasıl incelikli
Türkçe sığmazdı ağzına
Bir ilçeyi sever gibi
Yürürdü odalarda

Parmakları her yana döner
Bir yetenek gibi gelişirdi
Dursuz duraksız güdülerime
Bir şeyler katardı düşüncemsi

Birinin ısırığı badem şekeri
İç kaslarıyla uçar biri
Yüz kez yırtılmıştır gömleğim
Doksan dokuz kez de dikildi

Kısacası o yıllarda ben
Hayatım karışık çantam gibi
İki kişiyi birden severdim
Karnemde sevinç bir aşk iki


Cemal SÜREYA

18 Eylül 2009 Cuma

BİR ŞİİRİN ÖYKÜSÜ



Cemal Süreya

I

Buzdağına çarptın mı bilmiyorum ama Titanik

gibi oldu batışın

bir sen vardın çünkü

şiirin dört bacalı şairi


Dalgaların kıyıya vurduğu

eşyalarını toplama telaşında

imgenin derin sularına

nefesleri yetmeyen

lodosçular

Bir gemi gibi batmak

yakışırdı sonuna

filikaya biniş sırasına benzeyen yaşantının:

-Önce çocuklar

ve kadınlar

II

Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama

tanıdığım Cemal gül idi...


Sunay Akın

ŞİİRİN ÖYKÜSÜ

Antik Acılar adlı kitabımın ilk şiiri olan Cemal Süreya şiiri, Sunay Akın’la Cemal Süreya’nın öyküsüdür. Benim ilk şiirim 1984 yılında yayımlandı ve Cemal Süreya yayımlanan ilk şiirimle ilgili yazılar yazdı. Söyleşilerinde hep bana dikkat çekti. “1980 sonrasında şiirin tıkandığı söyleniyor,” dendi kendisine, “ne düşünüyorsunuz?” diye soruldu. O her seferinde, “Hayır! Sunay Akın var!” diyordu. Güncesi çok önemliydi onun; çok okunuyordu çünkü. Sadece şiirden söz etmiyordu orada, sanatın her alanından, sinemadan, tiyatrodan, resimden, heykelden de söz ediyordu ve belli günlerde yalnızca benim şiirlerimi yayımlıyordu, daha doğrusu dergilerden alıp koyuyordu. Aslında bu çok güzel bir şeydi; fakat o yıllardaki kendi kuşağımdan pek çok arkadaşı da benden uzaklaştırdı. Ben bunu çok sonradan fark ettim, o yıllarda fark etmiyordum, çünkü her şairi kendim gibi sanıyordum, yani paylaşan, birlikte düşlerini ortaya koyan, düşlerin bir araya gelmesinden aydınlık, ışık çıkacak diye düşünüyordum. Zaten Kız Kulesi’ni Şiir Cumhuriyeti ilan etmemdeki amacım da buydu, bir Şiir Cumhuriyeti olsun, şairler bir araya gelsin, paylaşsın, kitap okusun ve bir müze olsun... Yanılmışım. Herkes hayata, şiire-edebiyata benim baktığım pencereden bakmıyormuş. Ya da herkesin penceresi kendi genişliği, düşlerinin genişliği kadarmış.

Cemal Süreya’yla ilk tanışmam da çok ilginç. Hiç görmedim. Bu arada Cemal Süreya iki yıl benden söz etti, benle ilgili yazılar yazdı. Cemal Süreya’yı ilk gördüğüm yer neresi biliyor musun; bak bunu ilk kez sana söylüyorum; Cemal Süreya’yla ilk karşılaşmamı, daha doğrusu konuşmamı... (Ondan önce Cemal Süreya’yı Kadıköy’de görüyordum, vapurda karşılaşıyordum ama, kolay mı koca üstadın yanına gitmek. Biz çekinirdik. Cağaloğlu Yokuşu’ndan yukarı çıkarken, arkalarına takılır, sohbetten dökülenleri toplardık, o bile yeterdi bize.) Cemal Süreya’yla ilk konuştuğum tarih: 7 Mart 1986’dır; hiç unutmam. Neden? Çünkü evlendiğim gün. Hani gelinle damadı tebrik etmek için sıraya girer ya insanlar, işte o kuyrukta Cemal Süreya da vardı ve bana doğru geliyordu. İçimden diyordum ki, ‘şu işe bak, herkes Cemal Süreya’ya gider tanışmak için, Cemal Süreya ise kuyruğa girmiş, tanışmak için bana geliyor.’ Ben nikahıma davet etmiştim Cemal Süreya’yı; kalktı geldi Arif Damar’la beraber. Aynı gün Süreyya Berfe de vardı. Yaa, beni düşünebilir musun; zaten bir yandan evliliğin heyecanı var, bir yandan da Cemal Süreya bana doğru geliyor. Vedat Günyol da sonradan gelmişti; İsmet Zeki Eyüboğlu da vardı. Çok büyük bir olaydı. Hepsi kuyrukta. Bütün, benim kuyruğa girip kitaplarını imzalattığım yazarlar, şairler, şimdi kuyruk olmuş, benim ilk imza günüme gelmişler (daha kitabım yok ama, nikah masasında imza atıyoruz ya)...

Cemal Süreya’yla aramızda gerçekten çok farklı bir ilişki vardı, büyük bir entelektüeldi. Bana hep şunu diyordu: “Sen yazdıklarınla çok şey yapacaksın, ama eylemlerinle de hayata çok şey katacaksın.” Tabii Cemal Süreya görmedi Şiir Cumhuriyeti olgusunu; keza Oyuncak Müzesi’ni... Ama bunları hissetmişti, bunu anlıyorum sohbetlerimizden... Cemal Süreya’yla çok yakın, baba-oğul ilişkisi diyebileceğimiz sıcaklıkta bir dostluğumuz, usta-çırak ilişkimiz oldu. 84 yılından ölümüne değin sürdü dostluğumuz. Mektuplaşıyorduk önceleri; tanıştıktan sonra da sürdü mektuplaşmalarımız; ben askerdeyken bile mektuplaşıyorduk...

Ben bu şiiri Cemal Süreya’nın ölümünden sonra yazdım. O günlerde kiralık bir ev istiyordu Cemal Süreya. Bir evi vardı ama, Elif Hanım, oğlu Memo’yla birlikte yanına gelmişti; ve bundan rahatsızdı Cemal Süreya, tek başına yaşamak istiyordu. Eski eşi ve oğlu için bir ev bulmamı rica etti benden. Ben de biliyordum hocanın sıkıntısını, koşturdum ve kiralık bir ev buldum; o sevinçle telefon ettiğimde evine, Elif Hanım, “Sunay maalesef kaybettik.” dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çok etkilenmiştim. Anlatılmaz bir duygu. O dönem tabii çok konuşuldu, Cemal Süreya’yı oğlu öldürdü falan denildi. Hayır! Ben şunu söyleyeyim: Cemal Süreya’nın ölümünden sonra hemen evine koştum, Memo’yla konuştum, hastaneye gittim ve morgta Cemal Süreya’yı gördüm. Bir ben vardım, bir de onun en zor anlarında yanında olan Hatay Restoranın sahibi Mehmet Ali Işık vardı, bir de kız kardeşleri Ayten Hanım, Perihan Hanım ve oğlu Memo; başka kimse yoktu. Edebiyatçılar yoktu, şairler yoktu. Kimseyi suçlamak için söylemiyorum ama, herkesin haberi vardı, ben tanıdığım bildiğim herkese telefon etmiştim çünkü. Hocanın ekonomik sıkıntısını da biliyorum, yardımcı olalım diye aradım herkesi. Hiç kimse gelmedi. Ben morgta gördüm, doktorlarla konuştum; şeker komasıydı... Oğlunun dövdüğü söyleniyordu Cemal Süreya’yı. Evet, oğlu belki şiddet uygulayacak birisi olabilirdi ama, ölümcül darbe falan asla görmedim ben hocanın vücudunda, çırılçıplak bedenini gördüm çünkü, yıkanırken hep yanındaydık. Biz aldık, götürdük, taşıdık, getirdik hocayı. Biz onu kefenine sardık. Bütün o işleri biz yaptık. Çünkü o işi yapan insanlar rutin davranıyorlar, sanki sıradan bir paketleme yapar gibi, çok ağrımıza gitti ve ‘bir dakika’ dedik, ‘biz yaparız’. Seyirci kalamazdık zaten. Kimsecikler yoktu. Ama cami avlusu tıklım tıklımdı; o ayrı bir konu. Orada da zaten ben kenara çekildim. Ve şunu gördüm Haydarpaşa Hastanesi’nin morgunda: Memo hocanın yanına gitti, tam ayaklarının önünde diz çöktü ve ağlayarak, gözyaşları içinde hocanın çıplak, soğuk ayaklarını öptü. Çok trajik bir görüntüydü. Tabii Memo’nun bazı davranış bozuklukları vardı, bunu herkes biliyor. Ama Cemal Süreya Memo’yu çok seviyordu, Memo da onu.

İşte bütün bu olaylar sırasında, ölümünün ardından, Cemal Süreya’nın evinde Memo bana bir gün, dedi ki: “Sunay Abi, hocanın bütün şeyleri burada; kitapları, eşyaları, yazdıkları...”

Sahaftan birileri gelip gidiyordu, hocanın şeylerini satın almak istiyordu... Memo bana, “Sen al abi,” dedi, “hepsi senin olsun, al git.”

Bak, ne var biliyor musun: Bugünkü gücüm olsa alırdım, fakat o yıllarda şairler daha iç içeydi ve birbirlerini hançerlemek için elleri arkalarında dolaşıyorlardı; anladın mı!.. Eğer ben almış olsaydım, demediklerini bırakmayacaklardı. Şair demek de yanlış onlara; şair şeklinde gezinenlerin yılan dillerinden, hançerlerinden korktuğum için almadım, büyük de hatalıyım. Bugünkü Sunay Akın olsa... Zaten bugünkü Sunay Akın kırıp geçiyor, dinliyor mu, tek kişilik ordu. Ama o zaman hem çok yeniydim edebiyat dünyasında, hem de hocanın ölümünün üzüntüsü vardı. Fakat ‘belli bir yer almalı’ dedim Memo’ya. O sırada 2000’e Doğru dergisi vardı, onlar almak istiyordu, ben de Memo’yu oraya yönlendirdim. Cemal Süreya arşivini, hiç olmazsa bir kurum, bir kuruluş alsın istedim. Aslında gönül ister ki bunlar müze olsun. Bak ne kadar doğru şeyler söyledim, ama iş işten geçtikten sonra anlıyor millet. Kız Kulesi demiştim, gelin burayı alalım demiştim, bizim PEN’imiz var, Yazarlar Sendikamız var, alalım burayı, müze yapalım. Sorsana ‘sana kim destek oldu’ diye; hiç kimse. Sadece o yıllarda Kız Kulesi Derneği’ni kuran isimler vardır destek olan, bir de Oktay Ekinci... Kültür, kent, çevre bilinci, doğa, zaten bir tek Oktay Ekinci’nin umurunda. Nerde diğer arkadaşlar; ağızlarına sakız yapmaktan başka bir şey yapmadılar, n’oldu şimdi kurudular gittiler. Kız Kulesi de lokanta oldu, “Gidin orda tıkının,” diyorum şimdi onlara, “gözünüz aydın!”

Şimdi yani bir şeyler düşünüyorsun, hamleler yapmak istiyorsun; ama herkes senin gibi aynı genişlikte bir pencereye sahip değil... Neyse, arşivi kurtardık gerçi...

Bir arkadaşım, ismi lazım değil, bana bir gün, “Bak bende saati var!”diyerek Cemal Süreya’nın saatini göstermişti; herkes bir şeyler gösteriyordu birbirine.

Şiire geliyorum: Cemal Süreya öldü, evinden çıktım, Kadıköy İskelesi’nde yürüyorum, Menderes’te, rüzgâr, kış günü, soğuk... Aklıma birden bire Titanik’in batışı geldi, Cemal Süreya’nın ölümüyle Titanik’in batışı birbirine çok benziyordu. Bir geminin batışına daha doğrusu. O gemi de Titanik’ti. Çünkü şiirin dört bacalı şairi de Cemal Süreya’ydı; o kadar büyüktü. Ve nasıl ki lodosçular batan gemiden kıyıya vuran eşyaları toplamaya çalışırlar ya; ‘bak bende Cemal Süreya’nın saati var, bak bende çantası var’diyenlerin bütün o sözlerini onlara benzettim. Onların imgenin derin sularına nefesi yetmiyor; ancak eşyalarını topluyorlar.

Gerçekten de Cemal Süreya’nın ölümü, bir geminin batışına benziyor, çünkü gemi batarken ‘önce çocuklar ve kadınlar’ denilir; Cemal Süreya da ömrü boyunca çocukları ve kadınları çok sevmiştir. Yaşamında onlar hep öncelikliydi. Ve de şiir şöyle bitiyor: “Gülcemal vapurunu hiç görmedim ama / tanıdığım Cemal gül idi”... Bizim bir Gülcemal Vapurumuz vardır, çok ünlü bir vapur. Onu ben hiç görmedim. Yıllar öncesinde söküldü gitti, jilet oldu; ama Gülcemal Vapuru’yla Cemal Süreya arasında bir bağ kurmuştum. Bu şiiri yazdıktan sonra, batan gemileri anlatan deneme kitabım “Önce Kadınlar ve Çocuklar”ı yazarken şunu gördüm: Gülcemal Vapuru Titanik’in yarı yarıya küçültülmüşü... Aynı Titanik; ama iki bacalı ve Titanik’i işleten şirketten satın almışız biz Gülcemal Vapuru’nu... ve Gülcemal, Amerika’ya giden, Titanik’in geçemediği yolu, bizim ay-yıldızlı bayrakla tamamlayan ilk gemidir. Şiiri yazarken bilmiyordum ama...


ALINTI:http://keremoz.blogcu.com/

HASRETTEN PRANGALAR ESKİTEN ADAM: AHMED ARİF


HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM


Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini
Seni,  anlatabilmek seni

"Hasretinden Prangalar Eskittim» kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler. Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerler ile yeni değerler arasında, yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanıksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir «pazarı» olan Ahmed Arif de bu arada bu durumdan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu." diye haberini veriyordu Ahmed Arif'in Cemal Süreya. Ve tanıtmaya devam ediyor arkadaşını.
"Ahmed Arif Diyarbakır’lı. İlk şiirleri 1948-1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hâkim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyuboğlu'nun deyimiyle “halk olarak sanatın” dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli'ye, Oktay Rıfat'a, Melih Cevdet Anday'a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur. Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikle, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile. Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur."

Ahmed Arif'i Cemal Süreya'nın diliyle tanıtmak istedim çünkü yakın arkadaştırlar. Hatta Cemal Süreya'nın kız kardeşine hiç düşünmeden koca olarak önerdiği arkadaşıdır Ahmed Arif öyle ki:Cemal süreya , çok iyi anlaştığı için kız kardeşiyle evlendirmek ister ahmed arif'i. ahmed arif te kabul eder durumu. der ki cemal süreya " Evlen kız, Türkiye'nin en iyi şairi". Ertesi gün için randevulaşılır. Ankara'da zafer çarşısının önünde buluşacaklar. Cemal süreya ile kız kardeşi Ayten beklerler; ama Ahmed Arif gelmez bir türlü. Sonradan öğrenirler ki temiz bir gömleği olmadığı için gelememiş.

Ahmed Arif'in bilindiği üzere basılı tek bir kitabı vardır o da "Hasretinden Prangalar Eskittim" Sadece ülkemizde değil dünyada da meşhur olmuş bu şiir ozanın kitabının da adı olmuştur. 
Hayatı zorluklar içinde geçen şairlerimizden biri olan Ahmed Arif tek kitabının adını böyle koymayı düşünmüyordu. Bir müddet hapishane hayatı da yaşayan ozan, şiirlerini topladığı kitabına "Dört Yanım Puşt Zulası" adını vermeyi istemekteydi. Ancak bu fikrini arkadaşı Ali Özoğuz'a açtığında tepkiyle karşılaştı. Ali Özoğuz,kitabın adının bu olmaması gerektiğini söylüyordu. Sebep olarak ozanın okur kitlesi içinde yer alan 15-16 yaşındaki çocukları gösterdi. "Onlara saygı göstermelisin Ahmed,bırak o başlık bir şiirinin dizesi olarak kalsın" Özoğuz'un söylediklerine katıldı Ahmed Arif ve Hasretinden Prangalar Eskittim olarak değiştirdi kitabının adını. Bir başka ilginç nokta: Şair birçok baskısı olan kitabının bazı baskılarında, Hasretinden Prangalar Eskittim şiiri üzerinde değişiklik yapmıştır. Hatta kendisi şöyle der: Başlangıçta bu şiirin başlığı Hasretinden Prangalar Çürüttüm idi. Fakat çürüttüm sözcüğünü sevmedi.Kulağımı tırmaladı. İç kulağımı yani gönlümü tırmaladı.Hem müzik hem de anlam bakımından eksik buldum ve eskittim yaptım o kısmı."

Büyük şair 2 Haziran 1991'de aramızdan ayrıldı.
                                                          

7 Eylül 2009 Pazartesi

ŞAİR VE ŞİİR ÜZERİNE



       Geçen gece Cemal Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okurken aklıma bir soru takıldı. Bu kitap-okuyanlar bilir- yazarın düşünce yazılarının bir araya getirildiği bir eser. “Cins şair”, güzel Türkçesini, bu defa şiir yerine meslektaşlarını eleştirmek için kullanmış. Öyle ki aklıma takılan soru şuydu: Şimdilerde eleştirilebilecek şair var mı? Ya da eleştirileri keyifle takip edecek bir kitle ?

“Bizler varız ya, daha ne olsun!” diyen bir topluluğun sesini duyar gibi oluyorum; ancak 60’larda ve 70’lerde çıkan sesle bugünkünü karşılaştırabilseydik, bugünkü bir hayli kısık kalırdı gibi geliyor bana. Öncelikle ilk sorumuza kafa yoralım.

Eleştirilebilecek şair var mı meselesi:

Hepinizin bildiği gibi Batılılaşma sürecinde, Türk şiiri müthiş bir değişim yaşadı. Tanzimat’tan bu yana olanları, ilgilenenler çok iyi biliyor zaten. Yakın geçmişin büyük şairlerini, dememe gerek yok sanırım. Akımlar yaratan, süreçleri değiştirme yetisine sahip olan şairlerdi birçoğu. Mesela üç arkadaş bir araya gelerek şiir geleneğini sarsan bir hareket geliştirebildi. Garip’ten bahsediyorum. Öncesinde Nazım’ın biçime ve söyleyişe getirdiği yepyeni soluk da öyle. Yine Necip Fazıl’ın aslında eskiyi çağrıştıran; ama asla eski olmayan mistizmi. Sonrasında tek başına “Mavi” ışığını yaymaya çalışan Attila İlhan… Cemal Süreya, Edip Cansever, Sezai Karakoç, Fazıl Hüsnü, Behçet Necatigil ve daha sayamadığım birçok önemli isim, şiirimizin dolayısıyla dilimizin temellerini güçlendirdiler. Ancak özellikle 90’lardan itibaren bir sessizlik var gibi. Şiir, bir bekleyişte sanki, İkinci Yeni’nin kötü bir taklidi var gibi sadece elimizde.Post-modernist, içine kapanık, büyük şair yetiştiremeyen bir şiir… Kimsenin, kimsenin dediğinden bir şey anlamadığı…

Oysa çok değil, yarım yüzyıl önce şairler tek başlarına damga vurabilmiş edebiyata. Acaba böyle isimler var mı artık şiir dünyasında? Kaç kişi sayabiliriz? Elle tutulabilir hangi akımdan bahsedebiliriz şu yıllarda? Şundan bahsediyorum: Halkın da ilgisini çekebilmiş “Evet, budur!” dedirten kaç şiir var şimdi kitaplarda ? Son dönemde aklımıza bir çırpıda pek fazla isim ve şiir gelemiyor.
Bunun sebebi dönemsel şartlar kuşkusuz. Onca imkansızlığa rağmen edebi ürünlerin rağbet gördüğü yıllar, şair için de güzel bir ortam yaratıyor olmalıydı. Şimdiyse mükemmel bir iletişim ağına sahip olmamıza rağmen müthiş bir iletişimsizlik yaşıyoruz. Büyük bir kargaşa var, büyük bir üşengeçliği de beraberinde getirdi bu iletişim çılgınlığı. Dolayısıyla yazınsal ürünlere talep azaldı. Böylece sivrilme potansiyeli olan genç şairler de bu hastalıklı yapı içinde kaybolup gittiler. Demem o ki, bir Garip hareketinin ya da bilinçli bir İkinci Yeni’nin oluşabileceğine şu süreç içerisinde inanmıyorum. Buna benzer hareketler geliştirebilecek sanatçıların yakın zamanda çıkabileceğine de inanmıyorum belirteyim. Yazınsal türler için ve tabii ki onların üretenleri “sanatçı” için çok zor bir dönem yaşıyoruz.

Gelelim ikinci soruya:
Şiir ve şairle ilgilenen bir topluluk var mı?

“Kesinlikle yoktur” demek mübalağa olur. Tabii ki belli bir zümrenin hala şiiri ve şairi takip ettiğini söyleyebiliriz ancak bana kalırsa büyük şairler yetiştirebilecek ortamı sağlayabilecek bir güruhtan söz edemiyoruz. Sanırım asıl sorun da bu. Yukarıda saydığım sanatçılar kendilerini idol kabul eden, eserlerini başucu kitabı yapan okurları olmasaydı büyük şair olabilecekler miydi? Elbette büyük şairliklerinden bir şey kaybetmeyeceklerdi; ancak bugünkü yerlerinde de olamayacaklardı. O günlerde, özellikle yüksek öğrenim alan öğrenci topluluklarının daha bilinçli ve sanatla ilgili oluşu, ideolojik davalarını bile edebileştirebilmeleri, düşüncelerini bir şiire, bir şaire ,bir edebi esere yaslayabilmeleri üretim ortamının oluşmasını sağladı diyebiliriz.

Edebiyat fakültesinde, edebiyat eğitimi almış bir öğretmen olarak kendisine bir şair, bir şiir bile seçememiş onlarca arkadaşımın olduğunu hatırladıkça şiirin, şairin ve en önemlisi okurun geleceği için kaygı duymuyor değilim.